İhsan Çaralan

29 Eylül günü Cumhurbaşkanı Erdoğan, Saray’da, “geleneksel” “Muhtarlar Toplantısı”nda yaptığı konuşmada, sanki o sırada aklına gelmiş gibi, Lozan Anlaşması’na cepheden karşı çıkan bir tutum ortaya koydu.

Sözlerine, “Lozan’ı bugüne kadar bize zafer olarak yutturdular” diyerek başlayan Cumhurbaşkanı Erdoğan, “Türkiye’den bağırsak adalardan (Yunanistan toprağı olan Ege adaları kast ediliyor) duyulur” diye devam ederek, Ege adaları ve 12 Ada’nın Lozan Anlaşmasıyla Yunanistan‘a verilmesini eleştirdi. Ve daha Lozan’ın imzalanmasının 90. yılında yaptığı ve “Lozan Türkiye’nin tapu senedidir” diyerek Lozan’a övgüdüzdüğü, bu anlaşmayı yapanlara “şükranlar” sunduğu konuşmasını da tamamen unutmuş göründü.

Elbette, Erdoğan’ın dün konuştuklarının bugün tam tersini savunması biçimindeki pragmatizmi artık yadırganan bir özelliği değil. Bunu sıkça yapıyor. Esad’la yakınlaşması ve düşmanlaşması, “FETÖ” ile yakınlığı ve bugünkü suçlamaları, Rusya ile ilişkilerdeki tutumu, bu pragmatizmin çarpıcı örnekleridir. Bu yüzden dün öve öve göklere çıkardığı Lozan Anlaşması’nı bugün yere çalıp üstüne çıkıp çiğnemesini burada tartışmayacağız. Ama Lozan Anlaşması’nın bugün devletin en tepesindeki makamı işgal eden kişi tarafından “zafer olarak yutturulan bir anlaşma” olarak ilan edilmesi, hele de bugünkü dünya konjonktüründe son derece önemli, Türkiye ve bölge ülkeleri açısından ciddi diplomatik-siyasi sonuçları olacak bir çıkıştır. Bu yüzden de Lozan etrafındaki tartışmanın üstünde çok yönlü olarak durulması gerekmektedir.

Çünkü, 1923’te imzalanmasından itibaren bu anlaşma, devlet tarafından(resmi görüş) “Türkiye’nin tapu sendi” olarak görülmüş, bu temelde “Misakı Milli” sınırları[1] içinde, “Yurtta Sulh Cihanda Sulh” sloganıyla ifade edilen ve komşu ülkelerin içişlerine karışmama, komşu ülkelerin de Türkiye’nin iç işlerine karışmaması politikasını esas alan dış politika da Lozan Anlaşması’nın belirlediği sınırlar üstüne oturtulmuştur.

Çünkü Cumhuriyeti kuranlar ve onları, en azından “Lozan çizgisi”nde takip eden sonraki hükümetler, “Lozan”ı tartışmaya açmayarak, kendi sınırlarının da tartışmaya açılmasını önleyeceklerini var sayarak, Lozan Anlaşmasını Türkiye Cumhuriyeti’nin bütün tartışmalara kapalı “kutsal metni” olarak görmüşlerdir. Yüzyıla yakın bir süre de Türkiye Cumhuriyeti’nin resmi görüşü bu olmuştur!

Çünkü, böylelikle, Türkiye’nin içinde bulunduğu Ortadoğu’da, komşularının sınırlarını tartışmaya açan bir ülkenin kendi sınırlarının da tartışmaya açılacağı, böyle bir durumda da bölgeye müdahale eden büyük güçlerin istekleri doğrultusundaysa sınırların Türkiye aleyhine değişebileceği endişesini taşımışlardır. Yani TC Hükümetleri, “Dimyata pirince giderken evdeki bulgurdan olmamak” için “camdan sarayda oturan komşusunun evini taşlamasın” özdeyişlerine uygun davranmak için azami çaba harcamışlardır.

YAKIN TARİHTE LOZAN’A DOLAYLI İTİRAZ GİRİŞİMLERİ

Bu ana çizgiden (devlet görüşünden) belli belirsiz de olsa ilk ayrılıma girişimi ANAP Hükümeti döneminde, 1980’lerin sonunda Özal’dan gelmiş; Kürtlerle yapılacak bir anlaşmayla Türkiye’nin sınırlarının Irak ve Suriye aleyhine –tabii İran’a doğru da– genişleyeceğine, “Türk-Kürt ittifakı”nın bölgedeki bütün diğer devletleri ve halkları hegemonya altına alacak bir güç oluşturacağına dair iddialar (böylece Kürt sorunu da çözülmüş olacaktı!) eşliğinde, Lozan Anlaşması’nın kazanımlarının küçümsendiği bir yönelime girilmiştir. “Adriyatik’ten Çin Seddi’ne büyük Türk dünyası” gibi Türk milliyetçiliğininemperyal/yayılmacı hayallerle beslenmesi eşliğinde, 1. Körfez Savaşı’nın yarattığı ortamda Özal, Buch’la da anlaşıp Irak’a asker göndererek tezini güçlendirmek istemiş, ancak bunda başarılı olamamıştır. Gerek Asker ve sivil bürokrasi ile geleneksel Kemalist muhalefetten gelen tepkiler ve elbette Kürt siyasi güçlerinin (esas olarak PKK’nin) Türk büyük burjuvazisinin “Kürt sorunununbu çözümü”ne sıcak bakmaması, gerekse başta ABD olmak üzere bölgede hegemonya sürtüşmesi içindeki emperyalist ülkeler tarafından bu girişimin destek görmemesi Özal’ın girişimini başarısızlıkla sonuçlandırmıştır.

Tansu Çiller’in şoven milliyetçi siyasal güçlerin kışkırtmasıyla “Türki Cumhuriyetler” üzerinden yaptığı “büyük Türk Dünyası” propagandasıyla Necmettin Erbakan’ın “Kıbrıs’ı ilhak” talebi ve “İslam birliği” girişimleri türünden “Misakı Milli”yi genişletme, Lozan’ı aşma” girişimleri Lozan’a bir itiraz gibi görünse de, pratikte karşılığı olmayan söylemderesmi çizgiden sapma” olarak görülebilecek aykırılıklardır.

Sonuç olarak bakıldığında, resmi devlet yetkilileri tarafından yapılmış her üç girişim de resmi devlet politikası haline gelmemiş, iç politika amaçları doğrultusunda yapılmış girişimler olarak kalmıştır. Belki Özal biraz daha ileri giderek, dış politikada da kimi sonradan geri alınacak adımlar atmıştır; o kadar!

Ama 2007 yılındaki MİT raporu, adı edilmeden, “Lozan eleştirisi” yapan ve “Yurtta sulh cihanda sulh” tutumunu “pasif” bularakTürkiye’ye “aktif dış politika” öneren raporu, bugün yeni Osmanlıcılığa kapıları açan resmi bir belge olmuştur. MİT’in özellikle Davutoğlu döneminden başlayarak dış politikanın “aktif gücü” haline getirilmesi, bölgedeki siyasal İslamcı terör örgütleriyle kurulan ilişkilerin diplomasinin bir dayanağı olanak kullanılmak istenmesi amaçlı girişimler (MİT TIR’ları ve bölgedeki siyasal İslamcı terör grupları desteklenerek komşu ülkelerde istikrarsızlık yaratan girişimler) ”aktif dış politika”ya yönelme ve tabii “Lozan’ı aşacak” biçimde sınırların genişletilmesi yönelişiyle bağlantılıdır.

Bu yüzden de MİT’in 2007 Yılı başında kamuoyuna “düşen” raporu, herhalde yakın geçmişi yazacak tarihçiler açısından da başlıca belge olarak ele alınacaktır.

LOZAN’A İKİ CEPHEDEN GAYRİ RESMİ İTİRAZLAR

Ülkede resmi devlet görevi üstlenmiş kişiler ve çevreler bakımından Lozan Anlaşması karşısındaki tutum yukarıdaki gibidir, ama daha Lozan Anlaşmasının imzalanmasının hemen sonrasından başlayarak, bu Anlaşamaya iki “odak”tan hep itiraz edilmiştir.

Bu itirazları şöyle özetleyebiliriz:

Lozan Anlaşması’na Kürt cephesinden gelen itiraz: Kurtuluş Savaşı’nda Kürtler ve Türkler birlikte savaşmışlar, Sevr Anlaşmasıyla gerçekleştirilmek istenen Anadolu’daki emperyalist planı birlikte geçersiz kılmışlardır. 1920’de kurulan Meclis’te Kürtleri temsil eden vekiller de vardır. Ve bu Meclis her vesileyle Kürtlerin kendi kaderlerini tayin hakkını tanınacağına dair vaatler yapmıştır.

1921 Anayasası’nın 10. maddesi ve sonrasında “vilayet ve nahiye‘şuraları’”oluşturulmuş, bunlara muhtariyet/özerklik verilmiş, bu şekilde halkın yerel düzeyde‘kendi kendini yönetme’hakkı geniş şekilde tanınmıştı. Vilayet şuraları’, yasalara bağlı kalmak kaydıyla ‘sağlık, maarif, iktisat, tarım, medreseler ve sosyal yardımlaşma’gibi konularda yetkili kılınmıştı.

Dahası, 1923 Ocak’ında İzmit Basın Toplantısı’nda gazetecilerin Kürt sorununa ilişkin sorusuna yanıt veren Mustafa Kemal, Kürtlerin Anadolu’da Türk nüfusla iç içe geçmesinden dolayı ayrı bir sınır çizmenin zorluklarından söz ettikten sonra, “Binaenaleyhbaşlı başına bir Kürtlük tasavvur etmektense bizim Teşkilat-ı Esasiye Kanunu mucibince zaten bir nevi mahalli muhtariyetler teşekkül edecektir. O halde hangi livanın ahalisi Kürt ise onlar kendi kendilerini muhtar olarak idare edeceklerdir…” diyerek, 1923’te bile hala “muhtariyet”e kapıyı açık tutmaktadır.

Ancak, Lozan’da bu vaat unutulmuş, Müslüman olmayan azınlıklara inanç ve kültürel haklar tanımasına karşın “Müslüman halk” kategorisine sokulan Kürtlerin statüsü tanınmamış, Kürtler yok sayılmıştır! Ancak Kürtler bu yok saymayı kabul etmemiş, 1925’ten başlayarak süren Kürt isyanları Lozan Anlaşması’nın Türk ulusununegemen ulus oluşuna ve Misak-ı Milli içinde Kürtlere bir statü tanınmamasına itiraz olarak ortaya çıkmıştır. Ne var ki,hükümetler bu isyanları, Kürtlerin statü talebi olarak değil, şeriat isteyen, Hilafet isteyen Cumhuriyet düşmanlarının, Hilafetçilerin ayaklanması ya da “İngilizler”in, yabancı ülkelerin para ve silah desteği ile çıkardığı ayaklanmalar olarak göstererek kanlı biçimde bastırmışlardır.

Bu isyanların sonuncusu olan ve 30 yıldan beri PKK aracılığıyla sürdürülen savaş da Lozan’ın Kürtlerin statüsünü tanımamasıyla bağlantılıdır ve bu isyanların üzeri bazen din bazen aşiret talepleriyle örtük görünse de ana talebi Türkiye Cumhuriyeti’nin Kürtlerin kendi kaderini tayin hakkını tanımasıdır. Ve nitekim bugün de resmi propaganda; PKK’yı dış güçlerin, yabancı istihbarat örgütlerinin, “üst aklın” piyonu, onların para, silah, diplomatik vb. desteği ve yönlendirmesiyle hareket eden bir örgüt olarak göstermektedir. Ki, geçtiğimiz günlerde Vatan Partisi’nin bu en eski ve en gerici propagandayı sürdürmek için yeni iftiralara baş vurduğuna tanık olduk.

Vatan Partisi Genel Başkan Yardımcısı Em. Albay Atilla Uğur, bir basın toplantısı düzenleyerek, İngilizlerin Kürt aşiretlerine para dağıttığını, “FETÖ”nün ikinci ayaklanmayı bu Kürt aşiretlerini ayaklandırarak yapacağını iddia etti. Böylece 1925’ten beri sürüp gelen Kürtlerin İngilizlerin işbirlikçisi olduğu, Cumhuriyeti yıkmak için onlarla işbirliği yaptığı biçimindeki lanetli iddiaları, kendisine ve partisine yakışır biçimde gündeme getirdi. Böylece Vatan Partisi, bir yandan Erdoğan ve Hükümeti’nin OHAL’i uzatmasına “ikinci kalkışma” bahanesini sunarken, öte yandan da Kürt düşmanlığı üzerinden kampanya yürütmede ırkçışovenizmin, gericiliğin en sadık sözcüsü olduğunu da kanıtlamış oldu. Dolayısıyla Kürtlerin Lozan’a yönelik itirazlarının tarihsel ve siyasal-sosyal dayanakları vardır ve bu itirazlarını Kürtler, konjonktüre bağlı olarak, gerek sözel düzeyde gerekse eylemli olarak göstermişler, bu nedenle çok ağır bedeller ödemişler, bugün de ödemeye devam etmektedirler.

Lozan Anlaşması’na ırkçı-milliyetçi ve Hilafetçi-şeriatçı odakların itirazı: Lozan Anlaşması’na daha Cumhuriyet’in ilanından başlayarak, Hilafetçi çevrelerden itiraz gelmiş, Cumhuriyet karşıtlıklarına haklılık kazandırmak için Lozan Anlaşması’yla Osmanlı İmparatorluğu’na “bağlı” (Hicaz, Suriye, Yemen vb.) birçok vilayetin Türkiye Cumhuriyeti’nin dışında kalmasını bahane ederek, Cumhuriyet’e itirazlarını, Lozan Anlaşması’yla vatan topraklarının “satılması” olarak göstermişlerdir.

İlerleyen tarihlerdeyse, Cumhuriyet rejiminin istedikleri gibi bir ırkçı çizgiye oturmamasına karşıtlıklarını Lozan Anlaşması’na muhalefet olarak da ortaya koymuşlardır. Bu ırkçı-milliyetçilerin somut gerekçeleri de, tıpkı şeriatçı-Hilafetçi odaklar gibi, yine 12 Adalarla Ege Adalarının Yunanistan toprağı olmasıyla Musul ve Kerkük gibi “ecdat yadigarı” toprakların İngilizlere ve ardından Irak’a terk edilmesi iddiası olmuştur.

Çok partili döneme geçilmesiyle birlikte, bu ırkçı-milliyetçi odakların ve şeriatçı-Hilafetçi çevrelerin “Lozan eleştirisi”, Demokrat Parti (DP)’den başlayarak bütün sağcı, dinci, şoven-milliyetçi siyasi partilerin, çeşitli türden ırkçı ve şeriatçı odakların ortak kara propaganda malzemesine dönüşmüştür. Halkın ihtiyaçlarının karşılanması dar boğaza girip ekonomik politikalar çöküp milliyetçilik ve din istismarcılığının kışkırtılması ihtiyacı ortaya çıktıkça, DP, AP, MHP, ANAP, DYP, MNP-MSP-RP, geleneği, Lozan’ı yeniden ve yeniden keşfetmişlerdir! 12 Adayla Ege Adalarının Lozan’la Yunanistan’a verilmesi ve Musul ve Kerkük’ün Türkiye’nin sınırları içine alınamamış olması bahanesini yineleyerek, bu parti ve çevreler, “Lozan tartışması” açıp “İsmet Paşa ve CHP’nin Lozan’da Türkiye’yi satması”, “Kurtuluş Savaşı’nın kazanımlarının masada kaybedilmesi”, İsmet Paşa’nın “korkaklığı”, “Kurtuluş Savaşı’nıngerçekte hacılarla hocaların himmetiyle kazanıldığı, ama Kemalistlerin masada kaybettiği” gibi, iddialar üzerinden bir kara propaganda cephaneliğini her vesileyle açmak üzere yanlarında taşımışlardır.

Ne var ki, bir bölümü iktidar da olan bu Lozan üstünden kara propaganda yapan siyaset erbabı, “Lozan tartışmasını” ne iç politikada ne de dış politikada resmi olarak gündeme getirebilmişlerdir. Hatta onlar da, en az “Lozan’ın suçlusu” olarak gösterdikleri CHP kadar bu tartışmayı resmi olarak açmamaya özen göstermişlerdir.

‘SÖZLER EGE ÜZERİNE, GÖZLER MUSUL ÜZERİNDE!’

Demek ki, Lozan anlaşmasının üzerinden tartışma açan ilk makam sahibi siyasetçi Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan değildir. Tersine Erdoğan, şoven-milliyetçi ve şeriatçı-Hilafetçi odakların tezlerini bugün dile getirerek, bu tartışmayı Cumhurbaşkanı sıfatıyla Saray’da yaptığı bir konuşmada açarak, “Lozan tartışmasını” açıkça resmiyete taşıyan bir Cumhurbaşkanı olarak, bütün eski tartışmaları aşan bir tutum da göstermiştir.

Bu yüzden de Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “Ege Adaları” ve “12 Adalar”la ilgili iddiasına ilk tepki Yunanistan’dan gelmiş, Yunanistan Hükümeti, Türkiye’yi Yunanistan topraklarında gözü olmakla suçlamış, konuyu AB’ye de taşımıştır.

Musul sorunu ise, konjonktürün de etkisiyle ve çok daha vahim biçimde Lozan’la bağlantılı olarak tartışılmaktadır.

Ancak konunun aktüel boyutuna geçmeden, burada bir yanlışı düzelterek tartışmayı sürdüreceğiz. Bu yanlış; neredeyse daha Cumhuriyet’in ilk yıllarından beri ırkçı ve şeriatçı-Hilafetçi odakların ve onların tezlerini tekrarlayan sonraki sürdürücülerin bir iddiasıyla ilgilidir. Ki, bu iddiayı, bütün açıklamalara ve bu konuda tarihçilerin öne sürdüğü belgelere karşın, Cumhurbaşkanı Erdoğan da sürdürmektedir.

İddia; “12 Adalar’ın ve Ege adalarının Lozan Anlaşması’yla Yunanistan’a verildiği”dir!

Oysa, gerçek tamamen farklıdır.

Çünkü 12 Ada, 1911’de İtalyanlarla girişilen Trablusgarp Savaşı’nda Osmanlı yenilince, “savaş tazminatı” olarak İtalyanlara, “ecdadımız Osmanlı Hükümeti” tarafından bırakılmıştır.

Ege Adaları ise, 1912’deki Balkan Savaşı’nda yenilen Osmanlı İmparatorluğu tarafından Yunanistan’a verilmiştir. Yani, “bağırsak sesimiz duyulur” denilen “Ege Adaları” da Osmanlı yönetimi tarafından Yunanistan’a verilmiştir.

Nitekim Lozan’da, “adalar”la ilgili her hangi bir tartışma, bir alıp verememe olmamıştır.

Yani, “adaların” Lozan’da, “iyi müzakere yürütülmediği”,”bir zafer kazanılmadığı” için kaybedildiği tamamen yalandır.

Cumhurbaşkanı ilkokul tarih kitaplarında yazılan bu gerçeği bilmiyor olamaz. Ne var ki, konunun bilip bilmemekle bir ilişkisi yoktur, ama konuyu bilmeyenlere hitap ederken, bu yüz yıllık yalan pirim yaptığı için kullanılıyor olmalıdır.

Cumhurbaşkanı Erdoğan, kuşkusuz “Lozan tartışmasını” açarken en gerici, ırkçı-şeriatçı çevrelerin arkasında kenetlenmesini amaçlamıştır. Ama burada daha önemli yan; bugün bölgenin haritasının yeniden çizilmesinin gündeme geldiği bir zamanda 12 Ada ve Ege Adalarını gündeme getirmiş, Musul ve Kerkük’ün sözünü hiç etmemiştir.Ancak biraz tarih bilenler, biraz siyaset izleyenler tartışmanın asıl olarak Musul-Kerkük sorununu güdeme getirmek ve “Musul’un IŞİD’den kurtarılması” adı altında yürütülen bölgedeki paylaşım mücadelesinde “masada yer almak”, dolayısıyla “Musul ve Kerkük Türk toprağıdır” tezine sarılmak için gündeme getirildiğinianlamaktadırlar.

Nitekim Cumhurbaşkanının konuyu tartışmaya açmasından sonra “Lozan tartışması” yandaş medya ve bütün başlıca siyasi çevrelerde de bu çerçeve içinde tartışılmıştır.

Sadece Türkiye’de değil, dış dünyada da özellikle de Arap-İslam  dünyasında da konu böyle ele alınmıştır.

9 Ekim tarihli Evrensel’in Arap-İslam dünyasındaki siyasi gelişmeleri yansıtan sayfalarında açıkça görüldüğü gibi, Arap dünyasının başlıca basın organlarındaki değerlendirmeler, “Lozan tartışması”nın aslında Musul-Kerkük tartışması ve Türkiye’nin Musul-Kerkük hayalleri üzerinden ele alındığı yolundadır. Lübnan’da yayınlanan es Safir gazetesinde, Muhammed Nureddin, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın ”Lozan’ı bize bir zafer olarak yutturdular” açıklamasına ve bu açıklanmada Musul’dan hiç söz etmemesi, ama Ege Adalarıyla 12 Ada’dan söz etmesine de dikkat çekerek, Arap-İslam dünyasındaki algıyı bir slogan olarak da özetlemiştir: “(Erdoğan) Ege adaları hakkındaki konuşması ile Musul’u hedefe almıştır; sözler Ege üzerine, gözler Musul üzerinde!

Ancak, günümüzde, Kerkük-Musul’la Türkiye’nin amaçları arasındaki ilişki üstünden yapılan tartışma, bir medya tartışması ya da “algı tartışması” olmayı çok aşarak, Türkiye ile Irak-İran, hatta bölgeye müdahale eden bütün güçler arasında bir mücadeleye de dönüşmüştür.

Daha ilk Körfez Savaşı’ndan başlayarak, Irak-Türkiye ilişkilerine, bazen “Türkmenlere yapılan baskılar”, bazen “Şiilerle Sünniler arasındaki çatışma”, bazen “göç sorunu”, bazen “Irak Kürtleriyle ilişkiler”, bazen “petrol nakli ve enerji hatları” Kandil ve bölgedeki PKK kampları,…gibi “sorun” olan her konunun bir adım arkasında “Türkiye’nin Musul-Kerkük üzerindeki hakları (ya da iddiaları) sorunu” olarak biçimlenmiştir. Bu sorun, Türkiye’nin şoven milliyetçi odakları tarafından açıkça “Telafer’in, Kerkük’ün Musul’un gasp edilmiş Türk toprağı” olduğu iddialarıyla birleşirken, hükümetler de bu “gizli ajanda”yı çeşitli biçimlerde ifade etmişlerdir. Irak Hükümetleri de Türkiye ile ilgili her sorunun arkasında Musul-Kerkük sorunu olduğunu algılamış, her vesileyle bu “ajandayı” bildiklerini gösteren tepkiler vermişlerdir.

63 ÜLKE ASKERİNİ KABUL EDEN IRAK NEDEN TÜRK ASKERİ  İSTEMİYOR

Türkiye’yi yönetenlerin kendilerinin haklı olduklarını göstermek iddiasıyla öne sürdükleri en “öldürücü” soruları; “Irak topraklarında 63 ülkenin askeri var, silahlı birlikleri var, ama sadece Türkiye’ye ‘işgalci’ deniyor ve Başika’daki askerlerimizin Irak’ı terk etmesi isteniyor. Bunun niçinini, nedenini anlamıyoruz” biçimindedir.

Oysa anlaşılmayacak bir şey yoktur.

Her şeyden önce, diğer ülkelerin askerlerini Irak Hükümeti çağırmıştır ve Irak Hükümeti hadi çıkın buradan derse, belki ABD ve İran hariç, hiç birisi de “Biz illa da sizi kurtaracağız, koruyacağız” diyerek, Irak’ta kalmak için Irak Hükümeti’yle mücadeleye girmeyeceklerdir. Ama daha da önemlisi, o söz konusu edilen altmış küsur ülkenin çok büyük çoğunluğu, Irak Hükümeti’ne karşı Sünni Irak güçleri üstünden Irak Hükümetine karşı bir mücadele yürütmüyorlar. Yani Irak’ın iç sorunlarına karışmıyorlar. Ve nihayet o ülkelerin birkaçı dışındakiler, Irak’a tepeden bakıp, “iç muhalif güçlere” dayanarak, “rejim dayatmak” gibi bir tutum içinde değildir. Ve bütün bunları bir yana bıraksak bile, Türkiye’den başka bir ülkenin; Musul, Kerkük, Telafer gibi Irak kentleri üzerinde, “bu kentler bizim ata topraklarımız”, “Ecdat yadigarı topraklar”, “Bunlar Misak-ı Milli sınırlarımızın içindeki kentler”,…diye her fırsatta gayri resmi ve fırsat buldukça da resmi olarak dile getirilen iddiaları yok. Hele de Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “Lozan tartışmasını” yeniden açmasından ve herkes bunu “sözler adalarla ilgili ama gözler Musul’da” diye anladıktan sonra, artık, “biz neden Irak’ta istenmiyoruz” sorusunun yanıtı apaçıktır!

Bütün bunları elbette Türkiye’nin Hükümeti ve diplomatları bilmektedir. Onun içindir ki, “o kadar ülke Irak’ta asker bulundururken biz neden istenmiyoruz” sorusunu içeriye yönelik pirim yapan propagandanın malzemesi olarak kullanıyorlar, ama hemen sonra da Türkiye’nin yetkilileri, az çok politikayı izleyenler için “Irak topraklarındaki istikrarsızlık ve ortaya çıkan teröristler bizi, ulusal güvenliğimizi tehdit ediyor; bu yüzden de biz Irak topraklarında asker bulundurmak zorundayız” gibi, daha sofistike gerekçeler gösteriyorlar.

LOZAN ELEŞTİRİSİNDEN ‘BUSH DOKTRİNİ’NE VARILDI!

Nitekim Cumhurbaşkanı Erdoğan bu tezi 28. Muhtarlar Toplantısında –iddialarını teorize ederek– yineledi.

…Biz 780 bin kilometrekareye nereden geldik biliyor musunuz? 20 milyon kilometrekarelerden geldik. 1923’ün psikolojisiyle hareket edemeyiz, bununla hareket etmek milletimize yarar sağlayamayacaktır. Çünkü biz Kurtuluş Savaşımızı ‘Hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır’ diyerek yürüttük. Bizi hattı müdafaa demeye zorlayan anlayışı geride bırakmalıyız…Türkiye artık bu yanlış güvenlik anlayışını terk etmiştir, bunu bitirmiştir. Bundan sonra sorunların kapımızı çalmasını beklemeyeceğiz. Terör sorunumuz mu var? Terör örgütlerinin gelip saldırmasını beklemeyeceğiz. Bunlar nerelerde yuvalanıyorsa gidip tepelerine tepelerine bineceğiz.Suriye’de, Irak’ta bize yönelik tehditler mi var? Sınırımıza dayanmasını beklemeyeceğiz” sözleriyle Cumhurbaşkanı Erdoğan, “yeni güvenlik stratejisi” dediği stratejiyi açıkladı.

Yurtta Sulh Cihanda Sulh” temalı geleneksel Cumhuriyet dış politikasını hor görüp “aktif dış politikaya dönüş”, “yeni Osmanlıcılık”, “Lozan bize zafer olarak yutturuldu”, “Musul, Kerkük, Telafer Türk’ün ata toprağı”, derken buraya, “terör örgütleri neredeyse oraya gidip vuracağız”a gelineceği belliydi; gelindi de! Çünkü Türkiye’nin Suriye’de askeri operasyona girişmesi, Musul üzerinden öne sürülen iddialara “meşruiyet kazandırmak” için buraya gelinmeliydi!

Bu tez, elbette ki, bire bir ABD Başkanı G. W.Bush’un ve Bushçuların teziydi. ABD, Irak ve Afganistan’ı “önleyici savaş” olarak tanımlanmış bu “Bush doktrini”ne dayanarak işgal etti. Ama Irak’tan zor çıktı (resmen çıktı, ama fiilen hala çıkamadı), Afganistan’dan da Taliban’la anlaşarak bile olsa çıkmak istiyor, ama çıkamıyor. Bu yüzden de, Obama dönemi bu tezin çöpe atıldığı bir dönem oldu, ama Bushçularla yakın mesai içinde olmuş olan AKP önderliği bu tezi “çöpten” çıkararak, Türkiye’nin “yeni güvenlik stratejisi” olarak ilan etti.

Yakında da, Erdoğan’ın dehasının ifadesi diyerek “Erdoğan doktrini” olarak ilan ederlerse, ona da şaşmamak gerekir.

Devletler, devletleri yöneten hükümetler, liderler “doktrinler” öne sürerek ya da kendilerince haklı görülecek nedenlere dayanarak  komşularına yönelik toprak talebinde bulunabilirler ya da silahlı güç kullanarak onları hizaya getirmek isteyebilirler. Bunlar günümüzde sıkça oluyor.

Ancak şu da bir gerçek ki, her halükarda; gerek komşuluk ilişkileri gerek Irak halklarının kendi kaderlerini tayin hakkı ilkesi, gerekse uluslararası anlaşmalar, Irak Hükümeti’nin izni ve isteği olmadan yabancı bir ülkenin Irak’ta asker bulundurmasını meşru göremez. Ve Bushçulardan alınma “yeni güvenlik stratejisi” de, “Osmanlı mirası”, “din ve kütür yakınlığı” gibi gerekçeler de, bir ülkede istenmeden o ülkenin topraklarında askeri güç bulundurmayı haklı çıkaramaz; tersine, tarih, din ve kültür yakınlığından söz ediliyorsa, böyle bir durumda söz konusu devletler arası ilişkilerde daha çok hassasiyet gerekir. Türkiye ile İran, Irak ve Suriye ilişkilerinin bugünkü durumu bunu açıkça gösteriyor.

BU YOLDA ISRAR EDİLİRSE…!

Bu yazının yazıldığı 21 Ekim’e gelindiğinde Musul’a yönelik kuşatma, kuzeyden Peşmerge, güneyden de Irak ordusuna bağlı birlikler tarafından  sürüyordu. ABD ve Koalisyon uçakları ile topçuları ise karadan ve havadan yerel güçlere destek sağlıyorlardı. Askeri kaynaklar, hızla ilerleyen IŞİD karşıtı güçlerin yakın bir gelecekte Musul’da IŞİD’le “kent savaşına” gireceğini belirtiyordu.

Irak Hükümeti’nin Türkiye’ye Musul’un kurtarılmasında askeri olarak rol verilmeyeceğini ilan etmesine karşın “sahada da olacağız, masada da” iddiasıyla hareket eden Erdoğan-AKP Hükümeti, ABD üstünden ve onun Irak Hükümeti’ni baskılayarak Türkiye’nin Musul Savaşı’nda yer almakta ısrar ediyordu.[2] Ama sonucun ne olacağı henüz belirsizdi.

Peki, diyelim ki Türkiye “sahada da masada da olmak”la, elbette bölgenin paylaşımında bir mevzi tutmayı kastediyor. Çünkü öncelikle belirtelim ki, “Musul savaşı”, iddia edildiği gibi, “Musul’un IŞİD’den kurtarılması savaşı” değil. Bu sadece bir görüntü.Gerçekte ise, Musul’la birlikte bütün bir bölgenin haritasının yeniden çizilmesi, siyasi literatürdeki söylemiyle, bölgenin “yeniden paylaşımı” savaşı. Bu yüzden de Türkiye “sahada da olacağız, masada da” dereken Musul, Kerkük ve Telafer’de Türkmenler, Sünni Arap aşiretleri ve Barzani yönetimiyle girdiği ilişkilere basarak, Irak Hükümeti karşısında olsun Irak’taki diğer emperyalist ve gerici güçler karşısında bir güç merkezi oluşturmak istiyor.

Yüzeysel ilk bakışta bu “iyi bir şey” olarak görülebilir, ama bölgede oynadığı rol, bölge gericiliklerinin bir merkezini oluşturuyor olması ve bölge halklarının kaderlerini tanımak yerine onlara rejim ve statü dayatmasında bulunan bir güç olarak ortaya çıkmasıyla, Türkiye’nin mevzisi de karşısındakilerden farklı değildir.

Kısacası Musul’a müdahale eden ülkelerin amacının bölgedeki yeniden paylaşımdan daha çok pay almak olması, Türkiye’nin de paylaşımcı olmasını haklı gösteremez.

Ki, Türkiye’nin girdiği bu “yeni Osmanlıcı” hat, Lozan tartışmalarıyla da birleştiğinde; Türkiye’nin düşmanlarını azaltacak değil çoğaltacak bir hattır.

Öyle ki, Türkiye; “aktif dış politika”yla başlayıp “terörist neredeyse orada vuracağız”a gelen politikasına ve bu politikasına dayanak yapılan gerekçelerine bakıldığında, bölgede bir tek dostu kalmayan, ama yeni düşmanlar üretecek bir dış politika ve bu dış politikayla birleşen bir iç politika çizgisine girmiştir.

Örneğin bugün Türkiye’nin Suriye ve Irak politikasını destekleyen bir tek ülke yoktur! Buna Katar ve Suudi Arabistan da dahildir. Ama ABD ve Rusya başta olmak üzere, Suriye rejimi ile, Irak ve İran Hükümetleriyle de “sıcak çatışma” için takvim hızla ilerlemektedir. PYD-YPG ve PKK ile zaten artık bir savaşa dönüşen çatışmalar sürmektedir. Ama son yılların sadık dostu Barzani ile bile çok fazla yürünemeyecek bir yoldur, AKP Hükümeti’nin girdiği yol.

Dolayısıyla Musul’da ve Suriye’de savaşa dönüşen, içeride OHAL ve “tek parti-tek adam rejimi”ne doğru hızı adımlar atma yolundan kurtulmadan Türkiye halklarının huzura kavuşması, sorunlarını tartışarak çözecek bir demokrasiye ulaşmaları mümkün olmadığı gibi, dış politikada dostlarını çoğaltmak, bölge ülkeleriyle barış içinde yaşamak da olanaksız görünmektedir.

Kendi uzak tarihinin (Sünni İslam, Osmanlı-Selçuklu) mitoslarıyla “barışmak” adına yakın tarihiyle (Cumhuriyet ve ileri kazanımları), bölge halkları ve komşu ülkelerle kavgaya tutuşan politikaların çökmesi kaçınılmazdır. Bölgenin ekonomik, askeri, siyasi,… her bakımdan “en güçlü” ülkesi olan Türkiye’nin böyle yalnızlaşması, komşularıyla küçük sorunları büyük kavgalara dönüştüren bir maceracılık çizgisine sürüklenmesi bu çöküşün açık ifadesidir.

Türkiye’nin halkları ilerici demokrat güçleri, bu gidişatı tersine çevirecek bir mücadele hattına girmedikçe süreç de böyle işlemeye devam edecek görünüyor.

 

DİPNOTLAR:

[1]Lozan öncesinde belirlenen “Misakı Milli” Lozan’da belirlenen sınırlardan daha geniştir. Örneğin Musul ve Kerkük, Hatay “Misakı Milli”nin içindedir, ama Lozan’da bu sorun ertelenmiştir. Sonradan, 1926 yılında bir anlaşma ile Musul ve Kerkük –petrollerinden alınacak belirli bir pay karşılığında– Irak’a bırakılmış, Hatay sorunu ise 1938’de Hatay’ın Türkiye’ye ilhakı ile “çözülmüş”tür. Dolayısıyla Türkiye’nin resmi sınırları, Hatay dışında Lozan’da belirlenmiştir.

[2]Hükümetin gerek Suriye politikasını gerekse Musul etrafında tartışılan Irak politikasını, “Lozan tartışması açtı” diye Erdoğan’ı eleştiren CHP ve MHP de destekliyor. Bunusözcülerinin açıklamalarının yanındaiki parti bu ülkelere asker göndermek için hükümete yetki veren tezkereyi Meclis’te destekleyerek gösterdiler. Hükümete yönelttikleri eleştirileri ise, yetkilerini ve imkanları yeterince iyi kullanamamasından ibarettir.