İhsan Çaralan

Son yıllarda Doğu Akdeniz; zengin doğalgaz, petrol yatakları ve bölge ülkeleri arasındaki gelişmelerle olduğu kadar ABD ve AB’nin biraz daha arka planda da Rusya’nın (hatta Çin’in) bölgedeki girişimleriyle de gündemde.

Çünkü son 20 yılda bölgede yapılan araştırmalar, Doğu Akdeniz’in “yeni bir enerji jeopolitiği oluşturabilecek” büyüklükte petrol ve Rusya’dan sonra en büyük doğalgaz rezervlerine sahip olduğuna işaret eden bulgular ortaya çıkarıyor. Ancak bu büyüklük henüz yeterince kanıtlanmış değil. Nitekim iddiaların abartılı olduğuna, aslında bölgedeki rezervlerin yapılacak masrafları bile karşılamayacağına dair iddialar da geri çekilmiş ya da çürütülmüş değil. Son yıllarda yapılan araştırmalar gerçeğin bu iki iddia arasında olduğunu, bölgedeki rezervlerin azımsanmayacak hacimde olduğu görüşünü destekliyor. Özellikle Mısır ve İsrail bölgesindeki rezervlerin durumunu gösteren Mısır ve İsrail bölgesinde işletilmeye başlayan kuyular açısından bu söylenebilir. Mısır’ın Zohr bölgesinde 2017’den beri üretime başlandığı gibi ihracata da başlanmış bulunuluyor.

Söz konusu insanlık tarihi boyunca her dönemde sıcak çatışmaların konusu ve merkezi olmuş Doğu Akdeniz olunca, bölge, geleneksel jeopolitiğinden gelen sorunlar ötesinde enerji rezervleriyle de BM’den NATO’ya ABD’den bölgedeki ülkelerin hükümetlerine kadar her merkezde, bölgenin yeniden paylaşımı gündemin üst sıralarına çıkmış bulunuyor. Paylaşım mücadelelerinin olmazsa olmazı olan savaş gemileri ve uçakları da bölgede giderek artan sayıda sahne alıyorlar. Son aylarda Türkiye de bölgeye “sismik araştırma” ve “sondaj” gemileri, bu gemileri “korumak” için de savaş gemileri, uçakları ve İHA’lar göndererek enerji paylaşım mücadelesine katılmak için harekete geçti. Doğu Akdeniz’de rezervlerin varlığı ciddiyet kazandıkça, buradan çıkarılacak doğalgaz ve petrolün Avrupa’ya nasıl ve hangi güzergahtan nakledileceği sorununun çözümü de önemli hale geldi. Bu rezervlerin Avrupa’ya ulaştırılmasının en kestirme yolunun Türkiye olduğunu haritaya bakan herkes görebilir. Ancak gerek bölgedeki tutumu, gerekse İsrail ve Mısır’la diplomatik ilişkilerinin normal seviyenin çok altında, Kıbrıs Cumhuriyeti’ni “tanımıyor” olması, AB ile ilişkilerinin gerginliği gibi önemli nedenler Türkiye’nin enerji geçiş yolu seçeneği olmasının önünde engel teşkil etmektedir.

Bugün gelinen aşamada Doğu Akdeniz doğalgazının Avrupa güzergahının İsrail, Mısır, Kıbrıs, Yunanistan ve İtalya’yı bağlayacak boru hatlarıyla olması ihtimali daha kuvvetli. Nitekim 2019’un başında İsrail, Mısır, Ürdün, Kıbrıs, Yunanistan; İsrail’le sorunlu olan Lübnan ile Suriye ve Türkiye’yi dışlayarak bölgedeki doğalgaz üretim ve naklinin “adil ve güvenli” bir biçimde yapılması için bir ortak forum oluşturma kararı almış bulunuyorlar.

ORTADOĞU’NUN YENİDEN PAYLAŞIMI MÜCADELESİ

Doğu Akdeniz’de keşfedilen büyük servetin çıkarılmasını ve dağıtımını organize edebilmek, paylaşabilmek için ilgili ülkeler, anlaşmalar ve uzlaşmalar yapıp araştırma ve üretim için yeni adımlar atıyorlar. Bölgenin yeniden paylaşımı mücadelesi veren büyük emperyalist güçler de bu servetin yağmasından en çok payı almak için bölgedeki mevzilerini güçlendirmektedirler. Çünkü Doğu Akdeniz’de olanlar, Ortadoğu’nun yeniden paylaşımı mücadelesinin bir parçasıdır.  

Büyük emperyalist güçler ve bölge gericiliklerinin, zaten barut fıçısına döndürdüğü bölge, şimdi de Doğu Akdeniz’deki enerji rezervlerinin paylaşımı için yapılan hamlelerle patlamalara daha da müsait hale getirilmektedir.

ABD’nin 1991’de Irak’ın güneyini, 2003’te de tamamının işgal etmesi, arkasından IŞİD’in Irak ve Suriye topraklarında kendi “İslam devleti”ni kurmaya kadar gelmesi, İsrail-Filistin arasındaki çatışmalar, İran ve Hizbullah’ın gelişmelere müdahalesi, Rusya’nın Suriye rejimi tarafından yardıma çağırılması, Türkiye’nin Suriye topraklarının bir bölümünü işgali ve Suriye halklarına rejim dayatması, Mısır’da Sisi darbesi, Arap ayaklanmalarına emperyalist müdahalelerin yol açtığı gerilimler Doğu Akdeniz bölgesini ısıtan çelişkileri olağanüstü keskinleştirecek etkenleri harekete geçirdi.

Dünyanın yeniden paylaşılması mücadelesinin önemli merkezleri olan ABD ve Rusya Ortadoğu’da karşı karşıya geldiler. Soğuk savaş döneminin en sıcak denizi olan Akdeniz’e Ne ABD’nin ne de Rusya’nın ilgisi SSCB’nin çökmesinden sonra da hiç azalmamıştı. Bu ilginin sebebi de hep Doğu Akdeniz’deki gelişmeler oldu. Buna son 20 yılda doğalgaz ve petrol rezervlerinin bulunması da eklenince bölgedeki harareti (çatışma potansiyelini) kat be kat artıracak yeni bir etken daha eklenmiş oldu. Çünkü kapitalizmin “Nerde bir servet varsa orası emperyalist yağmanın konusudur” kuralı, her gün emperyalist iştahı artırarak işliyor.

İki büyük emperyalist güç arasındaki bölgenin yeniden paylaşımı mücadelesi; bölgede Rusya ve ABD’nin savaş gemilerinin sayısını artırması, NATO’nun yanı sıra Fransa ve İtalya’nın savaş gemileri ve savaş uçaklarının Doğu Akdeniz’de aktif görevlerle hareketlenmesi, Rusya’nın da Suriye’deki deniz ve hava üslerini güçlendirmesi, bölgedeki Şii nüfus üstündeki tartışılmaz etkisini arkasına almış olan İran’ın Kıbrıs Cumhuriyeti ve Mısır’la ilişkilerini geliştirme girişimleri bölgede yeni saflaşma ve çatışmaları tetikleyecek etkenleri hareketlendiriyor.

Rusya’nın Doğu Akdeniz’deki güçlenmesinden rahatsız olan ABD; bir yandan Suriye’ye yerleşmek için Kürtlerin özgürlük talebini de istismar ederek Kuzey Suriye’de yeni üsler kurarken öte yandan da İsrail, Mısır, S. Arabistan üstünden bölgedeki girişimlerini, bir Arap NATO’su kurmaya kadar götürdü. Bunları yaparken de ABD son yıllarda Rusya ilişkilerini hayli geliştirmiş olan “Akdeniz’in sabit uçak gemisi” Kıbrıs Cumhuriyeti’ne de “Artık tarafını seçmesini” isteyerek rest çekti! Bu çerçevede de ABD, Kıbrıs Cumhuriyeti’ne uyguladığı silah ambargosunu, 2019’un Temmuz ayının başlarında kaldırdı; ama bir şartı da vardı; “Rusya’nın savaş gemilerinin Kıbrıs limanlarından ikmal yapmalarına izin verilmemeli”ydi!

Son yıllarda Doğu Akdeniz, bölgedeki dayanaklarını artırmak isteyen Çin’in de ilgi alanı oldu. Çin henüz bölgedeki doğalgaz yataklarına ilgi göstermiyor görünse de etrafında dolandığı da bir gerçek. Yunanistan’ın Pire Limanı ile Kıbrıs’ın Limasol Limanı’nın işletmesini de kapsayan, “Deniz İpek Yolu Projesi”yle ilgili girişimleri Çin’in, Doğu Akdeniz’deki enerji yataklarına yönelik, hatta Ortadoğu’nun yeniden paylaşımıyla ilgili adımları olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.

DOĞU AKDENİZ’DE NELER OLUYOR; TÜRKİYE NE YAPIYOR?

Yukarıda da belirtildiği gibi son aylarda Türkiye bölgeye sondaj gemileri, onları “korumak” için de savaş gemileri, İHA’lar ve savaş uçakları da göndererek kriz bölgesinde hem iç kamuoyuna hem de dünyaya gövde gösterisi yapmaya başladı. Sondaj gemisi “Yavuz”, Temmuz (2019) ayının ikinci haftasında, Kıbrıs’ın Karpaz Burnu’nu geçerek adanın güneyinde sondaj çalışmalarına başladı. “Yavuz’un savaş gemileri tarafından korunduğu, savaş uçaklarının ve İHA’ların bölgede sürekli uçtuğu” açıklandı. “Yavuz’un Uluslararası hukuku ihlal ettiğini” öne süren Kıbrıs Cumhuriyeti Türkiye’yi şiddetle kınadı. AB’nin Genişlemeden Sorumlu Sekreteri Mogerini de “Türkiye’nin adımlarından endişe duyuyoruz. AB gereken önlemleri alacaktır” açıklaması yaptı. Arkasından da AB’nin Türkiye’ye karşı dört maddelik bir yaptırım kararı aldığı açıklandı.

Türkiye bölgeye sadece sondaj ve koruma gemileri göndermiyor, çok gürültülü bir propaganda yürütüyor. Bu propagandanın önemli ve hamasete dayanan yanı iç politikaya yönelik olması, ancak işe sondaj gemileri ve savaş gemilerinin de katılmasıyla bu girişimler Kıbrıs Cumhuriyeti’nden ABD’ye Yunanistan’dan Fransa’ya ve AB’ye kadar geniş bir tepkiye de yol açtı. Böylece Doğu Akdeniz sorunu, son aylarda Türkiye siyasetinin ve medyasının en önemli gündemlerinden birisi oldu; hatta yakın gelecekte birincisi olmaya da aday!

Ancak geriye doğru gidersek, Türkiye’de, Doğu Akdeniz’deki gelişmelerin enerji yatakları üstünden gündeme gelmesi en fazla 2013’e uzanır. Kaldı ki, Türkiye’nin 2013’ten itibaren bölgeye müdahalesi, tamamen “protokol icabı” bir müdahaleyle sınırlı kalmıştı. Ama bölgede doğalgaz ve petrol aramaları ile ilgili somut girişimler 21. yüzyılın başına kadar gitmektedir.

Kıbrıs Cumhuriyeti, 2004 yılında Münhasır Ekonomik Bölge’yi (MEB) 200 kilometreye çıkardığını ilan ederek, bu münhasır bölgeyi parsellere ayırdı (13 parsel) ve uluslararası ihaleler açarak büyük petrol devlerini bölgeye davet etti. Mısır, İsrail, Lübnan, Ürdün gibi ülkelerle MEB anlaşmaları ile, bu ülkelerin yanı sıra AB ve Yunanistan’ı da konunun tarafları yapmıştı. Hatta ExxonMobil üstünden ABD’yi, ENİ üstünden İtalya’yı, TOTAL üstünden de Fransa’yı bölgedeki konunun tarafı haline getirmişti. Böylece Doğu Akdeniz, tarihsel büyük sorunların ve yakın tarihteki çatışmaların alanı olmasının yanında, 21. yüzyılın başından itibaren büyük doğalgaz ve petrol rezervlerinin paylaşımı mücadelesinin sahası haline geldi ve hızla ısınan bir “kriz bölgesi”ne dönüştü.

Bu gelişmeler içinde; ABD ve AB’yi de arkasına alan Kıbrıs Cumhuriyeti, Mısır, İsrail, Lübnan, Ürdün Doğu Akdeniz’in enerji alanlarını aralarında anlaşarak paylaşırken, Kıbrıs Cumhuriyeti üstünden AB ve Yunanistan bölgede yeniden mevzilenmekteler.

Sadece devletler değil, ExxonMobil (ABD), TOTAL (Fransa), ENİ (İtalya), Kogas (G. Kore), Qatar Petrolium (Katar) gibi uluslararası petrol devleri de bölgede derin sondaj platformları kurarak çalışmalarını sürdürmektedirler. Fransa, İtalya, ABD de bölgede faaliyet gösteren firmalarının güvenliğini sağlamak adına bölgedeki savaş gemilerinin sayısını artırmak için somut girişimler yapıyorlar.

Özellikle de Mısır ve İsrail ciddi yataklar buldular ve bunların işletilmesi, hatta elde edilecek fazla gaz ve petrolün Avrupa’ya taşınması için İsrail, Kıbrıs ve Mısır daha 2017’de aralarında anlaşmaya varmışlardır. Mısır 2015’te keşfettiği ve bölgenin en büyük rezervi olarak bilenen Zohr bölgesinde doğal gazı çıkamaya da başlamıştır. Nitekim Mısır 2019’da kendi doğalgaz ihtiyacını karşılarken, şimdiden doğalgaz ihracatçısı bir ülke olarak 2019’da ihracata da başlamıştır.

Türkiye egemen sınıfları Doğu Akdeniz’deki paylaşım mücadelesinde kendisini en haklı ve meşru pozisyonda görüyor. Bu sınıfları temsil eden iktidar sözcüsünün“Senin Kıbrıs’ta ne işin var” diye posta attığı AB’la da bu konuda yarışıyor.

TÜRKİYE HANGİ TEZLERE DAYANIYOR?

Türkiye iktidarı, bu genel tablo içinde, bölgedeki 20 yıla yaklaşan gelişmeleri “yeni duymuş” gibi ortaya çıkıp “Yavuz, Fatih” sondaj gemileri ile “Barboros Hayerttin Paşa” adındaki sismik araştırma gemisiyle bölgeye müdahale etmeye çalışıyor. Bölgede araştırma ve sondaj çalışmalarının üstünden 20 yıla yakın bir zaman geçtikten, diğer ülkelerin pek çok konuda aralarında anlaşmalar uzlaşmalar yapıp, kendi doğrultularında yol aldıkları bir zamanda Türkiye’nin; “Bu bölgede kimse bizi dışlayarak oyun kuramaz, KKTC’nin ve bizim haklarımızın yenmesine izin vermeyiz” hamaseti ve silah göstererek ortaya çıkması, bölgedeki gerilimlere yeni bir gerilim eklemiştir.

Türkiye’nin böyle gürültülü bir biçimde gidişata müdahale etmeye kalkmasını dayandırdığı iki temel tezi var. Bu tezler özetle şöyle:

1. Kıbrıs Cumhuriyeti, MEB’i 200 kilometre olarak ilan ederken bizimle anlaşamamıştır. Dolayısıyla ilan ettiği MEB’in meşruiyeti yoktur. Bu durum Türkiye’nin de kıta sahanlığında kalan bu bölgede (Bu bölge Kıbrıs’ın güneyindeki 13 parselin 11’ni de kapsıyor) bizim de hakkımız vardır. Dolayısıyla biz de bu parsellerde, kimseye danışmadan sondaj yapabiliriz. Dahası bu parsellerde faaliyet gösterecek diğer ülkeler ve firmalar bizimle de anlaşmak zorundadır!

2) KKTC Kıbrıs’ın bir parçasıdır. Dolayısıyla, bulunacak petrol ve doğal gazda KKTC’nin de Güney Kıbrıs kadar hakkı vardır. Bu da Kıbrıs’ın garantörü de olan Türkiye’ye KKTC’nin haklarını koruma yükümlülüğü verdiği gibi, KKTC’nin izniyle Türkiye Kıbrıs’ın Münhasır Ekonomik Bölgesi’nde, kimseyle anlaşıp uzlaşmadan araştırma ve sondajlar yapabilir, petrol ve doğalgaz çıkarmak için çalışma yapabilir!

Nitekim bu çerçevede KKTC Cumhurbaşkanı Mustafa Akıncı, Kıbrıs Rum kesimine, BM Kıbrıs Temsilciliği aracılığı ile Kıbrıs’ın Münhasır Ekonomik Bölgesi’ndeki petrol ve doğal gaz araştırmalarının sürdürülmesi için (11 Temmuz 2019 günü) iki tarafın eşit üyeyle katılacağı “iki toplumlu bir komite” oluşturulmasını önerdi. Türkiye aynı gün KKTC’nin bu önerisini desteklediğini açıkladı. Ama bir hafta sonra da Rum tarafı, KKTC’nin bu önerisini reddetti.

TBMM’de gurubu bulunan AKP, CHP, MHP ve İyi Parti, 18 Temmuz’da ortak bir bildiri ile Hükümetin Doğu Akdeniz politikasına tam destek verdiler. Bu tutum Türkiye burjuvazisinin Ortadoğu’da yeni bir evreye geçen maceracı ve yayılmacı siyaseti doğrultusunda bu partilerin temsil ettiği burjuva kliklerin de hemfikir olduğunu göstermektedir. HDP ise sorunun çözülmesine kadar hem Kıbrıs’ın hem de Türkiye’nin sondaj çalışmalarının durdurulmasını istedi.

TÜRKİYE’NİN TEZLERİ NE KADAR KUVVETLİ?

İlk bakışta Türkiye’nin iddialarının güçlü ve tarafsız bir gözle bakacak olanların Türkiye’nin tezlerine itiraz etmemesi gerektiği düşünülebilir ama gerçek hukuken de diplomatik tablo açısından da böyle değildir. Çünkü her şeyden önce KKTC sadece Türkiye tarafından tanınan, Türkiye’nin en yakın dostları Azerbaycan, Katar gibi ülkelerin bile tanımadığı bir “ülke”dir. Bu yüzden de “KKTC’nin hakları” üstünden öne sürülen iddiaların, uluslararası herhangi bir platformda taraftar bulması çok olanaklı değildir. Dahası Kıbrıs, 2004’ten beri Kıbrıs Cumhuriyeti olarak AB üyesidir. Dolayısıyla Kıbrıs’ın toprağı ve MEB’i, AB’nin toprağı ve MEB’idir.

Nitekim AB, Türkiye’nin Kıbrıs merkezli girişimleri karşısında sert tepki göstermekte, Türkiye’nin bölgedeki girişimlerini uluslararası hukuka aykırı olarak görmektedir.

Nitekim, Türkiye’nin bölgeye sondaj gemileri göndermesinin hemen arkasından AB’nin Genişlemeden Sorumlu Sekreteri Mogerini’nin “Türkiye’nin adımlarından endişe duyuyoruz. AB gereken önlemleri alacaktır” açıklamasından hemen sonra AB’nin ilgili kurumları harekete geçti.

15 Temmuz’da toplanan AB Dışişleri Bakanları Konseyi, Türkiye’ye yönelik olarak bir dizi yaptırım kararı aldı.

Bu yaptırımlar;

  • AB’nin Türkiye’ye sağladığı katılım öncesi fonlarda kesinti yapılmasını,
  • Avrupa Yatırım Bankası’nın Türkiye’deki kredi faaliyetlerinin gözden geçirilmesini,
  • Türkiye ile AB arasında devam eden havacılık anlaşması müzakerelerinin askıya alınmasını ve Ortaklık Konseyi ile üst düzey diyalog toplantılarına bir süreliğine ara verilmesini,
  • AB’nin Katılım Öncesi Mali Yardımı (IPA) çerçevesinde 2014-2020 döneminde Türkiye’ye taahhüt ettiği 4,45 milyar avrodan bir miktar kesinti yapmasını kapsıyor.

Türkiye, bu yatırımların uygulama niteliği olmadığını ve “kıytırık yaptırımlar” olduğunu öne sürse de AB’nin yatırımlarıyla karşı karşıya kalmasının yaptırımların ekonomik içeriklerinden daha önemli olduğu ve Doğu Akdeniz’de AB’nin Kıbrıs ve Yunanistan’ın arkasında olduğunu ifade etmesi hafife alınmaması gereken bir şeydir.  

AB’nin bu kararı da açıkça gösteriyor ki AB; Doğu Akdeniz’deki gelişmeler içinde, sadece genel olarak, “dünya barışı” sorumluluğu ile değil, Kıbrıs’ın AB üyesi olması ve AB toprağı, Kıbrıs’ın ilan ettiği MEB’i aynı zamanda AB’nin MEB’i olarak görmesi nedeniyle de açıkça ve resmen taraf durumundadır.

KİM HAKLI YA DA TÜRKİYE HAKLI MI?

Türkiye burjuvazisinin Doğu Akdeniz’deki durumu için kendisini en haklı gördüğü konuların başında, Kıbrıs’ın MEB’inin Türkiye’nin kıta sahanlığını da kapsadığı ve Kıbrıs’ın MEB’ini Türkiye ile anlaşmadan ilan ettiği iddiası gelmektedir. Dolayısıyla da Türkiye Kıbrıs’ın MEB’ini tanımadığını ilan etmektedir. Bu tutumunu da Türkiye, BM’nin 1982’de düzenlediği “Deniz Hukuku Sözleşmesi”ne dayandırmaktadır. Ki, buna göre MEB ilanı, Akdeniz gibi iç denizlerde, ancak ilgili ülkelerle varılan anlaşmalarla ilan edilebilmektedir.

BM’nin, “Deniz Hukuku Sözleşmesi”nden bakınca Kıbrıs’ın MEB’i ile ilgili Türkiye’nin haklılığı söz konusu olsa da Kıbrıs’ın diğer ülkelerle anlaşmalar yaparak kendi pozisyonunu güçlendirirken, Türkiye’nin itirazlarını tek bir ülke bile desteklememektedir. Dahası Türkiye’nin Kıbrıs’ı resmen tanımaması, kendi haklılığını da “KKTC’nin hakları” üstünden gerçekleştirmeye çalışması da eklenince Türkiye Doğu Akdeniz’deki iddialarına hukuki bir dayanak oluşturamamıştır.

Sorunun BM’nin “Deniz Hukuku”yla ilgili tartışılması, hukuki bir sorundur ve bu nedenle de diplomasinin konusudur. Ve bu tartışma muhtemeldir ki uzun yıllar sürecek ve tarafların üstünde anlaştığı bir sonuca da varmayacaktır. Ki tartışmamızla ilgisi de sadece Türkiye’nin böyle bir tez ileri sürmesinden dolayıdır.

Bu yüzden de burada Doğu Akdeniz’de kimin haklı olduğuna bölgedeki paylaşım mücadelesi açısından bakacağız.

Buraya kadar söylenenleri özetlersek: Türkiye’nin Kıbrıs’ın ilan ettiği münhasır ekonomik bölge içinde KKTC kıyılarında ve Kıbrıs’ın güneyine inerek Kıbrıs’ın belirlediği parsellerde çalışma yapmaya başlaması, Kıbrıs, Yunanistan, Fransa, AB ve ABD tarafından tepkiyle karşılanmıştır. AB tepkisini, Türkiye’ye yaptırım için karar almaya kadar götürmüştür. Nitekim bölgede doğalgaz aranması ve çıkarılmasıyla ilgili gelişmeler içinde; bir yanda İsrail, Mısır, Lübnan, Ürdün, Kıbrıs, Yunanistan’ın onların hemen arklarında AB ve ABD’nin yer aldığı bir blok oluşmuştur. Karşı taraflarında ise sadece Türkiye vardır!

Bu saflaşma; bölge gericilikleri ve bölgeye müdahale eden emperyalistlerin bir tarafta olduğu, Türkiye’nin de öbür tarafta olduğu bir tablo oluşturuyor. Bu tabloya bakıldığında ilk akla gelen Türkiye’nin bu gerici emperyalist güçler karşısında bölge halklarının çıkarını, en azından bölgedeki enerji kaynaklarını adil dağıtımını savunan, emperyalistlerin bölgeye müdahalesine karşı çıkan bir ülke gibi olmasıysa da bu aldatıcıdır. Tersine Türkiye burjuvazisi bölgedeki gerilimlerden ve bu bölgenin dizaynını gündemine almış emperyalistlerin çelişkileri arasından kendisine alan açarak fayda sağlamaya, paylaşım sürecinden nemalanmaya çalışmaktadır. “Bölgede bizim içinde olmadığımız bir oyun kuramazsanız. Buna izin vermeyiz” müdahalesini de böyle anlamak gerekir.

Türkiye burjuvazisi ve iktidarı sadece bölgenin servetlerinin yağmalandığı “kurtlar sofrası”nda kendisine yer açmak için müdahale etmektedir. Tıpkı Suriye’de, Suriye’nin topraklarına asker çıkarıp, bazı bölgelerini askeri olarak da kontrol altına alarak, cihadist gruplarla ilişki içinde güç gösterisi yaparak, paylaşım masasında kendisine yer açmak istemesi gibi! Bu yüzden de Türkiye’nin diğer ülkeler tarafından dışlanmış olması, Türkiye’nin dışlandığını gösterir ama haklılığını ya da mağduriyetini göstermez.

Yeni Osmanlıcı, “yayılmacı” amaçlarla hareket eden Türkiye, bölgedeki ülkelerle sorunlarını bölge ülkeleriyle ikili ya da çok taraflı görüşmelerle çözecek ilişkilere bile sahip değildir. Ama sadece bu kadar da değil. Türkiye bölgeye müdahale eden AB ve ABD ile de önemli sorunları vardır ve AB, uluslararası hukuku ihlal ettiği gerekçesiyle Türkiye’ye yaptırım kararı almıştır. ABD’nin de Türkiye ile Doğu Akdeniz’in enerji yataklarıyla doğrudan ilgili olmasa da[1] Türkiye’ye hem İran politikası hem de hem de Rusya ile S-400 alımı üstünden ekonomik ve askeri ambargo uygulayacak ölçüde sorunları vardır.

Bu yüzden de bölgede tek başınadır.

Bir zamanlar bunu “değerli yalnızlık”olarak savunan AKP Hükümeti, aslında yeni Osmanlıcı “yayılmacılık” amacına eklenen hot-zot diplomasisinin sonucu olarak tecrit olmuş durumdadır.

Çünkü Türkiye;

  • Bölgede ülkelere rejim dayatan,
  • Yeni Osmanlıcılık adına, eski Osmanlı toprakları üstünde tarihsel hakları iddiasında bulunan, bölgedeki mezhep çatışmalarına taraf olarak katılırken Sünni İslam’ın kurtarıcısı rolü üslenerek cihadist guruplarla, özellikle de İhvan’la bölgede etkin olma peşinde koşan,
  • Bölge halklarını kendi kaderini tayin hakkının önünde tehdit unsuru olan dış politikası ve emperyalistlerin bölgeye yerleşmesi için gerekçe yaratan tutumuyla,
  • Kıbrıs’ta 45 yıldır sorunun çözülmemesi için kendi payına düşeni yapmasıyla,
  • Bölgedeki ülkelerle sorunları silahla çözmeye varan girişimleriyle, en küçük sorunlarda bile, içerideki en gerici güçlerin nabzını okşama amaçlı olarak, “Türk’ün Türkten başka dostu yoktur” gibi ön yargıları körükleyerek, “hamaseti, meydan okuyuculuğu”diplomasisinin olağan üslubu yaparak, kendini komşu ülkelerden olduğu gibi dünyadan da tecrit eden bir köşeye çekilmiştir.

Yani Türkiye iktidarı ve sermaye sınıfı bu politikalarla bölgede antiemperyalist bir tutum almamakta, bölgenin yeraltı kaynaklarının emperyalist ve gerici güçlerin yağmasına karşı çıkmamakta, bu yağmadan kendisine pay verilmesini istemektedir. Bu yüzden de Türkiye’nin dışlanmasını “Türk düşmanlığı”na ya da “Türkiye’nin haklılığı”na indirgemek yanlıştır.

Dahası Doğu Akdeniz’de enerji kaynaklarının paylaşımı mücadelesinde haklı olan bir ülke ya da “taraf” yoktur. Tersine paylaşım masasında olan ya da “dışlanan” ülkeler, bölgenin yeraltı kaynaklarının paylaşımındaki paylarını çoğaltmak için mücadele halindedirler. Arkalarında da Ortadoğu’nun yeniden paylaşımı mücadelesinde ABD ve Rusya başta olmak üzere emperyalist güçler vardır.

Burada tek doğru tutum ise emperyalistlerin bölgeden ellerini çekmesini isteyen anti emperyalist bir tutum olarak bölge servetlerinin bölge halkları arasında adil bir biçimde paylaşılmasını savunmaktan geçmektedir.


[1] Türkiye ve ABD ilişkilerindeki sorun Doğu Akdeniz’deki enerji yataklarıyla doğrudan ilişkili değildir elbette,  bu iki ülkenin Suriye’de karşı karşıya gelmiş olmalarıdır. Dahası Türkiye’nin Rusya ile ilişkilerinde ABD ve batı emperyalizminin stratejik hedefleriyle ters düşen bir çizgiye yönelmiş olmasıyla ilgilidir. Ki bu sorun da bir yanıyla ya şimdiden Doğu Akdeniz’deki gelişmelerle bağlantılıdır ya da yakın gelecekte bağlanacaktır. Ki, ExxonMobil ile şimdiden de ABD bölgedeki paylaşım mücadelesine somut olarak el atmıştır diyebiliriz. Elbette, İsrail demenin ABD demek olduğunu da unutmamak gerekir.