Yusuf Akdağ

Popülizm”, düzinelerce yazarın binlerce sayfa tutan çok sayıdaki kitap ve makalesine “konu” başlığı olmuş bir “kavram” özelliği kazanmış -ya da bu düzeye çıkarılmış bulunuyor! “Popülizm külliyatı”da diyebileceğimiz bu yazında kavram, genel olarak belirlenimi güçlük gösteren “halkçılık” karşılığı kullanılmakla birlikte, daha belirgin şekilde ‘muhalif politikalar’ın farklı biçimleriyle özdeşleştirilmekte; küreselleşme ve neoliberalizmle bağlantılı ekonomi politikalar çerçevesinde kavramsallaştırılmakta; “klasik”, “neoliberal” ya da “neo-popülizm” ayrımıyla sağ ve sol politikalar (bu politikaların sınıfsal karakteri gözardı edilerek) üzerinden tarif edilmektedir. “Popülizm” üst başlığının bu geniş kapsamlı kullanılışı, popülist politikalara yaklaşım farklılıklarıyla birlikte, “halk”a seslenen ve “halk adına” politika yaptığını söyleyen farklı ve zıt politik görüşlere sahip çok sayıdaki siyasetçinin “popülist” olarak nitelenmesine de neden olmaktadır. Napolyon, Hitler ve De Gaulle’ü; Mısır’da Arap milliyetçisi ve ulusallaştırmacı politikalarla ortaya çıkan Cemal Abdül Nasır’ı, Trump destekçisi Çay Partisi çevresini ve hatta “içe kapanmacı” politikalarıyla Trump’ın kendisini; A. Menderes, Süleyman Demirel ve R. T. Erdoğan’ı; Bülent Ecevit ve öncesinden başlayarak CHP “halkçılığı”nı, Juan Peron, Luiz Inacio da Silva ve Hugo Chavez’i ve daha bir dizi ismi “popülist politikacılar” listesine alan yazarlar vardır.[1]

Latin Amerikalı yazarların popülizm ve neo-popülizm tanımlamalarını ve “neo-popülizmin demokrasi üzerindeki etkileri”ne dair açıklamalarını irdeleyen David Leaman, bu yazarların Arjantin, Brezilya, Şili, Peru, Ekvator, Meksika, Panama, Nikaragua, El Salvador ve Venezuela gibi Latin Amerika ülkeleri üzerine incelemelerinde, Alberto Fujimori, Carlos Menem ve Fernando Collor de Mello gibi politikacıların “1990’ların önde gelen neo-popülistleri”; Carlos Salinas de Gortari, Fernando Henrique Cardoso ve Pinochet sonrası Şili örneğinin “neoliberal popülizm”in; Juan Peron’un ise “klasik popülizm”in temsilcisi olarak gösterildiğini belirtir.[2]

Bu oldukça ‘kalabalık’ yazında, “popülizm” kavramı ve popülist politikaları “Atina Site devleti demokrasisi”ne dek eski çağlara dönülerek temellendirme çabalarına da, Fransız Devrimi ve sonrası tarihsel süreçte siyasal iktidarlara karşı muhalif politika biçimleri kapsamında açıklanmasına da rastlanabilir. “Popülizm”i, kavramın etimolojik kökeninden hareketle 1870-1890 döneminde, ABD’de “Popülist Çiftçi Birlikleri (Populist Farmers’ Alliances) ve Granger kulüpleri”ne, “Grangers” ve “Greenbackers” adıyla ortaya çıkan çiftçi hareketine; “Cumhuriyetçiler” ve “Demokratlar” dışındaki üçüncü alternatif olarak “Halk Partisi”ne dayandıranlar da vardır.[3]

Popülizm” üzerine tartışma literatürü, 1900’lerin ilk yıllarında Rus Narodnikleri’nin (Narodnoya Volya) programatik görüşleri ve “halkçı” söylemlerinden hareketle popülist olarak nitelendirildikleri Rusya’daki tartışmalar saklı tutulduğunda, Latin Amerika’daki bazı gelişmeler üzerinden 1940’lı yıllarda gündeme geldiğini; Juan Peron’un 1946-1955 arası dönemde –aralıklı olarak– Arjantin’de devlet başkanlığına gelmesiyle birlikte yeniden arttığını; 1960’lı yıllarda bir ölçüde daha fazla sözü edilir olmakla birlikte Latin Amerika’da faşist diktatörlüklere karşı mücadele koşullarında “halkçı liderler”in ortaya çıkarak kitlelerin desteğini almaya başlamalarıyla yoğunluk kazandığını gösteriyor. Ancak “popülizm” üzerine söylem ve tartışmalar asıl olarak 1980’li yıllar ve sonrası dönemde yoğunluk kazanmıştır. Bu tartışma 1990’lı ve 2000’li yıllarda, Latin Amerika’da ve Avrupa ülkelerinde sol “popülist” partilerin yanı sıra, yabancı düşmanı ırkçı, sağ, gerici parti ve hareketlerin burjuva iktidarının çözümsüzlüklerini söylem konusu yaparak ekonomik, sosyal ve politik baskılara öfke duyan ve arayış içinde olan toplumsal kesimlerden aldıkları destek ve bazı ülkelerde hükümet-devlet yönetimleri düzeyinde mevziler edinmeleri, “popülizm”in bir teori sorunu haline getirilmesinde ve popülizm külliyatının oluşmasında başlıca dayanaklardan biri olmuştur. Amerika, Avrupa ve daha sonra gelmek üzere Afrika ülkelerindeki gelişmeler, özellikle de Latin Amerika ülkeleriyle Yunanistan, İspanya gibi Avrupa ülkelerinde burjuva-küçük burjuva reformist sol platformlar üzerinden “halk”a, “kitleler”e yönelik söylemleriyle güç toplayan partilerin ortaya çıkması, burjuva liberalizmine iman etmiş ideologları, “sol popülizm”i “sol için yegane çıkış yolu” gösteren kurgular oluşturmaya cesaretlendirmiş ve bu anlayış ilerici sol kesimlerde gördüğü ilgi üzerinden giderek popüler hale gelmiştir.

Bu gelişmelerin geniş şekilde ve ayrıntılarıyla irdelenmesi bu makalenin kapsamına sığmayacağı gibi konusu da değildir. Ancak, Latin Amerika’daki başlıca üç “deney” ile birlikte bazı Avrupa ülkelerinde reformcu sol liberal hareketlerle “aşırı sağ” ve faşizan parti ve hareketlerin gösterdiği gelişmeleri, buradaki tartışmamızla bağı açısından, “daha ayrıntılı” denebilecek şekilde ele almamız gerekiyor. Bu, liberal sol teorisyen ve yazarların “sol çıkış” argümanının, sömürülen ve ezilen sınıf ve kesimler için gerçek bir çözüm sunmadığının görülmesi açısından da gereklidir. Bunlara değineceğiz. Ancak daha önce, “popülizm” kurgusunun karakteristik özellikleri yönünden bazı ön belirlemeler yapmamızda yarar var.

Bu bakımdan şunlar söylenebilir:

a-) Latin Amerika ülkelerindeki ilerici demokratik halk hareketlerinin desteğinde güçlenen “sol” partilerin (ve liderleri) yanı sıra Avrupa ülkelerinde “merkez dışı partiler” olarak da işaret edilen sol liberal reformcu hareket ve partilerle yabancı düşmanı şovenist ve faşizan politikalar izleyen “aşırı sağ” partilerin sosyal, ekonomik ve politik sorunların ağır yükü altında bunalan ve çıkış yolu arayan kitlelerden gördükleri destek “popülizm” söylemi ve tartışmalarının yoğunlaşmasında başlıca dayanaklardan biri olmuştur.

b-) Popülizm” üzerine “külliyat”, sorunun ele alınışı ve tartışılmasının liberal “sol” merkezli bir yoğunluk gösterdiğine işaret ediyor. Bu yazında, Chavez ve “Beşinci Cumhuriyet Partisi” başta olmak üzere Yunanistan’da –koalisyon hükümetinde yer alan– Çipras ve Syriza, İspanya’da Indignados (Podemos) hareketi, Brezilya’da Luiz Inacio da Silva (kısaca Lula) ve partisi (PT), ABD’de “sosyalist” olduğu rivayetiyle Bernie Sanders ve partisi, Fransa’da Melancon ve partisi “sol popülizm”in temsilcisi olarak gösterilmektedir.

c-) Popülizm” üzerine liberal sol literatürün başlıca karakteristik özelliği, sorunu sınıf ve ekonomi merkezli irdelemeyi dışlaması ve kapitalizme yönelik Marksist eleştiriyi “politika bilmez”lik olarak suçlamasıdır. Çok sayıda teorisyen, yazar ve politikacı on yıllardır, “toplumsal sınıf teorilerinin yanlışlığı” iddiasıyla “sol”a, toplumsal kimlikler ve aidiyetleri referans alan “halkçı-çoğulcu” popülist politikalar izlemeyi öneriyor. Michael Hardt ve Antonio Negri (“çokluk siyaseti”), Ernesto Laclau ve Chantal Mouffe (“Yeni toplumsal fenomenler” ve “Radikal Demokrasi” teorisi) bunların ön sıralarında yer alıyorlar. Daha yakın bir tarihte, Anton Jäger, Jean-Luc Mélenchon’un bir soru üzerine “Tabii ki popülistim” dediğine işaretle Melanchon’un bu ifadesini, “Avrupa solu”na, “popülizmi nereye koyacağı” konusunda bir tutum geliştirmesi bakımından yol gösterici olarak sundu ve Mélenchon’un “sol popülizm”i, sol için “tek çıkış yolu”olarak gördüğüne dikkat çekerek “popülizm” üzerine tartışmaların “sınıf, ekonomi ve demokrasi konuları etrafında” sürdürülmesini “sol’un çıkmazı” olarak tarif eden Chantal Mouffe’un liberal görüşlerinin bir versiyonunu yayımladı.[4]

Latin Amerikalı yazarların “popülizm” üzerine çok sayıdaki eserini irdeleyen David Leaman ise, “popülizm” tartışmasını “toplumsal sınıf”ın “çatallaşması” ve “enformel sektörün büyümesi”yle ilişkilendirmektedir. Ona göre bu nesnel değişim “popülizm” tartışmasını ve popülist politikaları olanaklı kılmıştır. “Popülist” ve “neo-popülist” kavramlarının “farklı tiplerde büyük politik reform süreçlerini geliştirmek için kullanılmakta olan, yapısı kolay değişen çok sınıflı koalisyonları ve kişisel siyasi liderlik yaklaşımlarını tanımlayan sıfatlar olarak kullanılmalarını” ve “popülizm” yerine popülist kavramının kullanılmasını öneren Leaman, Carlos Menem’in politikalarını “neo-popülist liberalizm”; Chavez’in politikasını “neo-popülist milliyetçilik” olarak nitelendirmiştir.[5]

d-) İşçi hareketinin geriye düşmesi ve sosyalizmin tarihsel önemde bir yenilgi almasının yarattığı manevi yük, çöküş ve umutsuzluk halinin henüz aşılamadığı koşullarda, bu durumdan “çıkış yolu”yla ilişkilendirilen “popülizm” analizleri ve popülist politikalar “sol”, devrimci ve demokrat çevrelerde ilgi görebilmiş; “sol”a, “mecalsizliği”nden çıkış umudu ve iktidar olmanın yolu olarak gösterilen “kitle politikası” merkezli bu liberal teoriler küçük burjuva reformcu, sol çevrelerde ilgi çekici olmuş ve bu durum da tersinden liberal yazın ve söyleme malzeme sağlayarak işçi sınıfının sosyalizmle birleşmesinin alternatifi gösterilmesini ve “popüler”leştirilmesini sağlamıştır.

‘POPÜLİZM’ KURGUSUNDA ÖNE ÇIKAN VE ÇIKARILANLAR

1- Bu analiz ve tartışmalarda “popülizm”, mevcut sistemin aşılamayan sorunları ve kriziyle bağlı olarak iktidar/“elitler” ile halk ve “karizmatik lider(ler)”i dolayımında işlevsellik kazanan çelişki ve karşıtlık üzerinden açıklanmakta; sol popülist politikalarda “halk”ın, “sağ popülist” söylemde ise “millet”in merkezi kavram özelliği gösterdiği ileri sürülmekte; “kurulu değer ve ilkelerin sorgulanması” ve siyasetin “yeniden (tabandan)” kurulması kapsamında bir ideoloji ve daha çok da politika olarak tarif edilmektedir. “Halk”la, otoriter yönetim karşıtı politik söylem aracıyla kurulan ilişki “popülizm”in başlıca özelliklerinden biri olarak gösterilmektedir.

Halk hem “sahip çıkılan”, “adına konuşulan”dır hem de milletler ya da kitleler söyleminde olduğu üzere genişletilmesiyle “ötekileştirilmesi gereken ögeleri” içerendir. “Popülizm” “anti-establishment” ve “elitler” karşıtı olarak gösterilir.[6]

2- Lider-kitle ilişkisi “popülizm” irdelemelerinin tümünde özellik belirtici bir argümandır. Bu irdelemelerde “popülizm” ile “karizmatik lider” arasında kurulan bağ, Sigmund Freud’un, “iki tür psikoloji vardır: şefin psikolojisi ve sürünün psikolojisi” anlayışını yineler gibidir. Laclau’da daha belirgin olmak üzere, Freud’un kitle ya da “sürü” psikolojisi ve içgüdüsel yöneliş mantığı neredeyse bire bir benimsenir. Popülist siyaset ile “lider” ilişkisini temsil etme/edilme bağlamında ele alan Laclau’ya göre, “lider”, “heterojen bütünlük”ün (halk) tikel unsurlarından biri olmakla birlikte “halk iradesi”ni temsil etme misyonuyla yüklüdür ve hem “eşitlerden biri” hem de “eşitlerin birincisi” konumundadır. “Lider”e bağlılığın yüksek düzeyi popülist politikanın etkisini artırır.[7] Popülist politikada lider-halk ilişkisini Laclau ile bire bir aynı argümanlarla kuran Mouffe, “popülist stratejide liderin rolü”nden hareketle popülist hareketlerin otoriter olmakla itham edilmelerinin mekanik bir yaklaşım olacağını ileri sürer. Ona göre “güçlü lider”liğin olumsuz sonuçlar doğurma olasılığından hareketle “özü gereği otoriter rejime eş” tutulması için hiçbir neden bulunmaz! “Karizmatik ve mesihsel lider kavrayışı olmadan” popülizmin “güdük bir tarihsel form olarak” kaldığını belirten Arjantin asıllı tarih profesörü Federico Finchelstein ise, popülizmin, ancak “onun otoriter liderlik nosyonu ve seçimler yoluyla iktidara gelme amacı” anlaşıldığında doğru şekilde değerlendirilebileceğini ileri sürer. Buna göre, “lider” halk tarafından seçilmiş yönetici olarak “bizzat halkın kendisi” yerine ikame olmuş ya da edilmiş “otorite ve irade” olarak halk adına her tür karar verme ve uygulama hakkını elde etmiş olur![8]

Popülizmin “karizmatik lider, halk ve iktidar” üçlemesi üzerinden tarif edilmesi Latin Amerikalı yazar D. L. Raby tarafından da benimsenir. Raby, “dikkat çekici bir hitabet ve kesin eylem anında harekete geçirme yeteneğine sahip bireysel karizmatik bir lider tarafından yönetilen, ideolojik olarak esnek ama eylemde birleşmiş, geniş, ulusal demokratik bir hareket”ten söz ederek, bu tip bir hareket ve liderliğin “kaçınılmaz olarak popülizm meselesini” gündeme getireceğini söyler. Ona göre, popülizm “oportünizm veya demagoji ya da özgül bir ideoloji veya program” olarak alınmazsa eğer, Venezuela’da Chavez’in uyguladığı politika “devrimci tarzda bir popülizm” olarak nitelendirilmeyi hak eder.[9]

3- Popülizm” yazınının diğer belirtici bir özelliği, “popülizm”in bu yazında “kurulu düzen”in “iç gerginlikleri” ve sorunları nedenli “meşruiyet krizi”yle ilişkilendirilmesidir. Türkiyeli akademisyenlerin “popülizm” üzerine irdelemelerinde, Laclau ve Mouffe’un yanı sıra adını en fazla andıkları ve alıntıladıkları siyaset bilimcilerden biri olan Margaret Canovan “popülizm”in genel bir tanımından kaçınmakla birlikte onu, mevcut iktidara, yani otoriteye ve “seçkin”lere karşıt politika ve ideoloji kapsamında açıklamaya çalışır. Ona göre, popülizm, otoriteyle “halk adına” ve “demokratik meşruiyet zemininde” kurulan ilişki ya da yapılan “konuşma”yı ifade eder. “Popülizm”in “tarımsal” ve “siyasal” olanından söz eden Canovan, bunu, 1890’lı yıllarda ABD’deki Halk Partisi’yle Rus popülizmi ve Narodnik hareketi gibi oluşumlar üzerinden açıklarken, popülizmin siyasal açıdan gerici ya da demokratik olabileceğini de söyler.[10]

Touraine’e göre de burjuva siyasal sistem 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren “meşruiyet krizi”ne girmiş; “liberal kurumlar”ın “yetersizliği” nedeniyle “toplumsal hareketler”in taleplerini karşılayamaması popülizme alan açmıştır.[11]Meşruiyet” burada, “burjuva demokratik sistem”in sınır kabul edilmesini ifade eder. Sistemin “iç gerginlikleri”nin yol açtığı sorunları aynı zeminde çözülebilir gösteren bu anlayışa göre, “otorite dışı” tüm politik oluşumların söylemi “popülist politika ve söylem” özelliği kazanır!

Popülizm” analizlerinde adı öne çıkan yazarlardan biri olan Immanuel Wallerstein, “liberal demokrasinin gerilimleri” ve “denge arayışı”nı hareket noktası olarak alır. Ona göre, “liberal demokrasi”nin “özellikle refah devleti döneminde”, işçi sınıfı ve halk kitlelerinin taleplerini tavizler verip sistem içinde tutarak burjuva düzenini güvenceye alma politikasının sorunlarla karşılaşması, “aşırı” olarak nitelenebilecek popülist politikaları doğurmuştur. Wallerstein’ın irdelemesinde “sol popülizm” demokratik, “sağ popülizm” demokrasinin zıttı ve antidemokratik olarak nitelenir.[12]

Popülizm” üzerine yazında bu başlıca özellik belirtici ögelerin yanı sıra, kapsam genişletici ve çeşitlilik sağlayıcı başkaca ögeler de yer alır. İtalyan yazar Umberto Eco, “popülizm”i Berlusconi ve hükümetinin politikaları üzerinden ve “aşırı sağ” olarak nitelediği ırkçı partileri işaret ederek irdeler. “Berlusconi’nin kendine özgü bir hükümet biçimi”ni gerçekleştirmesinden söz ederek “bu hükümet biçiminin özellikleri arasında tehlikeli bir popülist eğilim”in de olduğunu belirten Umberto Eco, “popülizm” sözcüğünü “tarihsel anlamda (Rus popülizmi) değil, güncel anlamıyla” kullandığını söyler. Eco’ya göre, Berlusconi hükümeti özgülünde İtalya’da görülen “medya aracılığıyla, özel bir şirket tarafından özel çıkarlarını korumaya yönelik popülizm propagandasına dayalı bir hükümet biçimi”nin ortaya çıkmasıydı. “Popülizm”in bu İtalyan örneği, ona göre, “en azından Avrupa sahnesinde ve üçüncü dünya popülizmlerinden çok daha tedbirli ve teknolojik açıdan güçlü” idi.[13]

Eco, popülizmi, “parlamentoyu bir kenara bırakıp, karizmatik lider ile kitleler arasında hemen genel bir ilişki kurmaya eğilimli bir rejim biçimi” olarak tanımlar.[14]Devrimci popülizm” biçimlerinin de, “gerici popülizm biçimleri”nin de olabileceğini söyleyen Eco’ya göre, popülizm, “kitlelerin beyinlerine kök salmış sabit düşünce ya da önyargılara (Poujadist duygulara) seslenmeyi öngören bir yöntemdir.[15] Eco, “sağ popülizm”e örnek olarak Lega Nord Lideri Umberto Bossi’nin “yabancı düşmanlığı ya da devlete güvensizlik gibi Poujadist duygulara yönelerek popülist yöntemler” kullanmasını gösterir.

Popülizm”i, “katılımcı enerjiden yararlanma” siyasetiyle ilişkilendiren Benjamin Arditi ise, onun “görünmeyen bir yüz olarak tehlikeye dönüşme ihtimali”nden söz eder. Arditi’ye göre, “popülizm” burjuva demokrasisi sınırları içinde reformist bir politika olabileceği gibi onunla çatışmaya girerek sınırlarını aşmaya da yönelebilir.[16]

Popülizm üzerine yazında çok sayıda Türkiyeli yazar ve akademisyenin adıyla da karşılaşılmaktadır. Zafer Toprak, Korkut Boratav gibi tanınmış yazarlar “popülizm” irdelemeleri yapmışlar; çok sayıdaki akademisyen “popülizm” başlıklı “araştırma tezi” hazırlamıştır. Toprak, “popülizm”in küçük burjuva ideolojik biçimlerinden söz edilebileceğini belirterek (Rus Narodniklerini örnek verir) “popülizm”in “değişik tarihsel ve coğrafi koşullarda, ancak özel bir toplumsal durumda sık sık gözlenen bir zihniyet” olduğunu söyler ve “popülizm”in varyantlarından bahsederek, “popülizm geleneğinin ilk örneklerinden biri”nin Türkiye’deki “halkçılık” olduğunu ileri sürer.[17] Ona göre, hızlı toplumsal dönüşüm ve “yeni ile eski arasındaki çatışma, kentleşme, modernizasyon, kırsal nüfusun yoksulluğu” gibi etmenler popülist politikaların etkili olmasını sağlamıştır. Murat Belge ise, “popülizm”in, “liberalizm” ya da “sosyalizm” gibi bir “siyasi ideoloji” olmayıp bir “siyaset yapma tarzı” olduğunu ve farklı siyasal ideolojilerin ögelerini kullandığını belirterek buna rağmen “sol”un ve sosyalistlerin “popülist siyaset yapma tarzı”ndan yararlanabileceklerini söyler ve bunu önerir. Gerekçelerinden biri de, AKP ve Erdoğan’ın popülist söylemle kitlelerle kurduğu ilişki üzerinden iktidarını sürdürme olanağı bulmasıdır.[18]

Popülizm” üzerine değerlendirmelerde bulunan yazarlardan biri de, Cenk Saraçoğlu’dur. “Popülizm” kavramının tanımı, kapsamı ve geçerliliği yönünden “her zaman tartışmalı” olduğunu belirten Saraçoğlu, Donald Trump’ı “ABD’de cumhuriyetçi/demokrat parti salınımının dışında bir aktör” olarak gösterir ve Marine Le Pen’in cumhurbaşkanlığı adaylığıyla “Fransız yerleşik siyasetindeki dengeleri” sarstığını söyler. “Macaristan’da Victor Orban’ın, Hindistan’da Narendra Modi’nin, Türkiye’de Tayyip Erdoğan’ın, Filipinler’de Rodrigo Duerte’nin iktidar pratikleri”ni örnek gösteren Saraçoğlu, “Tüm bu özgül siyasal akımların eş zamanlı yükselişi dünya siyasetinde hem yerleşik siyasi güç odaklarını hem de sol hareketleri farklı saiklerle de olsa alarma geçiren sarsıcı ve belirsiz bir atmosferin dünya siyasetinin üzerine çökmesine neden oldu” diye yazar.[19]

Saraçoğlu, uluslararası tekellerin, Avrupa Birliği gibi “ulus-devletlerin kendi sınırları üzerindeki egemenliği devralan uluslararası örgütlerin ve çok-taraflı bağlayıcı siyasal anlaşmaların belirleyiciliği” sonucu “ulus-devletler ile ulusal ekonomi arasındaki bağın 1980 sonrası dönemde tedricen aşındırıl”dığını; neoliberalizmin “düzensizleştirici politikaları”nın “ulus-devletin egemenlik krizi”ne yol açtığını ileri sürerek, bunun da sağ popülist politikaları gündeme getirdiğini ileri sürer. Uluslararası tekellerin etkinliği ve sonuçlarını 1980’ler gibi geç bir döneme çeken bu yaklaşıma göre, burjuva devletin “emek-sermaye çelişkisinin farklı gerilim başlıklarını düzen içerisinde soğurma kapasitesinin azalması ve beraberinde gelen güvencesizlik atmosferi”, sistemin “merkez” partilerini “aynı neoliberal reçeteyi uygulayan edilgen, itibarsız ve toplumla bağları kopuk teknokratik oluşumlara dönüştür”müş; bu da sağ popülizmin, “establishment’ı ve siyasal elitleri karşısına alan” söyleminin güçlü karşılık bulmasını sağlamıştır.[20]

Sağ popülizm”i 1980’ler sonrasına tarihleyen ve Trump’ı “Cumhuriyetçi ve Demokrat Parti” ikilisinin dışında ve “sistem elitlerine karşı bir konumdan” siyaset yapar gibi gösteren yazar, “ulus devlet”in ve “merkez partileri”nin işlevini de özellikle AB’yi örneklem alarak neoliberalizmin edilgin uygulayıcılığına indirger. Bu ilişkilendirmede neoliberalizm, emperyalist devletlerden bağışık ve “egemenlik krizi” içinde oldukları ileri sürülen bağımlı kapitalist ülke devletlerinin üstünde bir ekonomik karabasan olarak tarif edilir.

1960 sonrası dönemde  siyasetin  “yeni alanları” konu  edinip “yeni  özneler  üzerinden” kurgulandığını ileri süren ve sağ ve sol “popülizm”in farklı sonuçlar üreteceğini belirten Doç. Dr. Y. Yıldırım ise, “popülizm”i ve “radikal/aşırı  sağın  yükselişi”ni, “liberal  değerlere  dayanan  temsili  demokrasinin” seçim ve temsil süreçlerinde “yatan krizi”yle ilişkilendirir.[21]  Özellikle Polonya ve Macaristan örnekleri üzerinden “merkez partilerin sağcılaşması” sürecine değinen Yıldırım, “sosyalizmden liberal demokrasiye geçiş sürecinde aşırı-sağın yükselmesi”nin “merkez partileri de dönüştür”düğünü ve bu dönüşümün daha fazla gericileşme yönünde olduğunu belirtir. Sağ ve sol “popülizmi” “halkın yönetimi” ve “halkçılık” politikasıyla ilişkili “iki farklı ekol” olarak gösteren Yıldırım, ayrımı, “demokrasinin farklı şekillerde ele alınması” dolayımıyla yapar. Ona göre, “sol-popülizmin halk vurgusu, sağ-popülizmde yerini kitleye bırakır.[22]

Yıldırım, faşizmi “millet-vatan-bayrak” söylemi, sahte halkçılığı dolayımında “sağ popülizmin en uç örneği” olarak görür ve sol popülizmin “en net biçimi”yle “refah devleti uygulamalarında kendini göster”diğini ileri sürer.[23]

‘POPÜLİZM’ SÖYLEMİ VE TARTIŞMALARINI BESLEYEN OLGUSAL GELİŞMELER

Sosyalizmin yenilgiye uğratılması ve işçi hareketinin uluslararası alanda geriye düşmesinden güç alarak geliştirilen liberal teoriye göre, neoliberalizm ve küreselleşmeyle birlikte artık ne sömürüden kurtuluş mümkündü ne de “refah toplumunun huzurunu bozacak aşırılıklar”a yer vardı! Sistem kendi içinde toplumun tüm kesimlerinin çıkarlarını, hak ve taleplerini karşılayacak “demokratik” mekanizmaları üretmişti ve “varsa eğer, ufak tefek aksaklıklar”; onlar da “giderilecek”ti!

Pratikte gerçekleşen ise, tekeller arası rekabetin kızışması, işsizlik, yoksulluk ve açlığın artışı, militarizmin güç kazanması, emperyalist askeri müdahaleler ve yeni savaşlardı. İşçi sınıfı ve emekçilerin mücadeleyle elde ettikleri sosyal haklar gasp edilirken siyasal baskı yoğunlaştırıldı. İngiltere Başbakanı Margaret Thatcher, neoliberal ekonomi politikaları uygularken “başka alternatif yok” diyor; Francis Fukuyama kapitalizmin, “alternatifsizliğiyle tarihin sonunu işaret ettiğini” vaaz ediyordu. Ardı sıra Almanya, İngiltere, Fransa gibi ülkelerde aralarında Blair, Schröder ve Holland gibi tekelci sermaye politikacılarının sözde solcu (“Üçüncü Yol”), sosyal demokrat ve Hollanda’da olduğu üzere sözde sosyalist iddialı hükümetlerinin neoliberal saldırganlığı geldi. Ve bu yoğun saldırganlığa karşı hemen tüm kapitalist ülkelerde işçi ve emekçilerin yanı sıra tekellerin baskısı altında ve toplumsal konumları sarsılarak mülksüzlüğe sürüklenen, iflaslarla yüz yüze gelen küçük ve alt-orta burjuva kesimlerin tepkileri yükselmeye başladı.

Kitlesel mücadelelerin patlak verdiği alanlardan biri Latin Amerika idi. Amerikan emperyalizminin Latin Amerika ülkelerinin çoğunda, işbaşına gelmelerinde doğrudan rol oynadığı askeri diktatörlüklerin (1963’te Brezilya, 1973 Şili, 1970’li yıllarda yine Bolivya ve Uruguay, 1976’da Arjantin) uyguladıkları baskı ve terör neoliberal mali-ekonomik ve sosyal saldırılar için zemini uygun hale getirmişti. Buna rağmen süreç içinde askeri oligarşik diktatörlüklere ve emperyalist patron ABD’ye karşı öfke birikimi giderek arttı. Amerikan emperyalizminin baskısı altındaki Latin Amerika ülkelerinde uzun anti sömürgeci mücadele geçmişinden de güç alan halkçı devrimci mücadele geleneği vardı. Venezuela’da Chavez’in, Arjantin’de Kirchner’in, Bolivya’da Morales’in, Kolombiya’da halkçı direniş hareketleri ve FARC’ın, Meksika’da Zapatistalar ve A. L. Obrador’un başında bulunduğu hareket, bu bölgede öne çıkan örnekler oldular. 1994’te Meksika’nın Chiapas bölgesinde Zapatista ayaklanması patlak verdi. Brezilya’da “Topraksızlar Hareketi” (MST); Arjantin’de ‘Piqueteros’lar ve ‘Barrio’ hareketi, yarı anarşizan; parti ve liderlik sorununu önemsiz gören, “partizan olmayan” anlayışlarla ortaya çıktılar. Latin Amerika halklarının büyüyen öfkesi diğer yandan ordu içindeki kimi subayları “ulusalcı sol” darbeler yapmaya cesaretlendirdi ve Panama, Venezuela, Peru ve Arjantin’de bu yönlü gizli askeri örgütlenmelere girişiliyordu. Perulu general Valesco’nun reformcu çıkışıyla Hugo Chavez’in başarısız askeri darbe girişimi bu doğrultudaki gelişmeler kapsamında gerçekleşti.[24]

Daha geç bir döneme denk gelmek üzere, Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde de sömürülen ve ezilen sınıf ve kesimlerin neoliberal ekonomi politikalarına karşı büyüyen tepkileri, reformcu sol ve sağ gerici ve faşizan politik hareket ve partiler tarafından kitle desteğine dönüştürülerek, sistem kanalları içinde kalmak üzere çeşitli politik “alternatif” programlar etrafında bir araya getirildiler. Başlıca ‘sol’ örnekler Yunanistan’da Syriza ve İspanya’daki Podemos idi. Sağda ise, mali sermaye ve tekellerin yoğunlaştırdığı siyasal gericilik eğilimiyle birlikte giderek güç kazanacak şekilde Avrupa’nın hemen tüm ülkelerinde “aşırı sağcı”, yabancı düşmanı ve faşizan hareket ve partiler ortaya çıktılar.

Başlıca ‘iki kıtasal ayak’ üzerine oturan bu gelişmeler, özellikle de reformist, sol-devrimci ve “sosyalist” politikacı ve partilerin “kitle politikası”nın gördüğü destek, “yeni toplumsal kuramlar” iddiasıyla birlikte “popülizm” söylemi ve tartışmalarını tetikleyici işlev gördüler. Bu bakımdan bu iki “kıtasal” olgunun ne olduğu ya da ne türden bir gelişmeyi ifade ettiği açıklık kazanmalıdır.

  1. A) Latin Amerika “Popülizm”i

Popülizm” üzerine makale ve kitaplarda Latin Amerika kökenli yazarlar Peru, Ekvador, Bolivya, Uruguay, Paraguay, Şili gibi ülkelerdeki gelişmeleri irdeleme konusu yapmışlardır. Daha da belirgin olanı ise Peron, Chavez ve Lula’nın adlarıyla anılan “popülist politikalar” dolayısıyla Arjantin, Brezilya ve Venezuela’daki gelişmelerin bu irdeleme ve değerlendirmelerde daha özel bir yer tutmasıdır. Bu üç ülkedeki gelişmelerin –ve yanı sıra Avrupa’daki bazı örneklerin– özellikle “sol popülist politika” önerisinin dayanağı olarak gösterilmeleri nedeniyle de daha ayrıntılı irdelenmesi gerekli görünmektedir. Aşağıda kısaca da olsa bunu yapmaya çalışacağız. Daha farklı bir örnek oluşturan Şili’de yaşananlar ise, sosyalizmi “seçimlerle işbaşına gelerek gerçekleştirme” politikasının akıbeti açısından büyük acılar pahasına ders verici olmuştur.[25]

I-) Arjantin ve “Peronizm”

Sendikaların da aralarında bulunduğu çevrelerin desteğinde yürüttüğü seçim kampanyası sonucunda oyların yüzde 56’sını alarak Şubat 1946’da başkanlığa seçilen Juan Domingo Peron, “Justicialismo” (Adaletçilik) adı verilen ve “komünizmle kapitalizm arasında bir ‘üçüncü yol’” olarak tarif edilen ekonomik politikayı yürürlüğe koydu. Demiryolları, Ulusal Banka ve dış ticaret millileştirildi; Arjantin Pesosu devalüe edildi, devlet ticaret filosu oluşturuldu ve “devletçiliğe dayalı sanayileşme”yi gerçekleştirme iddiasıyla 1947’de beş yıllık bir plan ilan edildi. “Halk için konut yapım programları”, “işçi turizmi”, “hayır fonları” oluşturulması yönünde açıklanan kararlar Peron ve “Peronist Parti”nin halktan destek görmesini sağladı. Peron Latin Amerika federasyonu kurulmasından da söz ediyordu. Bu politikaları, ABD ve İngiltere’nin Peron yönetimiyle “arasının açılması”na yol açtı.

Ne var ki, kapitalizmin ekonomik yasaları işlemeye devam ediyordu ve ekonomik-sosyal iyileştirme programı “kaynak yaratma” gibi ciddi bir sorunla karşı karşıyaydı. Peronist hükümet tarımsal ürün alım-satımının devletçe yapılmasına girişerek bu zorluğu aşmaya yönelirken (tarım ürünleri üreticilerden düşük fiyatla alınıp dışarıya yüksek fiyatlarla satılmaktaydı), uygulama üreticilerin tepkisine yol açıyor ve tahıl ürünleri üretimini sekteye uğratıyordu. Başkaca ürünlerin ithali ise, Peron yönetimini daha fazla zor durumda bırakıyordu. Bir yandan ABD ve İngiltere’nin baskısı ve ordu içindeki işbirlikçilerini kışkırtmaları, diğer yanda özellikle tarım politikalarının yarattığı tepki artarken, bu durumdan yararlanan generaller ve Kilise, Peron’u istifaya zorladı. 1955 askeri darbesiyle alaşağı edilen Peron önce Paraguay’a, sonra İspanya’ya gitti ve oradan yandaşlarıyla ilişkisini sürdürdü. Eşi Eva Peron kısa bir dönem için başkanlık koltuğunda kaldı ve halk desteğini kazanmak için ücretlerin artırılması ve emeklilik hakkının 60 yaşında tanınması yönünde girişimlerde bulundu. Ne var ki, Arjantin’de ekonomik-sosyal ve politik koşullar giderek ağırlaşıyor ve kitlesel muhalefet güçleniyordu. Bu durum, Juan Peron’un askeri yönetim tarafından 1972’de yeniden ülkeye çağrılmasını sağladı. 1973 seçimlerini Peronistler kazandılar ve Peron 1973 ortalarında yeniden başkanlığa seçildi.

Juan ve Eva Peron’un başını çektiği hareket “Peronizm” olarak adlandırıldı ve “kapitalizm ile sosyalizm arası üçüncü bir yol” olarak nitelendirildi. Yoksulluk ve ezilmişlik karşıtı söyleminden ve çeşitli toplumsal kesimlerden oluşan bir “hareket grubu”nun (“Gömleksizler[26]) desteğinden hareketle Juan Peron, “proleter kitleye yaslanan”; “çalışan emekçiler lehine” –ücretlerin belirli bir miktar artırılması, çalışma süresinin azaltılması, sendikal örgütlenme kolaylığı vb. yönünde hazırlanan ve fakat uygulanmasına generallerin olanak tanımadığı kararnameler gibi– düzenlemeler yapan “sol popülist” bir lider olarak gösterildi.[27]

Peron’un “üçüncü yol”u, “toplumsal adalet, ekonomik özgürlük ve siyasal bağımsızlık” iddiasını içeriyordu. Bu “program”, emperyalizm ve tekellere karşı görünümüne karşın kapitalizm içiydi ve kimi reformcu iyileştirme adımları dışında önemsenecek bir değişime kapalıydı. “Üçüncü” ya da “ara yol”, demiryolu, merkez bankası ve dış ticaret gibi bazı alanlarda millileştirme gibi “ekonomik bağımsızlık” ve “ulusal ekonomi inşası” iddiasını taşmasına; başlıca küçük ve orta burjuva kesimleriyle kilise ve ordu içindeki güçlerin desteğine dayanmasına rağmen, bu yöndeki karar ve uygulama girişimleri emperyalistlerle işbirlikçilerinin engellerini aşacak bir düzeye hiçbir zaman varmadı.

Justicialismo” adı verilen politika sözüm ona “birliğe ve esnekliğe önem verme” iddiasını taşıyordu. Sürgün yıllarında sendikaların ve solcuların desteğini kazanmaya çalışan Peron, iktidara geldikten sonra şiddet hareketleriyle mücadele gerekçesine sarılarak baskıyı artırdı. Silahlı kuvvetlerin ve sağ gerici kesimlerin desteğinde “sol”u ezmeye girişti. Parlamento çoğunluğuna dayanarak yargıyı ‘dizayn etme’, Anayasa Mahkemesi’nin kendi uygulamalarına itiraz etmemesini sağlama, muhalefeti baskı altına alma, basın-yayın organlarını iktidarının propaganda organlarına dönüştürerek muhalefete karşı kampanyanın aracı olarak kullanma, vb. “toplumsal anlaşma” modeli olarak nitelediği ekonomi politikası yoksul kitlelerin ve sendikaların muhalefetiyle karşılaştı. Peron’un sosyal-ekonomik politikaları tarım ve sanayi oligarşisi tarafından enflasyonist ve istikrarsızlaştırıcı olarak görülüyor ve kilise, ‘sivil muhalefet’ ve ordudaki karşıtları tarafından da eleştiriliyordu. Emekçi kesimler ve sendikalardan verilen desteğin giderek zayıflamasıyla birlikte iktidarı sona yaklaşırken, Juan Peron Temmuz 1974’te öldü. Ölümünden sonra başkanlık görevini üstlenen, sonraki eşi Isabel Peron döneminde de istikrarsızlık ve tepkiler devam etti ve Mart 1976’daki askeri darbeyle Peronist iktidar tümüyle son buldu.

II-) Brezilya ve Lula da Silva “Popülizm”i

Luiz Inacio da Silva’nın, 2002 başkanlık seçimlerinde oyların yüzde 61’inden fazlasını alarak (52 milyon oy) Brezilya Cumhurbaşkanı olması, popülizm tartışmalarının popüler hale gelmesinin dayanaklarından bir diğeriydi. Brezilya İşçi Partisi’nin (Partido dos Trabalhadores- PT)[28] kurucularından biri de olan Lula, 1 Ocak 2003 tarihinde devlet başkanlığı koltuğuna oturdu. Lula ve partisini ülke yönetimi mevziine taşıyanlar işçiler, işsizler, topraksız köylüler ve kent-kır yoksullarıydı. İşçi ve sendika kökeni, seçim dönemlerindeki vaatleri “işçilerin –çalışan ve işsiz durumdaki–, yoksulların, ‘azınlıklar’ın ve tüm ezilmişlerin temsilcisi” olduğu-olacağı yönündeki yaygın anlayışı besleyen başlıca etkendi. Brezilya İşçi Partisi önce belediyelerde ve eyaletlerde, daha sonra ülke düzeyinde giderek güç kazanmış ve Lula’ya olan destek artmıştı. Lula başlangıçta seçilmiş temsilcilerin kendilerini seçenlere hesap vermesinden ve halkın katılımıyla bütçe hazırlanmasından da söz etmişti.

Ancak başkan seçilmesinden sonra “zenginliğin ve gelirin yeniden dağılımı” üzerine beklentileri boşa çıkaran bir yönelişle neoliberal politikaları benimsedi ve bu politikaların uygulanmasının kaçınılmazlığı söylemiyle mevcut sistemin savunusuna yöneldi.

2002 yılındaki seçim kampanyasında dış borçların “ödenmemesi” yönündeki talepleri geçiştirerek, “açlık ve yoksullukla mücadele” ve “daha iyi eğitim” vaadinde bulunan Lula, IMF ve sermaye çevrelerine de uzlaşı mesajları verdi. Luiz Inacio da Silva, bir yandan kıtanın ilerici partileri ve hükümetleriyle diğer yandan ABD ve Avrupalı emperyalistlerle iyi ilişkiler kurma ve sürdürme politikası izledi. Bu sözümona “dengeci-aracı politika”, Brezilya’nın neoliberal ekonomi politikalar çerçevesinde işçi ve emekçilere yönelik saldırıların önemli bir alanı olmasına hizmet etti. Çalışma ve yaşam koşulları kötüleşti, işsizlik ve yoksulluk arttı.

Lula ve PT’nin “solcu uygulaması”, “bolsa familia” olarak ifade edilen ve yoksul ailelere yardım adı altında “cesta básica” adıyla bazı yiyecek maddelerinden oluşturulmuş ‘yardım paketi’ ve aşırı yoksul ailelere bir miktar parasal destekten ibaretti. Lula’nın demagojik söyleminde “dünyadan izole olmamak” özel bir ‘retorik’ haline gelmişti ve Lula’yı ihanetle suçlayanlar giderek artmaktaydı.[29] İşçi Partisi hükümeti, Brezilya’nın bankalarla toprak sahibi ve ticari “oligarşisi”nin çıkarlarını zedeleyecek bir yönelime girmedi. Süreç içinde, Topraksız Köylüler Hareketi’nin ve sendikaların desteği azalmaya başladı. Ekim 2010’da devlet başkanlığı seçimlerinde yerine geçen ve “eski gerilla” olması nedeniyle de “radikal sol politikalar uygulayabilir” görülen Dilma Rousseff, Lula dönemini de aratan uygulamalarıyla (Dilma hükümeti döneminde emeklilik yaşının kadınlarda 60, erkeklerde 65’e çıkarılması yönünde hazırlıklar başlatıldı) geniş emekçi kesimlerin tepkisine hedef oldu. Lula ve Dilma’nın “yolsuzluk” gerekçeli suçlanmaları ve cezaya çarptırılmaları, PT’nin 2018 başkanlık seçimlerindeki yenilgisiyle birlikte “sol popülist” çıkışın sınırlarını da göstermiş oldu.

III-) Venezuela ve Hugo Chavez

Chavez öncesi Venezuela’da başkanlık koltuğunda oturan Carlos Andres Perez ile, 1974-79 döneminde Shell ve Exxon gibi petrol tekellerinin ellerindeki petrol işletmeciliği millileştirilerek elde edilecek kaynakla metalürji, alüminyum ve çelik fabrikalarının inşa edilmesine ve hidroelektrik santrallerin kurulmasına başlanması yönünde bazı adımlar atılmıştı. Ancak bir süre sonra yatırımlar durma noktasına gelmiş, dış borç miktarı artmış, yolsuzluk yaygınlaşmış ve ekonomide büyük bir durgunluk baş göstermişti. Bu durumdan “ders çıkaran” Perez, 1989’da yeniden başkanlık koltuğuna oturduğunda, neoliberalizmin uluslararası saldırgan programına bağlanan ekonomi politikalarını uygulamaya koymaktan geri durmadı.[30] Ne var ki, bu ekonomik politikalar kitleler tarafından büyük bir öfkeyle karşılanıyordu. Şubat 1989’da petrol fiyatlarına getirilen yüzde 100’lük zammın kent ulaşımına yansıtılması büyük bir isyana yol açtı. Başkaldırı yayıldı ve çeşitli yerlerde yağma eylemleri görüldü. Perez, “Halk acısını gösteriler ve protestolar aracılığıyla ifade ediyor. Fakat bunların kaçınılmaz olduğunu anlamak zorundayız” diyerek neoliberal ekonomi politikalarını savunmayı sürdürdü. Bu da tepkilerin artmasına ve yayılmasına yol açtı.[31]

Hugo Chavez, Venezuela’nın ekonomik, sosyal ve politik sorunlarla boğuştuğu böylesi bir dönemde, “yolsuzluğa batmış siyasetçilerin devrileceği, yoksulların yaşam koşullarının iyileştirileceği yeni bir dönem” vaadiyle ortaya çıktı. “Halkın kendi kaderine kendisinin karar verme hakkı”nı savunduğunu söylüyor; ABD’nin, IMF ve Dünya Bankası gibi uluslararası mali sermaye kuruluşlarının dayatmalarına karşı çıkıyordu. 1980’li yıllarda, “Bolivarcı Devrimci Hareket-200” (Movimento Bolivariano Revolucionario-MBR 200) adını verdiği “gizli bir siyasi örgüt” kuran Albay Chavez, 1992’de kendisine bağlı ordu birlikleriyle giriştiği “iktidara el koyma” eyleminde başarılı olamadı. Teslim olan Chavez, televizyondaki çok kısa açıklamasında “yoldaşlar” diyordu, “belirlemiş olduğumuz amaçlar maalesef şu an için başkentte başarıya ulaşmadı… Yeni olanaklar yine çıkacak ve ülke kesinlikle daha iyi bir geleceğe yönelecek… silahlarınızı bırakın… Bolivarcı askeri ayaklanmanın bütün sorumluluğunu tek başıma üstleniyorum…[32]

Yandaşları ve geniş halk kesimleri bu açıklamayı ileride bir gün yeniden iktidarın alınmasına kalkışılacağı şeklinde anlamlandırdılar. Bir süre sonra cezaevinden çıkan Chavez, “Beşinci Cumhuriyet Partisi”ni kurarak siyasal faaliyetlerini yoğunlaştırdı ve 2 Şubat 1999’da devlet başkanlığına seçildi. Kurucu Meclis oluşturulması ve yeni bir Anayasa hazırlanması kararıyla işe başladı. Bu anayasa, Aralık 1999’da halk onayına sunularak yüzde 71 oranındaki destekle resmileşti. “Plan Bolivar 2000” adını verdiği ekonomik sosyal uygulamaları başlatmak üzere petrol şirketlerini ulusallaştırarak, gelirleriyle inşa projelerini gerçekleştirmeye yöneldi. “Bütünlüklü gelişme merkezleri” adı verilen ve “sürdürülebilir tarımsal-sınai yerleşim yerleri” olarak kurulması planlanan, halkın her tür gereksinmesinin karşılanmasına uygun (sağlık, eğitim, beslenme ve barınma) merkezler aracıyla yoksulluk ve işsizlikle mücadele edilecek, kooperatif çiftçiliği geliştirilecek, “bütünleşik çiftlikler” oluşturulacaktı. Geniş bir okuma-yazma seferberliği başlatıldı. Üretici ve tüketici kooperatifleri kurularak tarım reformu yönünde adımlar atıldı. Toprakların, suyun ve enerjinin verimli kullanımı için oluşturulan komitelerde (“Bolivarcı çevreler”) bir araya gelen on binlerce insanın sürece katılması sağlandı. Asker-halk yakınlaşmasını ve askerin “Bolivarcı proje”ye katılımını sağlamak üzere ordu mensupları sivil halk kitlelerinin yaşadığı bölgelerdeki faaliyete katılmaya başladılar.

Carlos Andres Perez ve Caldera döneminde başvurulan petrolün ulusallaştırılması politikası, petrol işletmeciliğinin yabancı petrol şirketleriyle ortak girişimler şeklinde sürdürülmesini içeriyordu. Chavez, Royal Dutch, Shell, Exxon ve Mobil tekellerinin Venezuela petrolü üzerinden sağladıkları nüfuza ve yağmaya “son vermek” üzere petrolün çıkarılması ve dağıtımını yeniden ve “ulusal çıkarlar”a uygun şekilde düzenlenmesine karar verdi. Ancak, neoliberalizm karşıtı sert açıklamalarına karşın yabancı yatırımlara olanak tanımayı da ihmal etmedi. Başkanlığının ilk döneminde, “Projemiz ne devletçi ne de neoliberal; ikisinin ortasında, piyasanın görünmeyen eli ile devletin görünen elinin birleştiği bir yer arıyoruz: Gerektiği kadar devlet, mümkün olduğu kadar piyasa” demişti.[33] Amerikan emperyalizminin müdahalelerine ve neoliberal politikalara karşı çıkıyordu. Yoksullardan, köylülerden, gecekondularda yaşayanlardan yana söylemiyle “nüfusun yoksul kesimleri”nin çıkarlarını savunan bir Latin Amerika solcusu olan Chavez’in halkçılığı, emperyalizm kuşatması altında ve işbirlikçi hakim sınıfın ekonomik gücü kırılmaksızın ancak belirli sınırlar içinde ve reformlar düzeyinde uygulanabilirdi. Chavez yönetiminde Venezuela elbette sosyalist bir ülke olmadı. Bolivarcı[34] yurtsever ve “halk”çı ekonomi politikasının başlıca özelliği, en belirgin biçimi petrolün “millileştirilmesi” ve petrol gelirlerinin halk yararına kullanımı yönündeki uygulamalar olmak üzere, neoliberal saldırganlığa karşı ögeler içermesiydi. Chavez “halkın özyönetimi”nden söz ediyor; bunun için çeşitli kurullar ve “konseyler”in oluşturulacağını söylüyor, asker-işçi ve tarımla uğraşan kırsal nüfus arasındaki bağların geliştirilmesi için “kolektif çiftlikler” ve kooperatif işletmeciliğini araç olarak görüyordu. Onun bu politikasını “Bolivarcılığın sosyalizmle birleştirilmesi” olarak niteleyenler buna bir de isim buldular; “Chavismo!” Chavez de, “halkın örgütlü olduğu ve kendi kendini yöneten demokratik bir toplum” hedefinden, bir tür “komün devleti” oluşumundan, üretim ve tüketimin “devrimci bir anlayışla şekillendirilmesi”nden söz ediyordu. Bu “ekonomik sosyal ve politik hedefler” petrol gelirleriyle gerçekleştirecek; “toplumsal adalet” sağlanacak, yoksulluk “bitirilecek”, ücretsiz sağlık merkezleri açılacak, eğitim seferberliği ilan edilecek, yoksullara yiyecek yardımı, konutsuzlara barınak olanağı yaratılacak, toplumun başlıca sorunlarına böylece “çare üretilecek”ti.[35]

İzlediği ekonomi politikayı “21. yüzyıl sosyalizmi” olarak nitelemesinin sosyo-iktisadi ve politik dayanaksızlığı bir yana bırakılırsa –bu tartışma birçok kez yapılmıştır– petrol şirketlerini “ulusalaştırma” politikasının emperyalist ve uluslararası sermaye çevrelerinde yarattığı öfkeye ve bu öfkeyle ABD’nin koordine ettiği korkunç baskı ve birbiri ardına gelen CIA organizasyonu darbelere rağmen, halkının desteğinde önemli başarılar sağladı. Chavez’in “21. yüzyıl sosyalizmi” olarak tarif ettiği şey, bir tarafta devletin “kamusal” uygulamalarının diğer tarafta emperyalist devletler (başta ABD) ve uluslararası sermaye ile işbirliği içindeki kapitalistlerin yürürlükte olmaya devam eden “sistemi” olmak üzere bir tür karma ekonomi politikaydı.

Ancak bu politika büyük sermayenin varlığına ve politik-askeri temsilcilerinin yıkıcı faaliyetlerine son verici özellikte değildi. Emek gücünün sömürülmesini olanaklı kılan ekonomik-toplumsal koşullar var olmaya devam ediyordu. Chavez sosyalist değil anti-emperyalist “ulusal devrimci” bir politikacıydı. Simon Bolivar’ın Latin Amerika halklarının kültürel ve ulusal bağımsızlık değerlerinde tuttuğu “merkezi konum”u sahiplenerek Latin halkları arasında ABD emperyalizmi karşıtı duyguların ve mücadele isteminin güç kazanmasına katkıda bulundu. Venezuela halkı tarafından sahiplenilip korundu ve desteklendi. ABD başta olmak üzere kapitalist emperyalist düşmanları ise Chavez’in politikasını “dünya sistemine yöneltilmiş bir tehdit” kapsamında görüp göstererek Venezuela’yı teslim almak için suikastlerden ayaklanma çağrılarına, ambargo ve sabotajlardan darbelere her yol ve araca başvurdular. Bu emperyalist saldırı ve yıkım politikaları bugün de devam ediyor.

  1. B) “Popülist” kurgunun Avrupa’daki dayanakları

Popülizm” tartışmalarının dayanak aldığı gelişmelerin Avrupa’daki örnekleri arasında, “popülist sol”un temsiliyle öne çıkarılanlar Syriza ve Podemos’tur. Syriza ve Podemos, “sol popülizm”in Avrupa’daki “iki gösteren”i olarak “halkın taleplerine yanıt oluşturacak politikalar izleme” iddiasıyla ortaya çıktılar ve yoksul ve ezilen kitlelerin önemlice bir bölümünün desteğini aldılar. Kapitalist “ekonomik sosyal düzen”i aşma hedef ve politikasına sahip olmayan reformcu sosyal demokratik bir platformdan yeni ve ‘daha demokratik’ düzenlemeleri talep ediyorlardı. Seçim kampanyası ve öncesinde yürüttüğü propaganda ve vaat ettikleriyle desteğini aldığı kitlelerin istemlerine rağmen, önceki söylemine aykırı düşecek şekilde, “yapılabilir başka sey kalmadığı”nı ileri süren Syriza liderliği hükümette yer aldı ve AB “Troykası”nın -özellikle Alman emperyalizmi- dayattığı ‘yağma planı’nı kabullendi. Mali sermayenin çıkarlarına denk düşen bu planı uygulamaya koydu.

Küçük burjuva reformist bir platform üzerinden kitlelere seslenen Podemos ise, “iktidar” ve “insanlar” karşıtlığından söz etmekte; “yurttaşlar”ı ve “insanlar”ı söyleminin merkezine yerleştirmektedir. Belirli bir “yurt” özgülünde herkesin “yurttaş” ve “insan” olması, insanları kendisine gelmeye çağıran bu hareketin ve liderliğinin burjuvaziye açık yaklaşımının göstergesiydi. Bu hareketin başını çeken Pablo Iglesias, ülkede bir değişiklik olmasını istediklerini ve bunun için de “tüm ülkeyi davet ettik”lerini söylemekteydi. Kendi platformları ve pratikleriyle kanıtladıkları üzere bu türden ‘sol’ parti ve hareketlerin hedefi kapitalizm içinde bazı taleplerin karşılanmasıyla sınırlıdır. Sadece Syriza’nın değil benzeri platformları benimseyen partilerin küçük ve alt-orta burjuva kesimlerin sınıfsal zemininden hareketle tekelci sermaye politikalarına alternatif olma olanaksızlığı, bu tür parti ve hareketlerin sınırını belirler. Buna karşı ciddi bir engel ancak işçi sınıfının örgütlü birliği ve devrimci girişkenliğiyle oluşturulabilir. Ne var ki, içinde bulunulan koşullarda bu mümkün olmamıştır.[36]

Avrupa’daki gelişmelerin daha da çarpıcı olan bir diğer göstergesi ise, sağ gerici ve yabancı düşmanı, ırkçı-Neonazi hareketlerin yükseliş göstermesidir. Bu türden parti ve hareketler, özellikle Avrupa’nın Batı ve Doğu ülkelerinde kitlesel göç dalgasının yarattığı “tehlike”yi istismar ederek ve sosyal-iktisadi kimi talepleri kullanarak, bazılarında parlamentoya girecek ve hatta iktidar ortağı olacak şekilde güç kazandılar.[37] Mali sermaye ve tekellerin çıkarlarını esas alan neoliberal ekonomi politikaları nedeniyle eski durumları daha da sarsılıp istikrarsızlaşan küçük ve orta burjuva kesimlerin durumundan yararlanmanın yanı sıra emekçi kesimlerin içinde bulundukları ekonomik sosyal yoksunluk ve politik baskı koşullarına tepkilerini de söylem konusu yapan bu parti ve hareketlerin güç kazanmaları, burjuva kapitalist sistemin uluslararası ve her bir ülkede karşı karşıya bulunduğu sorunlardan bağımsız değildir. Neoliberal ekonomi politikaların uygulanmasında birleşen “cumhuriyetçi ve demokrat”, “Hıristiyan demokrat-Sosyal demokrat”, “Muhafazakar Parti-İşçi Partisi” gibi “merkez partileri”nin burjuva demokrasisinin sınırlarını emekçilere karşı olmak üzere daha fazla daraltmaları ve sosyal ekonomik koşulların emekçiler açısından giderek ağırlaşması, liberal reformist sol hareketlerin yanı sıra yabancı düşmanı sağ gerici, faşizan ve faşist partilerin güç kazanması için uygun bir ortam ve zemin oluşturdu. Almanya, Fransa, Avusturya, Hollanda, İtalya gibi ülkelerde “merkez partisi” konumundaki partiler, neoliberal politikaları uygulayarak, sosyal ve politik hakları kısıtlayarak daha fazla ‘sağcılaşma’larına rağmen, daha otoriter bir politikayı temsil eden sağ-“aşırı sağ” partiler işsizlik, yoksulluk, istikrarsızlık, göç ve mülteci sorunlarını kullanarak, dolayısıyla da “halk” ya da “kitlelerin” arayışlarıyla aralarında riyakârca bir bağ kurarak, gerçekte emperyalist-kapitalist sistem yararına işlevli olacak şekilde güç toplayabildiler.[38] Bu ülkelerin halklarına söylenen, giderek artan ve güç kazanan şekilde “devlet sistemleri” ve “refah düzenleri”nin “yabancı tehlike altına girmekte olduğu”ydu! Tekelci grupların bir bölümü tarafından da desteklenen faşist ve ırkçı politikacı ve partiler Avusturya, Macaristan gibi Avrupa ülkelerinin yanı sıra Brezilya’da da başkanlık ya da hükümetler düzeyinde mevzi kazandılar. Macaristan’da Viktor Orban’ın partisi “Macar Yurttaşlar Birliği” (Fidesz) yüzde 49.1 oyla başa geçti. Fransa’da Ulusal Cephe 2002 ve 2018 Başkanlık Seçimleri’nde ikinci tura kalırken, Marine Le Pen 2012 Başkanlık Seçimleri’nde aldığı yüzde 17.9 oy oranını 2018 seçimlerinde yüzde 21.7’ye çıkardı.

Hollanda’da Geert Wilders liderliğindeki PVV, İslam ve yabancı karşıtı politika üzerinden gördüğü destekle parlamentodaki milletvekili sayısını 6’dan (2006) 2010’da 24’e çıkardı. 2012’de 15 milletvekili kazanan FN, 2014 Avrupa Parlamentosu seçimlerinde yüzde 24.86 oranında oy aldı. Yunanistan’da aşırı sağcı “Altın Şafak Partisi” (Golden Dawn) aynı dönemde AP seçimlerinde yüzde 9.38, Avusturya Özgürlük Partisi (FPÖ) ise yüzde 19.7 oy aldı. İsviçre gibi, burjuva demokrasisinden söz edildiğinde hemen akla gelen bir ülkede sağ gerici politikalarıyla tanınan SVP-UVO, yüzde 20-30 civarında oy toplayabildi.

Almanya’da, Nazi barbarlığının tarihsel yıkımı toplumsal yaşamda ağırlığını bugün de hissettirmesine ve CDU, CSU, FPD gibi muhafazakâr Hıristiyan demokrat ve liberal partilerin İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde süreklilik gösteren etkin konumuna rağmen, Nazi geçmişe sahip çıkan NPD’nin nispeten dar kalan desteği sayılmazsa, yabancı ve İslam karşıtı, ve faşizan politikalara sahip AfD, son seçimlerde merkezi parlamentoda 87 milletvekiliyle temsil olacak denli destek görebildi.

Almanya, Avusturya ve İtalya’da Yahudi düşmanlığı “geri döndü”.[39] İtalyan yazar Umberto Eco, bu durumdan söz ederken, “Sanki tarih, geçmiş iki bin yıl boyunca yaptığı sıçrayışlardan yorulmuş, kendi üzerine sarmalanıyor ve Gelenek’in avutucu ihtişamına geri dönüyor” diye yazdı.[40]

Avusturya, Polonya, Macaristan, Hollanda ve İsviçre örnekleri, Avrupa ülkelerinde yabancı karşıtlığı ve kültürel ayrımlar politikası izleyen ırkçı-şoven ve faşist partilerin hükümetlerde yer alması veya Macaristan’da olduğu üzere “merkez”e yerleşmesini, bu “aşırılıklar”ın sistem içinde liberalize edilmesi olanağı olarak gösteren anlayışların aksine, daha geniş çevreler açısından meşrulaşmasına hizmet etti. Kapitalist sömürü koşullarının devamına gerçekte herhangi itirazları olmayan ve fakat, işsizlik ve yoksulluğu da üreten bu sistemin karşı karşıya kaldığı açmazları “durmaksızın çoğalan yabancılar”ın varlığına; göçmen ve mültecilere yapılan yardımlara bağlayan ve “popülist” olarak gösterilmek istenen “aşırı sağ” ve yabancı karşıtı partilerin sermayenin “merkez partileri”nin politikalarına muhalefetini belirleyen, burjuvazinin sınıf diktatörlüğünü (biçimleri değişmekle birlikte) karşıya alması değil, onun kendileri yönetiminde yeniden ve daha etkin biçimlerde tesis edilmesi istem ve hedefidir.

Sağ gerici ve sözüm ona “popülist” parti ve hareketlerin “Establishment” (kurulu düzen) “karşıtı” argümanlar kullanmaları, gerici ve faşist demagojinin manipülatif hileleri arasındadır. Son dönemlerin öne çıkan bir örneği, Macaristan’da Başbakan Viktor Orban’ın “liberal demokrasi”yi kötüleyici söylemidir. Ancak, faşist, ırkçı ve yabancı düşmanı partilerin “ulusal güvenlik endişesi”ni, yabancı nüfus akışına bağlayarak ülkelerinin “geri ve cahil toplulukların istilasına uğrama”dan söz etmeleri; “yabancı işgücü akışı” ve göçmenleri işsizlik ve yoksulluğun nedeni göstermeleri, bu sorunların kapitalist kaynağının örtülmesinden yarar bekleyen sistem güçleri açısından, gerçekte bir “normal dışılık” göstermez. “Sağ popülist politikalar”a burjuva “merkez”den yöneltilen suçlamalar bu bakımdan siyasal riyakârlıkla maluldür.[41] Küçük ve orta burjuva kesimler başta olmak üzere kitlelerin belirli kesimlerinin sosyal ekonomik bazı sorunlarını ve geleneksel “milli ve kültürel değer yargıları”nın tahriki ve istismarından güç alan ve “sağ popülist” olarak adlandırılan sermaye partileri, toplumun ezilen kesimlerinin bazı taleplerini söylem konusu yapmalarına rağmen, bu kesimleri kapitalizme bağlı tutma politikası izlerler. “Sağ popülizm” şoven ideolojik-politik karakteriyle küçük ve orta burjuva kesimlerin tekelci burjuvaziye yedeklenmesinin aracı olmakla kalmaz, belirli koşullarda ve ülkelerde tekelci gericiliğin yığınlara yönelik manipülasyon politikası olarak da belirir. “Sağ popülist” politikalarla tekelci sermayenin en gerici ve terörist diktatörlüğü (faşizm) arasına doğrusal bir hat çizilemese de, tarihsel deneyim, faşizme evrilmesinin ya da yedek güç olarak bağlanmasının önünde ciddi engeller olmadığına; bu gibi partilerin eninde sonunda mali sermaye ve tekellerin çıkarlarının hizmetinde olduklarına işaret etmektedir. “Ulusal mağduriyet” söylemiyle başka halklara yönelik şovenizm, “sağ popülist” politikanın da faşist hareketin de beslenme damarlarından biridir. Geçmişin mirasından “kutlu” dayanaklar bulup “milli bir yeniden diriliş” ; “milletin bütünlüğüne dayanan şahlanmış yeni bir ülke” işaret etmek sağ popülist politikanın olduğu denli faşist gericiliğin terörist diktatörlüğünü meşrulaştırmasının da malzemesini oluşturur.

devam edecek…

[1] Yetkin, B. (2016) Popülizmin Gölgesinde Siyaseti ve Siyasal İletişimi Anlamak, Akademia, 4/3, 68-82, https://www.academia.edu/21423321/Pop%C3%BClizmin_G%C3%B6lgesinde_Siyaset_ve_Siyasal_%C4%B0leti%C5%9Fimi_Anlamak?auto=download

[2] Leaman, D. (2006) Latin Amerika’da Popülizmin Değişen Yüzleri: Maskeler, Makyajlar ve Süregelen Özellikler, Praksis, Çeviren: Burak Sönmezer, 14, 311-324.

[3] Jager, A. (2018) Popülizm Savaşlarının Ön Saflarında, Birikim Dergisi, Çeviren: Naz Deniz Atik, http://www.birikimdergisi.com/guncel-yazilar/8970/populizm-savaslarinin-on-saflarinda#.XGuVuOgzY2w

[4] Jäger, Popülizm Savaşlarının Ön Saflarında

[5] Leaman, Latin Amerika’da Popülizmin Değişen Yüzleri, sf. 319, 324.

[6] Çetin, Popülizmin Gölgesinde Siyaseti ve Siyasal İletişimi Anlamak, sf. 68-69.

[7] Laclau, E. (2018) Popülist Akıl Üzerine, Çeviren: Nur Betül Çelik, İstanbul: Epos Yayınları.

[8] Finchelstein, F. (2019) Faşizmden Popülizme, Çeviren: Ali Karatay, İstanbul: İletişim Yayınları, sf. 20.

[9] Raby, D.L. (2017) Günümüzde Latin Amerika ve Sosyalizm, Çeviren: Ertan Günciner, İstanbul: Yordam Kitap, sf. 38-39.

[10] Canovan’dan aktaran İslamoğlu, M. (2012) 2008 Küresel Krizi Sonrası Avrupa’da Yükselen Popülist Hareketler, T.C. İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Avrupa Birliği Anabilim Dalı, Yüksek Lisans Tezi, http://acikerisim.istanbul.edu.tr/bitstream/handle/123456789/31359/49738.pdf?sequence=1&isAllowed=y

[11] Touraine’den aktaran Yıldırım, Y. (2017) Liberal Demokrasinin Krizi Bağlamında Avrupa’da Sağ-Popülizm ve Yükselen Aşırı-Sağ, Amme İdaresi Dergisi (AİD), Cilt 50, Sayı 2, sf. 54.

[12] Wallerstein, I. (2000) “Liberalizm ve Demokrasi: Bildiğimiz Dünyanın Sonu, Çeviren: Tuncay Birkan, İstanbul: Metis Yayınları, sf. 100-118.

[13] Eco, U. (2012) Yengeç Adımlarıyla Sıcak Savaşlar ve Medyatik Popülizm, Çeviren: Şemsa Gezgin; İstanbul: Doğan Egmont Yayıncılık, sf. 14-15.

[14] Eco, Yengeç Adımlarıyla Sıcak Savaşlar ve Medyatik Popülizm, sf. 160-161.

[15] Eco, Yengeç Adımlarıyla Sıcak Savaşlar ve Medyatik Popülizm, sf. 161.

[16] Arditi, B. (2010) Liberalizmin Kıyılarında Siyaset, Çeviren: Emine Ayhan, İstanbul: Metis Yayınları, sf. 113-114.

[17] Toprak, Z. (1992) “Popülizm ve Türkiye’deki Boyutları”, Tarih ve Demokrasi:Tarık Zafer Tunaya’ya Armağan, İstanbul; Cem Yayınları, sf. 41.

[18] Belge, M. (2016) AKP ve Popülizm, Birikim, http://www.birikimdergisi.com/haftalik/7824/akp-ve-populizm#.XGhS3-RKhdg

[19] Saraçoğlu, C. (2017) Sağ Popülizm, Faşizm ve “Günün Ruhu”: Kavramsal Bir Tartışma, http://avrupaforum.org/sag-populizm-fasizm-gunun-ruhu-kavramsal-bir-tartisma-cenk-saracoglu/

[20] Saraçoğlu, C. (2017) Sağ Popülizm ve Faşizm Üzerine Yöntemsel Bir Tartışma: Küresel Örüntüler ve Ulusal Özgüllükleri Birlikte Anlamak, Praksis, 44-45: 1081-1105, https://www.academia.edu/36417889/Sa%C4%9F_Pop%C3%BClizm_ve_Fa%C5%9Fizm_%C3%9Czerine_Y%C3%B6ntemsel_Bir_Tart%C4%B1%C5%9Fma_K%C3%BCresel_%C3%96r%C3%BCnt%C3%BCler_ve_Ulusal_%C3%96zg%C3%BCll%C3%BCkleri_Birlikte_Anlamak

[21] Yıldırım, Liberal Demokrasinin Krizi…, sf. 51-53.

[22] Yıldırım, Liberal Demokrasinin Krizi…, sf. 58.

[23] Yıldırım, Liberal Demokrasinin Krizi…, sf. 55.

[24] Gott, R. (2008) Hugo Chavez ve Bolivarcı Devrim, Çeviren: Hasan Böğün, İstanbul: Yordam Kitap, sf. 93-94.

[25] Salvador Allende 1970’te Şili devlet başkanlığına seçildi. Şili’nin “milli varlıklarının Şili’ye ait olması gerektiği“ni savunan Dr. Allende, uluslararası sermayenin ve emperyalist ABD’nin baskı ve tahakkümünden kurtulmuş bir ülke isteyen işçilerin, gençliğin, yoksul kesimlerin desteğiyle başkanlığa seçilmişti. Başkanlığa seçilmesiyle birlikte çelik, kömür ve bakır işletmelerinin “ulusallaştırılması“na karar verdi. Ücretler artırıldı, fiyatlar donduruldu, süt gibi bazı ürünler devlet tarafından sübvanse edildi. Amerikan emperyalizminin buna tahammülü yoktu. Richard Nixon yönetimi, Allende’nin “Uluslararası Telefon ve Telgraf Şirketi” gibi çok uluslu büyük ABD şirketlerini “millileştirme” ve emekçilerden yana bir ekonomi politikası sürdürmesini engellemek için işbirlikçi generalleri harekete geçirdi. Amerikancı güçler, Allende yönetiminin “yasal ve uluslararası hukuk çerçevesinde kalarak mücadele etme” anlayışından cesaret alarak sabotaj eylemlerini artırdılar. Önce “Ulusal Kamyon Sahipleri Konfederasyonu“nun çağrısı ve planlamasıyla 70 bin kamyonun katıldığı Kamyoncular greviyle ekonomiyi “felç etme“ye yöneldiler. Allende yönetimini bu eylemle yıkamayınca da doğrudan darbeye giriştiler. 11 Eylül 1973’te Salvador Allende ve binlerce Şilili yurtsever, ilerici, devrimci ve sosyalistin katledildiği ve başını, ipleri ABD ve CIA’nın elinde olan general Augusto Pinochet’nin çektiği faşist askeri darbe gerçekleştirildi. İşçi sınıfı ve emekçilerin kendilerini faşist generallerin tanklı-toplu, bombardıman uçaklı saldırılarına karşı savunma araçlarından yoksun oluşu, “sosyalist yönetim“in yıkılmasını kolaylaştırdı. Geriye ilerici sol çevrelerin, “sosyalist“, komünist ve çeşitli diğer demokrat çevre ve grupların ittifakla birleştikleri “Halk Cephesi“nin sloganları, Victor Jara’nın kesilmiş dili ve kolları, ve silah elde Başkanlık Sarayı merdivenlerinde dövüşe katılan Allende’nin Şili halkına, işçi ve emekçilerine yönelik ve geleceğe dair umudu içeren sözleri ve katledilmiş binlerce işçi, genç, kadın ve erkeğin yiğitçe direnişinin mirası kaldı. (Gutierrez, T. (2003) 11 Eylül 1973: Şişi Darbesinden Dersler, Çeviren: Bahadır Çetinay, https://m.bianet.org/bianet/siyaset/23560-11-eylul-1973-sili-darbesinden-dersler)

[26]Cabecitas negras” adını alan ve Peron’u destekleyen kesimlerin daha sonra “Descamisados” (Gömleksizler) adıyla Arjantin’de oluşturdukları baskı grubu.

[27] Arjantin’de Juan Domingo Peron Dönemi (2013), www.politikaakademisi.org/2013/09/18/arjantinde-juan-domingo-peron-donemi/

[28] İşçi Partisi” (Partido Trabalhadores- PT) 10 Şubat 1980’de Lula’nın başını çektiği sendikacılar ve aydınlar başta olmak üzere toplumun çeşitli diğer kesimlerinden temsilcilerle birlikte kuruldu. PT, başlangıçta sosyal demokrat partilerin politikalarını eleştiriyor; daha ileri hedefleri işaret ediyordu.

[29] İhanetle suçlanan bir diğer lider Daniel Ortega idi. 1970’li yılların ikinci yarısında Nikaragua’da zafer kazanan Sandinistler, liberal bir “karma ekonomi politika” çizgisi izlediler. “Çoğulcu” liberal siyasal sistem yürürlükte kaldı. Tarım reformu kapsamında bazı adımlar atılmakla birlikte ekonomideki özel sektör varlığı hakim unsur olmayı sürdürdü. Sandinist yönetim, izlediği politikaların handikaplarıyla giderek daha belirgin biçimde karşılaştı ve 1990’ların başlarındaki seçimler sonucunda aldığı yenilgiyle geriye düştü.

[30] İhanetle suçlanan bir diğer lider Daniel Ortega idi. 1970’li yılların ikinci yarısında Nikaragua’da zafer kazanan Sandinistler, liberal bir “karma ekonomi politika” çizgisi izlediler. “Çoğulcu” liberal siyasal sistem yürürlükte kaldı. Tarım reformu kapsamında bazı adımlar atılmakla birlikte ekonomideki özel sektör varlığı hakim unsur olmayı sürdürdü. Sandinist yönetim, izlediği politikaların handikaplarıyla giderek daha belirgin biçimde karşılaştı ve 1990’ların başlarındaki seçimler sonucunda aldığı yenilgiyle geriye düştü.

[31] İhanetle suçlanan bir diğer lider Daniel Ortega idi. 1970’li yılların ikinci yarısında Nikaragua’da zafer kazanan Sandinistler, liberal bir “karma ekonomi politika” çizgisi izlediler. “Çoğulcu” liberal siyasal sistem yürürlükte kaldı. Tarım reformu kapsamında bazı adımlar atılmakla birlikte ekonomideki özel sektör varlığı hakim unsur olmayı sürdürdü. Sandinist yönetim, izlediği politikaların handikaplarıyla giderek daha belirgin biçimde karşılaştı ve 1990’ların başlarındaki seçimler sonucunda aldığı yenilgiyle geriye düştü.

[32] Gott, Hugo Chavez ve Bolivarcı Devrim, sf. 32.

[33] Gott, Hugo Chavez ve Bolivarcı Devrim, sf. 184.

[34] Simon Bolivar, 19. yüzyıl boyunca Latin Amerika’nın sömürgeci boyunduruktan kurtulması ve Venezuela, Ekvador, Kolombiya, Peru ve Panama başta olmak üzere Latin halklarının birleşmesi için mücadele eden ve anti sömürgeci mücadelenin en önemli isimlerinden biridir. Hugo Chavez, Bolivar’ın bağımsızlıkçı birleştirici ‘misyonu’nu bağımsız bir Venezuela ve Latin Amerika için yön gösterici sayarak sahiplenmiştir.

[35] Counterpunch, S. S. (2017) Venezuela’s Communal Movement,  https://venezuelanalysis.com/analysis/12865

[36] Burada Syriza ve Podemos’un genişçe bir değerlendirmesine girişilmeyecek. Syriza üzerine daha geniş bir bilgi için Teori ve Eylem’in 22. sayısında yayımlanan Arif Koşar’ın “‘Sol’un Syriza sınavı: Trajedi değil reformizm” makalesine bakılabilir. http://teoriveeylem.net/2018/09/syriza-trajedi-degil-reformizm/

[37] Sağ gerici ve yabancı düşmanı partilerin istismar ettikleri kitlesel göç ve yaşanılan toprakları terk eğiliminin ‘kaçış hareketi’ne dönüşmesi, kapitalist sömürü ve neoliberal saldırganlığın yol açtığı yıkımla dolaysızca bağlıydı. Yoksulluk, açlık ve işsizlik sorununun devasa denilebilecek boyutlarıyla yaşandığı Afrika ülkeleri başta olmak üzere ve savaşlar nedeniyle yaşamlarını giderek artan şekilde tehdit altında gören Ortadoğu-Kuzey Afrika halkları, milyonları bulan kitleleriyle yollara düştüler. Yöneliş, AB’nin klasik kapitalist ülkeleriyle ABD başta olmak üzere dünyanın sözümona “refah ülkeleri“ne idi.

[38] Sağ gerici ve yabancı düşmanı partilerin istismar ettikleri kitlesel göç ve yaşanılan toprakları terk eğiliminin ‘kaçış hareketi’ne dönüşmesi, kapitalist sömürü ve neoliberal saldırganlığın yol açtığı yıkımla dolaysızca bağlıydı. Yoksulluk, açlık ve işsizlik sorununun devasa denilebilecek boyutlarıyla yaşandığı Afrika ülkeleri başta olmak üzere ve savaşlar nedeniyle yaşamlarını giderek artan şekilde tehdit altında gören Ortadoğu-Kuzey Afrika halkları, milyonları bulan kitleleriyle yollara düştüler. Yöneliş, AB’nin klasik kapitalist ülkeleriyle ABD başta olmak üzere dünyanın sözümona “refah ülkeleri“ne idi.

[39] Hıristiyan ve İslam köktendinciliği, Darwin’in evrim teorisi karşıtlığı eşliğinde “medeniyetler çatışması” teori ve söylemleri yeniden güç kazandı. Siyonist yönetim, İsrail devletinin “Yahudi” kimliğini yasalaştırdı. Geçmiş tarihlerinde büyük imparatorluklara sahne olmuş Türkiye, Avusturya-Macaristan, İtalya gibi ülkelerde, “imparatorlukların ihtişamlı tarihi“ne methiyeler yeniden düzülmeye başlandı. Şoven milliyetçi ideoloji, “gelenek ve göreneklere bağlılık” ve “ecdadın mirası” türü “asar-ı atika” malzemeyle takviye edildi. Türkiye’nin başkenti Ankara’da Osmanlı külliyeciliğiyle modern kapitalist yapı karışımı saraylarda “yeni bir tarih yazımı” başlatıldı. “Rabia selamı“,”üç hilal“li “tek millet” şovenizmiyle hemhal olmuş vaziyette yayılmacı militarizmin devlet şeklini işaret eden anahtarı oldu, vb.

[40] Eco, Yengeç Adımlarıyla…, sf. 14.

[41]Göç ve yabancılar sorunu“yla işsizlik ve yoksulluk sorunları, birincisi ikincisinin nedeni gösterilerek tarihte ilk kez politika konusu edilmiyor. Kapitalizmin gelişmesi ve uluslararasılaşmasıyla da bağlı olarak her bir kapitalist ülke içinde bölgeler arası nüfus hareketlerinin yanı sıra üretimin ve ticaretin “ulusal sınırlar“ı aşması, üretim ve iş örgütlenmesinin uluslararasılaşması sonucu ortaya çıkan olgusal gelişmelerden biri de işgücü hareketliliğinin uluslararası özellik göstermesidir. Bu “göç“ler sonucu -askeri zor nedenli olanları da dahil olmak üzere- kendi ülkeleri ve topraklarından başka ülkeler topraklarına gidenler, önemlice bölümleriyle ucuz işgücü kaynağı olarak kapitalist sömürü ‘malzemesi’ haline getirilirken, diğer yandan sadece yabancı karşıtı milliyetçiler tarafından değil yerli nüfusun işsizlik, yoksulluk, açlık ve barınaksızlık gibi sorunlarıyla boğuşan işçi ve emekçilerinin bir kesimi tarafından da işsiz kalışları ve yoksulluklarının “nedeni“; ekmeklerine “ortak olanlar” ve hatta “çalanlar” olarak görülebilmişlerdir. Kapitalist toplum koşullarının ürettiği sorunların kaynağı ve sorumluluğunu yanlış adreste arayan ya da gören bu tutum, proleter sınıf bilinci ve etnik köken farklılıklarına rağmen emekçi dayanışması gelişip güç kazandığı oranda farklılaşmış ve etkisi zayıflayabilmiştir. Bugünün sorunu da artmış ve daha da belirginleşmiş biçimiyle aynıdır.