Ahmet Cengiz

– Birinci not –

MAZİDE KALDIĞI SÖYLENEN

İleri kapitalist ülkelerdeki politik ve sosyal mücadeleleri izleyen herkes, bir şekilde, burjuva düşünce dünyasının alameti farikasını teşkil eden şu görüşe rastlar: Kapitalizmin kusurları vardır, ama bir alternatifi yoktur! Dolayısıyla, kapitalist sistemi aşmaya yönelik her girişim, hüsranla sonuçlanmak zorundadır!

Bu görüş yeni değildir, ancak yine de onda yeni olan bir boyut vardır. Nitekim; uluslararası işçi sınıfının tarihsel yenilgisi, burjuva propagandasının bu klasik görüşünü adeta bir aksiyom düzeyine, yani artık kanıtlanması bile gerekmeyen, kanıtı bizzat kendisi olan bir fikir düzeyine çıkartmıştır. Ve bir aksiyom olarak telkin edilen bu fikir bir kere esas alındığı zaman; sosyalist devrim, devrimci özne olarak işçi sınıfı, sınıf mücadelesi, sınıf bilinci gibi kavramlar yadırganabilir olmaktadır. Dahası; bu kavramları savunanlar, geçmişe takılıp kalarak yeni olana karşı çıkışlarının beyhudeliğinin farkında olmayan romantiklere benzetilebilmektedirler!

Bununla da bitmiyor: Günümüz politik ve sosyal mücadelelerin aldığı somut biçimler, bu benzetmeyi adeta haklı çıkarır gibidir. Bugünün mücadeleleri büyük oranda; “ulus”, “din”, “etnik”, “kültür”, “çevre”, “iklim”, “cinsiyet”, “sağlık”, “bakım”, “gıda”, “konut”, “göç” vb. vb. kavram ve konular üzerinden cereyan etmektedirler. Ve bunların hemen hemen hiçbirinde işçi sınıfının sınıf olarak etkin bir rol oynadığı gözlenmemektedir! İşçiler bu mücadelelere katılmaktadırlar, ama, mevcut işçi sendikalarının görev savma veya öfke boşaltma amaçlı katılımları dışında, işçiler genellikle şahıs olarak veya çok küçük gruplar halinde bu mücadelelerde yer almaktadırlar. İdeolojik-politik bakımdan bu mücadelelere kendi sınıf damgasını vuran ise, esas olarak küçük ve orta burjuvazidir veya doğrudan birbirinin altını oyan çeşitli sermaye gruplarıdır. Haliyle, sınıf kavramları bu mücadelelerde pek dile getirilmez. Ve böylelikle karşımızda sınıf çelişkilerinden kaynaklanan somut politik ve sosyal mücadeleler olmasına karşın, bunlar, başta yürütücüleri tarafından, sınıf mücadeleleri olarak tanımlanmaz.

Bu tablo karşısında, Karl Marx’ın şu sözünü hatırlamamak mümkün değil: “Şeylerin görünüş biçimi ile özü doğrudan doğruya örtüşseydi, o zaman hiçbir bilime gerek kalmazdı.” Böylesi bir halin söz konusu olup olmadığını, ilk bakışta çok alakasızmış gibi görünen bir gerçeklik üzerinden netleştirmeye çalışalım.

En fanatik kapitalizm savunucusunun bile reddetmeyeceği gerçeklik, günümüz ileri kapitalist toplumlarındaki işbölümünün olağanüstü derinleşmiş olması gerçekliğidir. Herhangi bir büyük kapitalist tekeli ele aldığımızda bu durum gayet açık bir şekilde görünmektedir. Bilindiği gibi, bugünün tekelleri devasa sermayeyi ve milyonlarca çalışanı bünyelerinde barındırmaktadırlar. Üretimleri dünya ölçeğindedir ve her bir üretim birimi, birbiriyle, ortak bir planlama ve örgütlenme temelinde bağıntı içerisindedir. Yani üretimdeki coğrafi ve hacimsel genişleme, doğası gereği işin olağanüstü bölünmesini gerektirmektedir.

İster bir tekelin bünyesinde ister ona bağlı yan sanayide isterse toplumsal üretimin genelinde olsun, işin olağanüstü bölünmüşlüğü (işbölümündeki derinleşme), ilk bakışta, öncesine göre daha çok parçalanma, kopukluk, özerklik olarak görünmektedir. Fakat yakından bakıldığında, üretimin aslında düne göre çok daha bütünlüklü, çok daha birbirine bağlı olduğu, dahası bu bölünmenin, bütünlüğün varlığına dayandığı görülür.

Öte yandan, işbölümündeki derinleşme, bölünen işin bütünlüğünü sağlayacak teknolojik ve bilimsel araçları, yani öncesine göre daha gelişkin üretim araçlarını gerektirir. Örneğin, işbölümündeki derinleşmenin düzeyi, her zaman, bu bölünmeyi bir kopukluk olmaktan çıkartan ulaşım ve iletişim araçlarının belirli bir gelişmişlik düzeyine tekabül eder. Böylece, işbölümündeki derinleşme olgusu; aynı zamanda yeni tekniklerin, yeni sanayi dallarının, yeni mesleklerin, yeni iletişim ve ulaşım kültürünün ortaya çıkması anlamına gelir. Haliyle; eskilerinin de aşılması, geride kalması veya tasfiyesi anlamını taşır.

Gelgelelim, işbölümü dediğimiz şey, aslında bir soyutlamadır. O kendini ancak somut şeylerde gösterir: Örneğin yeni bir teknolojinin ortaya çıkması sonucu belirli mesleklerin tarihe karışması veya belirli bir sanayi sektörünün başka bir ülkeye taşınması ya da güncel bir örnek verecek olursak, elektronik otomobil teknolojisinin yerleşik otomobil yan sanayisini altüst etmesi gibi gelişmelerde kendini belli eder.

Demek oluyor ki, işbölümü, iki durumun ortaya çıkmasını mümkün kılar: a) Üretim süreçlerinin bölünmesiyle, o parçalı ve dolaylı süreçlerde yer alanların kendilerini genel bütünden ayrı ve özerk görebilmesi. Ve b) İşbölümünün derinleşmesi sürecinde eski konumlarını kaybedenlerin, bu kayıplarının nedenlerini, işbölümünün gerisindeki gerçeklikte değil de, onun her defasında somutlaştığı olguda (“küreselleşme”, “teknoloji” vb.) araması. Kısacası, işbölümü derinleştikçe, parçalanmışlık, kopukluk, dolayımlılık, karmaşıklık da artmaktadır. İşbölümündeki derinleşme toplumsal yaşamla üretimin çeşitli alanlarını kapsadıkça, o alanların özneleri için bu kompleks bağıntı ve ilişkilerin gerisindeki gerçekliği çözmek, izini sürmek ve bunların arasında kendilerinin ve kendi dışındakilerinin konum ve rollerini anlamak da zorlaşmaktadır.

Açıktır ki, burada söz konusu ettiğimiz, herhangi bir işbölümü değil, kapitalist işbölümüdür. Bu demektir ki, bu işbölümü; yegane amacı artı-değer üretmek, yani azami kârı elde etmek olan kapitalist üretim tarzına göre şekillenen bir işbölümüdür. Yani onun somut biçimini, tekniğin veya bilimin soyut olarak mümkün kıldıkları değil, azami kârı artırmanın ve bunu da üstelik uluslararası rekabet koşullarında artırmanın gereklilikleri belirlemektedir.

Öyleyse; eğer sermayedarlar sınıfı bir gerçekse, yani bu devasa üretim araçları belirli bir grup insanın mülkiyetindeyse ve bunların da tüm amacı kârlarına kâr katmaksa; eğer bu amaç, rakibinden daha hızlı ve daha ekonomik üretmeyi gerekli kılıyorsa, yani sömürüyü artırmayı ve teknoloji ve bilimi bu amacın hizmetine koşmayı gerekli kılıyorsa, ve eğer bu dürtü ve hırsın bir sonucu olarak sermaye tarafından nüfuz edilmedik toprak parçası, girilmedik toplumsal yaşam alanı bırakılmamışsa ve bütün bunların bir sonucu olarak üretimdeki işbölümü olağanüstü genişleyip derinleşmişse – evet, böylesi bir toplumda; egemen sınıfın; ideolojik-politik hedef şaşırtma, kafa bulandırma, şeylerin dış görünüşü aracılığıyla onların özlerini perdeleme, olup bitenlerin sınıfsal kaynaklarını hasır altı etme, sorun sahiplerinin kendilerini büyük bir sınıfın, yani ortak konum ve çıkarlara sahip bir bütünün parçası olarak görmelerini ve ona göre davranmalarını durmaksızın engelleme, bunun için de bölme ve karalama girişimlerini sürekli artırma ve çeşitlendirme gibi, sınıfsal çıkarlarının doğal gereği bir davranış tarzını geliştirmesi şaşırtıcı olabilir mi?

KARMAŞIKLIK VE PARÇALANMIŞLIK ARTTIKÇA

Sermaye, belirli bir toplumsal ilişki olarak bir gerçeklikse (sanırız bunu reddedecek bir aklıevvel yoktur!) ve dolayısıyla bir ilişki olarak bu, doğrudan sermaye sahibinin karşısındakini, yani işçi sınıfını gerektiriyorsa, o halde; sermayenin hakim olduğu kapitalist bir toplumda, bu iki temel sınıf arasındaki ilişki ve çelişki toplumun tüm sınıf ve katmanları arasındaki çelişki ve ilişkileri koşulluyor demektir. Bugün ilk bakışta açıkça görülmeyen, bu temel çelişkinin, emek-sermaye çelişkisinin, kendisini; düne göre çok daha dolaylı, yani sırf “klasik sanayi”deki TİS dönemleri gibi açık ve dolaysızca değil, aynı zamanda toplumsal üretimin birçok farklı alanlarını kapsayarak, birçok görünüm ve biçimler alarak ortaya koymasıdır. İşbölümündeki derinleşmeye dair örneğimiz, Marx’ın sözünü ettiği “şeylerin görünüş biçimi ile özü”nün doğrudan doğruya örtüşmeme halinin, bugün neden düne göre çok daha geniş bir alanı kapsadığını ve kaçınılmaz olarak neden daha karmaşık biçimlere büründüğünü somutlaştırmaktadır. (Örnek olsun: Almanya’da Hambach ormanının RWE tekeli tarafından toptan yok edilmesine karşı gelişen kitlesel mücadele bir yönüyle çevreyi koruma mücadelesi iken, diğer yönüyle tekellerin hem pervasızlığına hem de hükümet üzerindeki hegemonyasına karşı bir mücadeleyi ifade etmekteydi. Tekellerin bu konumları, emek-sermaye ilişkisindeki aktüel güçler dengesinden soyutlanabilir olmasa gerek.)

Söylenenlerden iki husus netleşmiş olmalı:

ı- Bugün sermaye ilişkisi adeta girilmedik alan bırakmamışsa, bu; öncesinde hiçbir şekilde işçi sınıfıyla ilişkilendirilmeyen sektör ve mesleklerde çalışanların işçi sınıfına katıldıkları anlamına gelir. Hiç şüphesiz, yaygınlaşan, kapitalist ücretli emek ilişkisidir. Bunun böyle olması ama, şimdiye kadar o meslekleri icra edenlerin de (özel işletme ve kurumlarda çalışan öğretmenler, hemşireler, doktorlar, avukatlar, pilotlar vb.) hemen kendilerini işçi sınıfının bir parçası saydıkları anlamına gelmemektedir. Meslek bilinci ile sınıf bilinci çok farklı şeylerdir. Kaldı ki sosyo-ekonomik konumdaki değişimler hemen birebir bilince yansımamaktadır. Bu yansımanın ne kadar dolayımlı ve hatta sancılı olabileceğinin çarpıcı örneklerinden biri, Türkiye’den Almanya’ya giden “misafir işçiler”dir. Ezici çoğunluğu Anadolu taşrasından alınıp modern sanayi ilişkileri içerisine sokulmuştur. Çoğunluğu köylüyken işçi olmuştur, ama bilinç ve kültür olarak da işçileşmeleri epey zaman almıştır.

ıı- Açıktır ki, toplumsal üretime dayanan ilişkilerde karmaşıklık ve parçalanmışlık arttıkça, sınıf ilişkisini ve çıkarları idrak edebilmek, düne göre çok daha fazla teorik-politik dolayımlarda bulunmayı gerektirmektedir. “Klasik sanayi”deki işçilerin hareketinin zayıf olduğu, yani işçilerin doğrudan sınıf olarak açık mücadelelerinin yaygın olmadığı koşullarda, aslında işçi sınıfının bir parçası olmuş, ama belirtilen nedenlerle kendini bu sınıfın bir parçası olarak görmeyenlerin bu mücadelelerinin, hem kendileri ve hem de burjuva propaganda tarafından bir sınıf mücadelesi olarak algılanmaması/yansıtılmaması şaşırtıcı değildir.

Küçük burjuvazi ile orta burjuvazinin, mali sermayenin artan pervasızlığının kışkırttığı politik-sosyal mücadelelere kendi damgasını vurmasını mümkün kılan da, işte bu iki temel nedenin, işçi sınıfının tarihsel yenilgisinin çok yönlü sonuçlarının hala aşılamamış olmasından kaynaklanarak, olağanın ötesinde bir etkiye sahip olabilmesidir. Ama unutulmamalıdır ki, bu etki, yalnızca bu koşullarda bu yönde rol oynamaktadır. Başka koşullarda ama, tam aksi yönde; işçi sınıfına ve mücadelesine renk ve güç katacak, entelektüel kapasitesini artıracak bir yönde rol oynayacaktır!

KÜÇÜK BURJUVAZİNİN KADERİ

İşçi hareketinin zayıflığı işin bir yönüdür, diğer yönüyse Avrupa’daki küçük burjuvazinin adeta diken üstünde oturuyor olmasıdır. Anımsatmak gerekirse; işçi sınıfının tarihsel yenilgisini izleyen yıllar (“küreselleşme” dalgası vb.), başka şeylerin yanı sıra, kapitalizmdeki “orta katmanlar”ın dünya ölçeğinde hızla büyümesiyle de dikkat çekmişti. Ancak, bir süreden beri ve 2008 Kriziyle de daha hızlanmış olarak, “orta katmanlar”ın erimeye başladığı, bir kısmının doğrudan işçi sınıfının saflarına atıldığı, zaten bu saflarda olanların da kendi özel konumlarını savunmaya çalıştıkları görülmektedir. Görülmesi gereken diğer bir şey de, bu mücadelelerin henüz başında olduğumuz ve dünya çapında olası bir ekonomik krizin patlak vermesinin bu mücadelelerin en azından ivmesi ve çapını büyütmesinin kuvvetli bir ihtimal olduğudur.

Gelinen nokta itibarıyla şu tarihi deneyimi hatırlamanın zamanıdır: Sınıfların aktüel mücadelelerinde murat ettikleriyle, o mücadelelerinin, ortaya çıktıkları koşulların verili sınıf ilişkileri ve dengelerine yaptıkları etkiyi birbirinden ayırt etmek gerekir.

Nitekim; galip gelen mali sermaye öyle bir açgözlülük ve saldırganlık sergilemiştir ki, işçi sınıfına karşı bu hücumunun ilk yan ürünlerinden beslenen küçük burjuvazi, bugün, tam da aynı nedenlerle, yani bu saldırganlığın olağanüstü bir azgınlıkla sürdürülmüş olmasından kaynaklanarak, tarihsel bakımdan görece kısa bir sürede kendi doğal çelişki ve karşıtlıklarını keskinleştirmiş olması sonucunda, “kazanımları”nı kaybetmeye başladığı bir sürecin içine sürüklenmiştir. O, küçük dünyasındaki huzurunu yitirmiş ve ister istemez kendini ortaya atmak zorunda hissetmiştir.

Buradaki hadise şudur: Mali sermayenin azgınlığının üstünü örten sosyal perde (“orta katmanlar”) yırtılmıştır! Ve sermayenin pervasızlığı, açgözlülüğü bugün düne göre çok daha bariz, çok daha net görünür olmuştur. Küçük burjuvazi, tabiatı gereği, “ortaya muhalefet” etmek istiyor; ne var ki kendisiyle birlikte inen perdenin gerisindeki tablo (sosyal sorunlar ve sefaletin artmasında kendini belli eden çelişkilerin belirginleşmişliği), işçi sınıfını yok sayarak, onun da sorunlarına sahip çıkıyormuş gibi yapmayarak yol almasına pek imkan tanımıyor. Küçük burjuvazinin, bu kaderi henüz bu boyutlarda yaşamayan ama yaşama riskleri artan görece varlıklı kesimleri ise, büyük sermaye için politik alternatifler (milliyetçi ve ırkçı bir platformla) yaratmakla meşgul olan orta burjuvaziyle kucaklaşıyor. Fakat bunlar da, işçilerin “hamiliğini” yapıyormuş gibi görünmeden yol alınamayacağını biliyorlar! Dahası, mali sermaye içindeki farklı fraksiyonlara oynarken, pazarlık paylarının, alt sınıfları yedekleme gücünün büyüklüğü oranında artacağını görüyorlar.

Küçük burjuvazinin dikkat çekilen ikircikli konumu bir yönüyle yeni değildir. Uluslararası işçi hareketinin güçlü olduğu koşullarda, ekonomik gidişatta ciddi sarsıntılar yaşandığında, küçük burjuvazi genellikle ikiye bölünür, bir kesimi işçi hareketine yakınlaşma eğilimi gösterirken, diğer kesimi büyük sermayeye bel bağlardı. Yeni olan; bu ara sınıfın ilk defa işçi hareketinin olağanüstü güç kaybettiği koşullarda ikiye bölünmesidir. Aslında artık ikiye bölünmemesi gerekirdi diye düşünülebilir, çünkü kapitalizmdeki iki temel sınıftan (burjuvazi-işçi sınıfı) birisi, politik gücü ve hareketi bakımından oldukça zayıf bir durumdadır. Ama yine de bölünmektedir! Bu olguyu sadece ideolojik nedenlerle açıklayamayız. Tersinden ifade edelim: Sosyo-ekonomik konum bakımından küçük burjuvaziden işçi sınıfının saflarına atılanların sayısı olağanüstü olmasa ve küçük burjuva konumlarını hala koruyabilenlerin üzerindeki “aynı kaderi paylaşma” baskısı artmış olmasa, bu bölünme bugünkü şekliyle yaşanmazdı.

İşte bu nesnel zemin, sınıflar arası verili güçler dengesinde, küçük burjuvazinin öyle olan ve hala öyle olduğunu sanan bir kesimini (farkında olmasalar da bu kesim aslında kendi içinde de ikiye bölünmüştür!), işçi sınıfının rolünü oynamaya itiyor! Bu hadisedeki diyalektik şu ki, bu kesim, özellikle ileri kapitalist ülkeler bakımından bir ara sınıfın boyunu aşan bir işe girişmek zorunda kalıyor. Bunun ideolojik plandaki yansıması, aslında sınıfsal olan sorunların, sınıfı içermeyen ve esasta da “kimlik” ve “kültür” kategorilerine dayanan bir mücadele çizgisiyle çözülmeye çalışılıyor olmasıdır. Ve geçen her gün bu çabanın nafileliğini ortaya koydukça, sosyal/sınıfsal sorunlar mücadele taleplerinde giderek daha fazla yer kaplıyor ve kaplayacaktır da.

“KİMLİK” BİLİNCİ VE ÖZDEŞLİK

Elbette, her türlü “kimlik” bilinci (millet, din, cinsiyet, meslek vb.) sınıf bilincine göre çok daha kolay edinilebilir bir bilinçtir. Burada “kimlik” kavramını asıl anlamıyla (özdeşlik/aynılık) kullanıyoruz. Açık ki, özdeşlik kategorisi olmadan çelişkisiz düşünmemiz mümkün olamazdı. Bu kategoriye dayanmayan bir düşünme, ancak ‘mantık öncesi’ bir düşünme olabilirdi. Öte yandan ama, bu aynı kategori, çelişkiyle birlikte düşünmemize bariyerler koyar (zaten diyalektik düşünme biçimleri de bu bariyerleri aşmaya, yani özdeş olarak saptadığımız şeylerin aynı zamanda özdeş olmadıkları deneyimimize dayanır).

Başka bir ifadeyle, özdeşlik kategorisi ne kadar gerekliyse de, onun aslında, bir şeyin (ister bir nesne, isterse bir düşünce olsun), ilgili durumdaki özelliğinden bağımsızboş biçimi”ni tanımlayan bir kategori olduğu unutulmamalıdır. Sözgelimi, bir kişi kendini bir millet, din veya cinsiyetle özdeş görebilir. “Kimliği”ne dair bu bilgiler, pek çok şeyi içerir ama, kişinin sosyo-ekonomik konumu hakkında doğrudan bir bilgi vermez. Sınıf kategorisinin esprisi ise, verili toplumdaki üretim ilişkilerine, yani o toplumdaki üretimin örgütlenme biçimine dayanmasıdır. Üretimsiz bir yaşam olmayacağına göre, sınıf kategorisi, salt “boş biçimi” değil, sınıflı bir toplumda yaşayan bir kişinin bütün “kimlikleri”nin üzerinde duran ve onlara rağmen onun o toplumdaki asıl konum ve özelliğinin tam ne olduğunu gösteren bir niteliğe sahiptir. Kişinin karnı tok mu aç mı, işsiz mi çalışıyor mu, geçinebiliyor mu geçinemiyor mu, geleceği güvende mi değil mi, kültürel yaşamı zengin mi tek düze mi vs. bütün bunlar, sınıf kategorisinin dışında temellendirilemez.

Sınıf kategorisi, sayısız özdeşlikler (kimlikler) içindeki ayrımı bu veriler üzerinden somutlaştırırken, yani özdeşlik ile ayrımı birlikte kapsayıp özdeşliğin “boş biçimi”ne bu belirleyici içerikleri katarken; sözgelimi millet (veya din) özdeşliğindeki ayrım ama, ancak o milletten (veya dinden) olmayan bir millet (veya din) üzerinden gerçekleşebilir. Örneğin “ben Türküm”, “o Alman” denilerek veya “ben Müslümanım”, “o Hıristiyan”!

Politik-sosyal mücadelelerde ayrımlar ve dolayısıyla da saflaşmalar, sınıf değil de kimlik üzerinden gerçekleşiyorsa, orada ya gerçek toplumsal çelişkiler maskeleniyordur ya da özünde sınıfsal olan sorunlar kendilerini belirli bir “kimlik sorunu” üzerinden dışa vuruyorlardır. Özel bir çabayı gerektiriyorsa da, her iki durumda da, sınıf ilişkileri ve çıkarlarının somutlaştırılması vazgeçilmezdir –eğer ki işçi ve emekçiler başka sınıf ve zümrelerinin “boş biçim”lerine dolgu maddesi olmak istemiyorlarsa!

Yeri gelmişken şu hususu da hatırlatmak gerekir: Özellikle Radikal Demokrasi çevrelerinin iddialarının aksine, uluslararası işçi ve komünist hareketi genel “kimlik” sorunlarıyla ne yeni yüz yüze geliyor ne de bu sorunlarla bağlantılı mücadeleleri yeni veriyor. Örneğin 19. yüzyılın ortalarından itibaren, ırkçılığa, haksız savaşlara ve sömürgeciliğe karşı mücadelede Avrupa işçi hareketi ve partileri en ön saflarda yer almıştır. Bugün bile, ezilen halkların mücadelesinin sahiplenilmesi denildiğinde, akla ilk Ekim Devrimi’nin gelmesi bir tesadüf değildir. Veya kadın hareketinin tarihini işçi hareketinin tarihinden ve mücadelelerinden soyutlayarak ele almak hiçbir şekilde mümkün değildir. Ya da din özgürlüğü: Rayş Almanyası’nda Sosyal Demokrasi; Cizvitler (Jesuiten) için özgürlük talep etmiş, onların dini ibadetlerini yerine getirmelerinin Almanya’da serbest bırakılmasını savunmuş ve genel olarak herhangi bir dine karşı polis yöntemleriyle savaşılmasına son verilmesini istemiştir. Pek bilinmeyen bir başka örnek vermek gerekirse: Sosyal Demokrasi, Ocak 1872’de yürürlüğe sokulan ve erkekler arasında cinsel ilişkiyi yasaklayan Alman ceza kanunun 175. Maddesine de karşı çıkmış, bu maddenin kaldırılmasını talep eden girişimleri desteklemiştir. Örneğin August Bebel, bu konuyla ilgili Berlin’de çeşitli çevrelerce oluşturulan “Bilimsel-insani komite”nin hazırladığı ve eşcinselliğin yasallaşmasını öngören bir karar tasarısını 1898 yılında Meclis’e sunmuştur. (Tahmin edilebileceği gibi, bu tasarı meclis tarafından reddedilmiştir.) Bu tür “kimlik” sorunlarında açık tutum almanın, işçi sınıfının kurtuluş mücadelesinin evrensel karakterinin bir gereği olduğu Alman Sosyal Demokrasinin Erfurt Programı’nda da ifadesini bulmuştur. Son derece net belirtilmiştir: Sınıf egemenliğinin ve sınıfların kendisinin kaldırılması için mücadele eden Sosyal Demokrasi, “bugünkü toplumda sadece işçilerin sömürülmesi ve baskı altına alınmasını değil, tersine, ister bir sınıfa, ister bir partiye, isterse bir cinsiyete veya ırka karşı olsun, sömürü ve baskının her türüne karşı mücadele etmektedir.” Örnekler çoğaltılabilir…

Bu birinci notu artık noktalayalım: Buraya kadar söylenenlerden de anlaşılacağa üzere, bütün maharet, tekil olaydaki geneli görebilmektedir; yani emek-sermaye çelişkisinin kendisini ve onun dolaylı etkilerini en alakasız görünen olay, olgu ve mücadelelerde de görünür kılmakta ve aralarındaki bağıntıların tüm işçi ve emekçilerce de görülmesini sağlamaktadır. Bunun, ilgili olay ve mücadeleleri ele alırken “bu işin temelinde sınıf sorunu var!” gibi bir söylem kolaylığına savrulmak anlamına gelemeyeceği açık olsa gerek. Yapılması gereken, sınıf ilişkisini, mücadelenin somut konusunun karşısına dışsal bir gerçek olarak dikmek değil, tersine; o somut konunun özgünlüğüne derinlemesine vakıf olarak, onun iç bağıntılarındaki sınıf ilişkisini saptayıp açığa çıkartmaktır.[1] Bu çaba sarf edilmeden, birbirinden ayrı ve bağlantısız gelişen, fakat her birisinin de kendi varlık nedeni bulunan bu mücadeleleri ortak bir hedefe (sermayenin egemenliğine karşı) yönlendirmek mümkün olmayacaktır.

Ezcümle; kapitalizm gibi sınıflı bir toplumda, sınıf gerçeği ve bilincine dayanmayan hiçbir politik-sosyal mücadele ne köklü ne de kök sökücü olabilir.

– İkinci not –

STRATEJİK BİR SORUN

Sınıf bilincini oluşturmada; sınıf ilişkisini ve çelişkilerini ilgili mücadelelerin özgünlükleri ve özelliklerinde görünür kılma sorunun bir yüzüdür. Diğer yüzüyse; işçi sınıfının günlük mücadelelerini, onun nihai hedefinin gerektirdikleri temelinde örgütleyebilme ve yürütebilmedir.

Kapitalizmin aşılması ve sosyalist bir toplumun inşası için, işçi sınıfının iktidarı alma ve onu koruyabilme kapasitesine erişmesi işin olmazsa olmazı olarak görülüyorsa, günlük mücadelelerde nihai hedefi gözeten bir bağlamın sürekli tesis edilmesinin gerekliliği üzerinde durmanın bir gereği yok demektir. Zira açıktır ki, bu bağlam, bir işçi partisinin sınıf mücadelesinde devrimci bir pratik içerisinde bulunup bulunmadığının en temel kriterlerinden biridir. Aynı zamanda, devrimci taktiğinin de temelidir.

Genelde o kadar açık olmayan ve dikkat çeken, bu bağlamın sanki birbirinden kopuk iki “ayrı şey”in birbirine “bağlanması” sorunuymuş gibi ele alınmasıdır. Bu “bağlanma”nın, tam da bunun nasıl yapılacağının somutlaştırılması gerektiği yerde somutlaştırılmadan geçiştirilmesi –adeta asıl problemin kendisinin bunun nasıl yapılması gerektiği değil de, ne yapılması gerektiğiymiş gibi!– az rastlanır bir durum değildir.

İster bizde isterse uluslararası hareket içinde az rastlanır olmayan bir başka ele alış da, sözlü ve yazılı faaliyetlerde bu bağlamın, bir “kızıl final”e, bitirmeden önceki “kızıl paragraf”a veya “kızıl cümle”ye indirgenmesidir. İlgili güncel mücadele şu ya da bu konuda olabilir; diyelim ki bir işçi yoksulluktan intihar etmiş veya iş kazası geçirmiş, bu olay teşhir edilirken, yazının/konuşmanın sonunda “halk iktidarı”, “sosyalizm” vurgusu yapılır. Ve böylelikle, günlük mücadelenin iktidar hedefine bağlanılmış olduğu düşünülür! Söylemek bile gereksizdir ki, bu ele alış tarzı, yani nihai hedefi günlük mücadelenin konusunun karşısına dışsal bir gerçek olarak dikmek, bundan murat edileni sağlamaması bir yana, esas olarak bu bağlamı dert edinmeyen reformist-sendikalist anlayışlara güç kazandırır.

YOK SAYMAK YERİNE

Henüz işçi sınıfı partisinin varlığı söz konusu değilken Marx ve Engels Komünist Manifesto’da, işçilerin mücadelelerinin esas sonucunun, o mücadelede doğrudan elde ettikleri başarıdan ziyade, giderek gelişip yayılan birleşmeleri olduğunu vurgularlar.[2] İşçilerin şu ya da bu talebi elde etmek için mücadeleye atılmaları, aralarındaki rekabeti ve bölünmüşlüğü aşıp birleşmeleri bugün de elzemdir. İşçi sınıfı partisinin varlığının işin bu boyutuna kattığı şey, bu birleşmeleri teşvik etmesi, bizzat örgütlemeye çalışmasının yanı sıra, onlara, birleşmelerin de vesilesi olan taleplerinin ötesine uzanan bir yön-doğrultu vermesidir. Kısacası, mevcut hareketin kendisine kendi geleceğinden bakmasını sağlamaktır.

İşçi sınıfı partisinin varlığından söz ettiğimiz anda (tabii burada işçilerle ilişkisi olan bir partiyi varsayıyoruz), işçilerin günlük mücadelelerinin sistematik bir mücadele olarak şekillendirilmesi olanağının doğmasından söz ediyoruz demektir. Bizim literatürümüzde bu, genellikle, ‘kesintisiz günlük faaliyet’ olarak ifade edilmektedir. Fakat konunun esasının anlaşılması bakımından, burada “sistematik” kavramının altının çizilmesinde fayda vardır.

Sistematik günlük mücadele, konusundan bağımsız olarak o güncel mücadelenin, belirli bir dünya görüşünün/programın yön vericiliği temelinde ele alınıp şekillendirilmeye çalışılmasıdır. Öyleyse, günlük mücadele, sistematik yürütüldüğü ölçüde parti programının ilke ve hedeflerinden esinlenen bir mücadele boyutunu kazanabilir.[3] Ve bu durumda, ilgili mücadelenin kısmi bir talep veya bir reform için sürdürülüyor olması, onun bu boyutunu yadsımaz; dolayısıyla “kızıl paragraf”lara da gerek kalmaz. (Başta sosyalizm olmak üzere genel propaganda faaliyetinin gerekliliği tartışılamaz. Ancak bu faaliyet ne “kızıl paragraf”lar olarak anlaşılabilir, ne de güncel mücadelelerin ihtiyaç haline getirdiği konulardan soyutlanabilir. Bu husus ama, yazımızın konusu değil.)

Gelgelelim, soruna biraz daha yakından baktığımızda, karşımıza şöyle bir açmaz çıkar: İşçi sınıfının günlük mücadelesi, belirli bir talepte somutlaştığında, nihai hedef bakımından soyutlaşır. Ve tersi; nihai hedef somutlaştırıldığında, günlük mücadele bakımından soyut kalır. Peki, bu açmazın kaynağı nedir? Kaynağı; işçi sınıfının aktüel örgütlülüğü ve bilincinin, kapitalizmin temel çelişkisinin ona yüklediği tarihsel misyonla henüz örtüşmüyor olmasıdır. Tarihsel olanla pratik olanın örtüşmesi ise, bir süreç meselesidir –herhangi bir süreç değil, sınıf mücadelesinde vuku bulan ve onun içinde devrimci bir teoriden esinlenerek ilerleyen bir pratiğe dayanan bir sürecin meselesidir. Günlük mücadelenin sistematik yürütülmesi gerekliliği de, işte tam da bu örtüşmeme halinden kaynaklanan “açmaz”ı aşabilme gereksiniminden doğmaktadır.

GÜNLÜK MÜCADELELERE KATILIRKEN

Kapitalist toplumun sınıf gerçekliği ve bu gerçekliğin içerdiği çelişkiler temelinde patlak veren günlük mücadeleler, sınıf bilincini başta işçi sınıfının saflarında oluşturup geliştirmek bakımından sayısız imkanlar sunmaktadır. Diyelim asgari ücret belirlenecek. Devrimci bir partinin aydınlatma çalışması (ajitasyon ve propagandası) böylesi bir dönemde, işçilerin asgari geçimini karşılayacak somut bir rakamın belirlenmesi ve o rakamın ajitasyonun yapılmasından ibaret olamaz. Bunu az çok mücadeleci sendikalar ve sendikacılar da yapmaktadır. Bu güncel sorunu, işçi sınıfının tarihsel misyonu perspektifinden ele alan bir aydınlatma çalışmasında, başta ücretlerin belirlenmesi ve korunması döneminin özgünlüğü göz önünde bulundurulur. Zira bilinir ki, ücretler sorunu, bölünmüş işçilerin patrona karşı ortak çıkarlarının olduğunun en somut göstergelerinden biridir. Keza, onları ücretlerin korunması mücadelesinde “ortak bir direnme –birlik– düşüncesinde birleştiren[4] çıkarlardaki bu ortaklıktır. Dolayısıyla, böylesi bir dönemde partinin günlük gazetesinde, söz gelimi kapitalist ücretli emek hakkında (onun ne olduğu, kimin gerçekten “iş-veren”, kimin “iş-alan” olduğu vb.) çarpıcı ve anlaşılır makalelerin yayınlanması son derece elzemdir. Başka gün başka bir makalede/makalelerde, asgari ücretin neden bir süre sonra, işçilerin bu sefer daha büyük bir kitlesi için azami ücret haline geldiği, kapitalizmde asgari ücretin azami ücrete dönüşmesini koşullayan faktörlerin neler olduğu, enflasyon belasının nereden peydahlandığı vb. sorular yanıtlanmaya çalışılır. Asgari ücret bağlamında yürütülecek genel faaliyetlerde ise, olabildiğince ve mümkün oldukça asgari ücreti belirleyen komisyon üzerinde işçilerin baskısını artıracak ve bizzat onların katılımına ve önerilerine dayanan çeşitli eylem türleri örgütlenmeye çalışılır ve benzeri.

Açıktır ki bu ele alış, sadece ekonomik talepler bakımından geçerli değildir. Güncel politik talepler uğruna verilen mücadeleler için de aynı bağıntılılık ve bağlam söz konusudur. Söz gelimi, Türkiye’de gerçek manada bir burjuva demokrasisi yoktur. Onun tam gerçekleşmesi hiç şüphesiz işçi sınıfının da yararınadır. Ne için? Tarihsel misyonunu üstlenmesinin gerektirdiği “olgunlaşma süreci”ni, görece daha zengin ve açık biçimler ve daha çok imkanlar sunan koşullar altında kat edebilmesi için. Amaç bu olduğundan devrimci işçi hareketi, işçi sınıfının en geniş kesimlerinin en ileri demokratik kazanımların elde edilmesi mücadelelerine dahil olması, bu mücadelenin gerektireceği en geniş ittifaklarda en dinamik gücü oluşturması ve bu demokratik kazanımların bizzat onların mücadelelerinin bir ürünü olması için elinden geleni yapmak zorundadır. Aynı anda da ama, bu süreçte, işçilerin ufkunun burjuva demokrasisiyle sınırlanmasına karşı koymalıdır. Özellikle işçilere yönelik propaganda faaliyetlerinde (bu, özel broşürler ve/veya günlük gazetede yayınlanacak özel makaleler/söyleşiler şeklinde olabilir); burjuva demokrasisinin neden özürlü olduğu, onun varlığının işçi sınıfı açısından bir anlam teşkil edebilmesinin yegane güvencesinin işçi ve emekçilerin geniş örgütlülüğü olduğu, demokratik hak ve özgürlükleri sahiplenmesi gerektiği, burjuvazinin her adımda bu kazanımları sınırlamak, kadükleştirmek için uğraşacağı, burjuvazinin sınıfsal çıkarlarının kaynaklık ettiği bu eğilimin kökten ortadan kaldırmak ve işçiler ve emekçiler için gerçek bir demokrasiyi inşa etmek için bir halk iktidarının kurulmasının pratik bir gereklilik arz edeceği vb. hususlar hakkında net bir anlayışın yerleşmesi, uluslararası işçi sınıfının tarihsel tecrübelerin net ve özgün bir biçimde aktarılması özel bir önem teşkil edecektir.

Günlük talepler uğruna mücadeleler, parti merkez ve yerellerinin bu tarz ve içerikteki bir sistematik faaliyetiyle şekillendirildiği ölçüde, o kısmi (ekonomik-politik) talepler gerçekten iktidar talebine “bağlanmış” olacaktır. Aksi durumda, yani işçilerin kendiliğinden mücadelesi, partinin bu türden bir sistematik faaliyetiyle yönlendirilmediğinde gerçek bir “sınıf mücadelesi” olmayacaktır. Dolayısıyla parti de, asıl işlevini yerine getirmemiş olacaktır.

Demek oluyor ki, yukarıda sözü edilen örtüşmeme halini aşmayı dert edinmeyen bir günlük çalışma devrimci[5] bir çalışma olamaz. Bu durumda, günlük mücadelenin sistematik sürdürülmesi; bütün biçim ve özgünlükleri içerisinde (sendikalarda, birimlerde, komitelerde, partide) işçilerin örgütlülüğünün geliştirilmesi ve sınıf bilincini kazanmalarının partinin bütün çalışmalarında amaçlanması demektir. Zira bu ikisi, yani işçilerin örgütlülüğünün geliştirilmesi ve sınıf bilincini kazanmaları, günlük mücadelelerin iktidar mücadelesine “bağlanması”nın hem ete kemiğe bürünmesinin hem de güvence altına alınmasının yegane yoludur.

Bu arada şu da açık olmalıdır: Sınıf bilinci, işçilerin bir sınıf olduğu bilincine indirgenemez; bunu şu veya bu ölçüde her sendikacı bilir ve işine geldiğinde dile getirir! Sınıf bilinci, özünde, işçi sınıfının tarihsel misyonunun bilincinde olmak demektir.

Lenin boşuna söylememiştir: “Marx’ın öğretisindeki asıl şey, sosyalist toplumun kurucusu olarak proletaryanın tarihsel rolünün açığa çıkarılmasıdır.[6]

[1] Lenin’in “İşçi Partisinin Din Karşısında Tutumu” adlı makalesi bu bakımdan çarpıcı bir örnektir.

[2] Marx ve Engels, Komünist Manifesto, Çev: Yılmaz Onay, Evrensel Basım Yayın, 1998, sf. 57

[3] Esinlenme kelimesinin altını çiziyoruz, zira güncel bir mücadelenin şiarı, dolaysızca ve doğrudan programın genel bir şiarının kesilip onun yerine yapıştırılmasıyla belirlenemez. Çünkü o somut-güncel durum programda yer almaz.

[4] V. İ. Lenin, Marx-Engels-Marksizm, Çev: Vahap Erdoğdu, Sol Yayınları, 1990, sf. 43

[5] Partinin işçi sınıfı karşısındaki asli görevlerini yerine getirmesi anlamında devrimci çalışma.

[6] V. İ. Lenin, age, sf. 84