İhsan Çaralan

Mart ayı bizim iklim kuşağımızda bulunan ülkeler için baharın başlangıcı, doğanın uyanış ayıdır. Aylar, günler, yıllar astronomik takvimde, dünyanın güneş etrafında ve kendi etrafındaki dönüşleriyle bağlantılı olarak, insanların kendi ihtiyaçlarına göre oluşturdukları zaman dilimleridir. Yani günleri, ayları, mevsimleri belirleyip onlara ad koyan, bu zaman dilimleri içinde kendi ihtiyacına göre bölümlemeler yapan insandır.

Tarih içinde çeşitli halklar, uluslar için bazı günler, haftalar, aylar, mevsimler kimi özellikleriyle ötekilerden ayrı bir anlam kazanmıştır. Özel günler belirli bir insan topluluğu için ayrı bir öneme sahip olurken, bu günlerin serpildiği aylar ayrı bir önem kazanmıştır. Örneğin mayıs ayı; 1 Mayıs, 6 Mayıs, 8 Mayıs’ı kapsadığı için “kızıl güllerin ayı” olurken, Haziran 15-16 Haziran’a, Temmuz Kavel grevine, zaman sahipliği yaparak belleklerimize kazınmış, Ekim ayı büyük Ekim Devrimi’yle taçlanmıştır.

Mart ayı ise üç önemli günü birden kapsamıştır. 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü, 14 Mart Tıp Bayramı ve 21 Mart Newroz Bayramı’yla anılır. Üstelik bu üç günün sadece Türkiye’de değil pek çok ülkede kutlanması, bir mücadele günü olarak benimsenmesi bakımından Mart toplumsal mücadele bakımından ayrı bir öneme sahiptir. Üstelik bu günler takvimde bir güne karşılık geldiği halde; bir haftaya yayılan eylem ve etkinliklerle, mücadele günleri (haftası) olarak değerlendirilmektedir.

Mart ayının bu üç önemli gününün özellikleri şöyledir:

1-) 8 Mart; Dünya Emekçi Kadınlar Günü ki, bütün dünya kadınları tarafından kutlanan, genel olarak da bir mücadele günü olarak benimsenen bir gündür.

2-) 14 Mart tıp bayramıdır. 1919’dan başlayarak, bu güne kadar hekimler ve diğer sağlıkçılar ve örgütleri tarafından kutlanmıştır.

3-) Orta ve Ön Asya hakları tarafından binlerce yıldır bir yanıyla doğanın uyanışının kutlandığı, ama daha önemlisi halkların egemenlerin zulmüne karşı başkaldırı ve özgürlük mücadelesinin simgesi olarak görülen Newroz’dur.

Kuşkusuz ki hayatın kendisi gibi, bu önemli günler de nostaljik kimi öğeler ve ritüeller içerseler de aslında canlı, sınıflar mücadelesinin o an içinde geçtiği dönemin ihtiyaçlarına denk düşen eylem ve etkinliklere vesile olarak içerik ve biçim bakımından her yıl az çok değişiklikler gösterir. Hele ülkenin içinden geçtiği dönem çatışmalı, karşıt güçlerin tutumlarının gün be gün değişiklik gösterdiği bir dönemse, bu önemli günlerdeki anmaların, kutlamaların da mücadelenin ihtiyacına göre biçimlenmesi kaçınılmazdır.

Bu tür anmalar ve kutlamalar, hayatın canlı akışıyla birleşemez, dönemin sorunlarına yanıt vermenin zemin ve araçlarından biri olamazlarsa, birer mistik-nostaljik ritüeller dizisine sahne olmanın ötesine geçemezler.

Bu yüzden de Mart ayında yapılacak anma ve kutlama etkinliklerinin içeriğini biçimlendirecek gelişmelere kısaca göz atmak önemli olacaktır.

İÇİNDEN GEÇİLEN DÖNEMİN ANA KARAKTERİ

7 Haziran öncesinde Terörle Mücadele Yasası’nın, iktidarın, bütün muhaliflerini “terörist”, “terör örgütüne yardım ve yataklık etmek”le, “terör örgütüyle işbirliği yapmak”la suçlamasına fırsat verecek biçimde değiştirilmesiyle başlayan süreç, 15 Temmuz darbe girişiminin ardından 20 Temmuz’da OHAL ilanının eklenmesiyle Türkiye resmen “olağanüstü hal”le yönetilen, OHAL Yasası’nın anayasanın yerine geçirildiği bir ülke oldu.

Ancak Terörle Mücadele Yasası’nın ve üstüne OHAL Yasası’nın getirdiği imkanlarla yetinmeyen Erdoğan-Bahçeli koalisyonu önce Fırat Kalkanı, sonra da Afrin’e yönelik askeri operasyonlarla Türkiye’yi “savaş hali” koşullarının geçerli olduğu bir ülke durumuna getirdi.

Böylece özgürlüklerin sınırı; barış talep eden siyasi parti ve çevrelerin, meslek örgütlerinin, barış, demokrasi, emek mücadelesi etrafında oluşmuş platformların sözcülerinin “terör örgütüne destek vermek”, “terör örgütü propagandası yapmak” gibi gerekçelerle gözaltına alınmalarına, tutuklanmalarına, haklarında davalar açılmasına kadar daraltıldı. Bu daraltma son bir ay içinde, sosyal medyada barış talep eden, “savaşa hayır” diyen kişilere karşı soruşturma, gözaltına alma ve tutuklama kampanyasına kadar geldi. Barış talep etmek “teröre destek vermek”le eş tutulurken, barış talep eden kurumların sözcüleri yanında kurumlar da (TTB gibi) hedefe kondu.

Devletin en üst koltuğunda oturan ve ağzından çıkanın yürütme, yasama ve yargı tarafından yasa kabul edildiği Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Erdoğan; Afrin operasyonu için; “Bu daha ısınma turu bile değil. Sırada Membiç, Fırat’ın Doğusu var…. bunlar da sınır değil, hedefimiz ‘Kızıl Elma’dır” diyerek hedef tayininde bulundu. Ki bu tarife göre Türkiye bütün dünya ile savaşta, bir tür “cihad hali”ndedir!

Erdoğan-Bahçeli ittifakının ideologları ve propagandacıları, “Türkiye’nin beka” sorununu da bu hedef üstünden tarif ediyorlar. Çünkü böylece iktidar kendisine muhalefet eden herkesi Türkiye’nin bekasına kast etmiş düşmanlarla işbirliği yapmakla suçlayabileceği dayanağa sahip olmaktadır.

Nitekim, barış isteyen, “Savaş bir halk sağlığı sorunudur” diyen Türk Tabipler Birliği (TTB) yöneticilerinin, pek çok siyasi parti ve çevrenin, çeşitli türden platformların sözcülerinin, sosyal medyada savaş-barış konusunda görüş ifade eden yüzlerce kişinin gözaltına alınmasının, bir çoğunun tutuklanmasının arkasındaki gerekçe budur. Gidişat bu baskıların sürgit devam edeceği yönündedir.

Nitekim geçtiğimiz aylarda emek mücadelesi içindeki işçilerin çeşitli eylem ve etkinlikleri “OHAL var. Bu eylemleri yapamazsınız” diye yasaklanırken şimdi gerekçe “OHAL var. Savaş var. Askerimiz Afrin’de savaşta. Bu tür eylemler yasak” biçiminde genişletilmiştir. OHAL koşullarına eklenen “savaş hali” vurgusu sayesinde yasaklar artırılmıştır.

Emek ve demokrasi mücadelesine yönelik yasaklamalar bir yandan grev yasaklarında olduğu gibi hükümet kararıyla yürürlüğe sokulurken diğer yandan da illerde ve ilçelerdeki miting, basın açıklaması, salon toplantısı gibi faaliyetlere yönelik yasaklamalar yeni tür sıkıyönetim komutanları olarak görev yapan valiler tarafından hayata geçirilmektedir. Ve çok istisnai durumlar dışında hiçbir kitle eylemine izin verilmemektedir.

Bütün bu yasakların; ülkeyi Terörle Mücadele Yasası, OHAL, KHK’lar ile yönetmenin, sınır ötesi operasyonların siyasi amacı “Türkiye’nin tek parti tek adam rejimi”ne sürüklenmesinin önündeki ilerici, demokrat güçlerin ezilmesidir. Elbette hedeftekiler sadece ilerici demokrat güçler de değildir.

Kendilerine, “milli mutabakat ittifakı” ya da “cumhur ittifakı” adını veren bu en gerici güçlerin ittifakı, “tek parti tek adam rejimi”ne biat etmeyenleri, emek güçleri de dahil kendisine zorluk çıkaracak hak mücadelesi veren, talep eden her türden kesimi ve örgütlerini adım adım dağıtmayı amaç edinmiştir.

Erdoğan-Bahçeli koalisyonu Teröle Mücadele Yasası, OHAL Yasası ve “savaş hali” uygulamalarını, karşısında olan ve olma ihtimali bulunan az çok örgütlü her kesimi dağıtmak, etkisizleştirmek için bir balyoz olarak kullanmaktadır.

Kısacası bu ittifak, işçi sınıfı ve emekçilerin iki yüz yıllık demokratikleşme mücadelesinin kazanımlarını ortadan kaldırıp ülkede az çok benimsenmiş burjuva demokrasisi normlarını bile tasfiye ederek, onların yerine ilkel, çağdışı, “yerli ve milli değerler” adı altında bütün yetkilerin tek adamda toplandığı bir rejimi dayatmak için hızlı adımlar atmaktadır.
Bu yüzdende de bu dönemde mücadele OHAL’in kaldırılması, KHK’ların iptal edilmesi talebiyle, tek parti tek adam rejimi girişimlerini püskürtmeye yönelik, sınır ötesi operasyonlara karşı bir barış mücadelesi olarak biçimlenmektedir.

KİTLE MÜCADELESİNİN ÖNEMİ

Daha önceki sıkıyönetim dönemleri ya da genel olarak baskıların arttığı dönemlerde iktidarların ilk koyduğu ve titizlikle uyguladığı yasakların başında; kitlelerin sokağa, kentlerin meydanlarına çıkarak emek ya da demokrasi mücadelesine katılmasını önlemek olmuştur. Ve bu ağır baskı dönemlerinden gerçek anlamda kurtuluş da ancak sokakların ve meydanların emek ve demokrasi güçleri, sendikalar, emek ve meslek örgütleri tarafından yeniden kullanılır hale gelmesiyle mümkün olmuştur. 12 Eylül rejiminden gerçek anlamda ancak 1989 Bahar eylemleriyle çıkılması bunu çok açık biçimde kanıtlamaktadır.

Bugün de Erdoğan-Bahçeli koalisyonu emek ve demokrasi güçlerine, sokakları, alanları, mitingleri, kapalı salon toplantılarını, dayanışma eylemlerini, grevleri ve direnişleri yasaklayarak, barış, demokrasi ve emek mücadelesinin az çok örgütlü güçlerini dağıtmayı, mücadelelerini etkisizleştirmeyi amaçlamaktadır. Çünkü bunu başarmadan tek parti tek adam rejimine toplumsal meşruiyet kazandırılması ve bu düzenin gerektirdiği gibi yığınların zapt-u rapt altına alınması başarılamaz.

Bu yüzden bugün de emek barış ve demokrasi güçleri için sokakların ve alanların yığın mücadelesinin alanları olabilmesi için elbette ki asıl görev emek güçlerine, barış ve demokrasi güçlerine düşmektedir. Çünkü bu alanlar kazanılmadıkça kendi mücadelelerini kitleselleştirmeleri de olanaksızdır.[1]

Kuşkusuz ki emek ve demokrasi güçleri açısından sokakların ve alanların kazanılmasının başlıca ve önemli iki dayanağı vardır. Bunlardan birincisi; emek mücadelesinin üretim hizmet birimlerinden ‘taşarak’ sokakları ve meydanları da kendisi için mücadele alanına dönüştürmesidir. Ki, bunu Türkiye’de her yasakçı dönemden sonra yaşadık. 1989 Bahar Eylemleri bunun önemli örneğidir. Ayrıca 90’ların ikinci yarısından başlayarak 2000’li yılların ilk on yılını içine alan yasaklar emekçiler tarafından böyle aşılmıştır.

Sokak ve meydanların kazanılmasının ikinci önemli dayanağı ise demokrasi ve barış güçlerinin bütün yasakları aşacak kadar kitleselleşmesidir. Buna da 60’lı, 70’li yılları bir yana bırakarak söylemek gerekirse son 25-30 yıl içindeki mücadelelere örnektir. Daha yakınlarda bu kitleselliğin önemini 16 Nisan Referandumu mücadelesinde ve daha küçük çaplı bir örnek olarak da CHP’nin düzenlediği Adalet Yürüyüşü ve Adalet Mitinginde gördük.

MART AYININ MÜCADELE DİNAMİKLERİ

Emek, demokrasi ve barış mücadelesinin ilerlemesinin dayanaklarından biri de yazının başında da ifade edildiği gibi, yıl boyunca çeşitli talepler etrafında süren parçalı mücadeleleri birleştirerek daha görünür kılınmasına vesile olan özel anma-kutlama günleri ve bayramlardır. Bu günler aynı zamanda sembolik değer taşıdıkları, mücadele alanları içinde birer eleştiri özeleştiri veya “muhasebe” vesilesi sayıldığı için de ayrıca önem kazanmakta, kitle mücadelesini ilerleten bir motivasyon kaynağı olmaktadır. Örneğin 1 Mayıs, Newroz, 15-16 Haziran, 6 Mayıs, Ekim Devrimi yıl dönümü, 8 Mart gibi günlerin ülke çapındaki diğer mücadele alanlarını da olumlu anlamda etkilediklerini, kitle mücadelesinin ilerlemesine katkı yaptıklarını yaşayarak görüyoruz.

Mart ayındaki üç önemli mücadele gününü bu kapsamıyla ele almak önemlidir.

Bu günlerin mücadelenin ilerlemesine katkı sağlayacak biçimde kutlanması, bunun için demokrasi ve barış güçlerinin kendilerine görevler çıkarması, kutlamalara katılıp destek olması da ayrıca önemlidir.

Kısacası bugün;

1-) Ülkenin tek parti tek adam rejimine sürüklendiği, bunun için iç ve dış politikada bütün yetki ve gücün fiilen tek adamda toplanması için halkın demokratik kazanımlarının yok edilmek istendiği; muhafazakar bir toplum inşası doğrultusunda yerli-milli normlar adı altında bu despotik tek adam rejimine geçişe meşruiyet kazandırılmak istendiği, komşu ülkelere rejim dayatıldığı, barış talep etmenin hakların kardeşliğini savunmanın suç ilan edildiği, Terörle Mücadele Yasası’nın, OHAL Yasası’nın, savaş hali uygulamalarının Anayasa’nın yerine geçirildiği,

2-) Yığınların hak taleplerinin, bu talepleri savunabilmeleri için kullanabilecekleri mecraların; medya, gösteri yapma özgürlüğünün olağanüstü sınırlandığı (yok düzeyine getirildiği) bir dönemden geçtiğimiz tartışılmazdır.

Özel günlerin de konjonktürdeki gelişmeleri dikkate alarak içeriklendirilmesi, sokak ve alan yasaklarının püskürtülmesi için bu günlerin sağladığı meşruiyet kitleselleşme imkanının doğru değerlendirilmesi kuşkusuz önemli olacaktır.

İçinden geçilen dönemin özellikleri bağlamında, bu özel günlerdeki mücadele alanları için şu saptamaları yapabiliriz.

8 Mart Dünya Emekçi Kadılar Günü: Kuşkusuz ki Dünya Emekçi Kadınlar Günü ülkemizde, iki önemli yönü olan bir mücadele günü olarak kutlanmaktadır. Bunlardan birincisi; kadınların cins eşitliği mücadelesidir. Kadın ve erkek cinsi arasındaki eşitsizlik derinleşmiştir ve toplumsal hayatın bütün alanlarında eşitlik mücadelesi özel bir önem kazanmıştır. Kadınların mücadelesinin ikinci yönü ise her gün birkaç kadının katledilmesine varan taciz, tecavüz, mobbing uygulamalarını da kapsayan şiddete karşı mücadeledir.

Bu mücadeleler elbette ki iktidarın MEB’den Diyanete, medyadan Aile Bakanlığına, yerel yönetimlerden kültür sanat dünyasına kadar devletin bütün olanaklarını kullanarak, dini normları toplumsal yaşamın tüm alanlarına nüfuz ettirebilmek için çalıştığı bir ortamda sürmektedir. Bu ortamda kadın bir yandan toplumsal yaşamdan çekilerek eve döndürülmeye çalışılırken öte yandan da ucuz işgücü olarak kullanılması için yol ve yöntemler geliştirilmektedir.

Ülkemizdeki kadınların talep mücadelesi bugüne kadar demokrasi ve barış mücadelesiyle çoğu zaman iç içe olmuş ortak bir mücadele geleneği oluşturarak gelişmiştir.

Bu nedenlerle 2018 8 Martı’nda kadınlar, bir yandan doğrudan cinsiyetlerini ilgilendiren eşitlik taleplerini haykırıp şiddete karşı mücadele ederken aynı zamanda OHAL’in kaldırılması, bölgede barış ve demokrasi taleplerini de yükselteceklerdir.

İçinden geçtiğimiz dönemin bir özelliği de talepler etrafında daha geniş birlikler oluşturma çabası kapsamında esnek olunması; taleplerin belirlenmesinden bunlardaki öncelik sıralamasına kadar pek çok bakımdan sekterlikten, grupçuluktan uzak durulması gerektiğidir. Bu durum geçmiş yıllara oranla bu yıl her zamankinden önemlidir.

Ülkemizde kadınların eşitlik ve kadına yönelik şiddete karşı mücadelesi ortaya çıktığı andan itibaren hep alanlarda olmuştur. Son aylarda da kadınlar taleplerini belki daha küçük gruplar halinde de olsa sokağa çıkarak dile getirmeyi sürdürmüşlerdir.

8 Mart etkinliklerinin bir haftaya yayılacağı düşünüldüğünde, sokakların yeniden kazanılmasında Dünya Emekçi Kadınlar Günü etkinliklerinin güçlü bir dayanak olacağını söylemek yanlış olmayacaktır.

14 Mart Tıp Bayramı: Tıbhane-i Amire ve Cerrahhane-i Amire adlı tıp okulunun açılış tarihi olan 14 Mart 1827, ülkemizde modern tıp eğitiminin başlangıcı olarak kabul ediliyor.
Tıp Bayramı ilk kez, 1. Dünya Savaşı sonunda, İstanbul’un işgal edildiği günlerde, yabancı işgal kuvvetlerine karşı tıp öğrencilerinin bir tepkisi olarak 1919 yılında kutlanmıştır. O günden beri de 14 Mart Tıp Bayramı olarak, her yıl hekim ve bütün sağlık personelleri tarafından kutlanmaktadır.

Günümüzde 14 Mart kutlamaları artık, günün içinde bulunduğu haftayı da kapsayacak şekilde Sağlık Haftası olarak, sağlıkçıların ve halkın parasız, kaliteli ulaşılabilir bir sağlık sistemi mücadelesi olarak ele alınıyordu.

Bu yıl ise Tıp Bayramı’nın içeriğinin daha zengin bir biçimde ele alınacağı anlaşılmaktadır. Çünkü; Afrin’e yönelik operasyona karşı çıkarak “Savaş bir halk sağlığı sorunudur. Barış hemen şimdi!” diyen bir bildiri yayımlamaları sonrasında TTB Merkez Konseyi üyelerinin gözaltına alınıp AKP-MHP koalisyonu ve medyaları tarafından neredeyse lince maruz kalması, “terör seviciler, terör destekçileri” olarak suçlanması bu yıl Tıp Bayramı’nın içeriğini de önemli ölçüde etkileyecektir. Bu da Tıp Bayramı etkinliklerinin mesleki taleplerle sınırlı kalmayacağının işaretidir. 14 Mart TTB’ye sahip çıkmanın, barışı savunmanın ve binlerce sağlıkçının KHK’larla ihraç edilmesinin de dikkate alınacağı bir içerik kazanmıştır.

Özellikle TTB ve SES’in bu etkinliklerde ortak inisiyatif alması için koşullar bugün daha uygundur. Sağlık sisteminin tümüyle ticarileştirilmesine ve TTB’nin tasfiyesini amaçlayan girişimlere karşı mücadelenin yükseltilebilmesi için OHAL ve savaş hali koşullarında Tıp Bayramı kutlamasının kitlesel ve sokak etkinlikleriyle yapılması hem halk yığınlarının olup bitenleri anlaması hem de mücadeleye katılımı teşvik etmesi bakımından önemlidir.

Binlerce sağlıkçının KHK’larla açığa alındığı, ihraç edildiği dikkate alındığında sağlıkçıların ‘ayakta olduğunun’ bu etkinlikler aracılığıyla ilanı-gösterilmesi ayrıca değerlidir.

Bütün bunların da ötesinde; sağlık sistemindeki tasfiyelere karşı kaliteli, parasız ve ulaşılabilir bir sağlık hizmeti talebi 80 milyon halkın da talebidir. Bu bakımdan TTB’ye yönelik saldırı sadece hekimlerin sağlıkçıların sorunu olarak görülemez. Bu sorun ilerici demokrat güçlerin de sorunudur. Bu yüzden demokrasi güçlerinin Tıp Bayramı etkinliklerine destek vermesi dönemin önemli bir ihtiyacıdır.

21 Mart Newroz kutlamaları: Newroz, bütün ön ve orta Asya halkları için bir uyanış bayramı, doğanın canlanmasının müjdelenmesidir. Bu kolektif sevinç kaynağı çeşitli ritüellerle kültüre dönüşmüş, ülkeden ülkeye farklılıklar gösterse de sonuçta bütün kutlamaların, törenlerin gösterilerin amacı bu uyanışın karşılanması olmuştur. Elbette söz konusu insan toplulukları ise doğa sadece doğa olarak kalmaz; insanın daha iyi bir toplumu kurma mücadelesinin de unsuru haline gelir. Ekmek mücadelesi özgürlük mücadelesi ile bağlaşır, özgürlük mücadelesi ile ekmek mücadelesi birbirinin olmazsa olmazı haline gelir.

Dahası Newroz, özellikle baskı dönemlerinden geçen toplumlarda kurtuluş miti niteliği kazanan Kawa efsanesinin eşliğinde özgürlük mücadelesinin de en önemli dayanağı olmuştur.

Son 30-40 yıl içinde Newroz kutlamaları, ülkemizde özellikle Kürt halkı tarafından bir barış ve özgürlük bayramı olarak kutlanmaktadır.

Bu yıl da içinden geçilen sürecin yukarıda değinilen özellikleri dikkate alındığında, Newroz etkinliklerine barış ve özgürlük talepleri yine damga vuracaktır.

Newroz gösterilerinin bu yıl Hükümet tarafından sadece 21 Mart’a mı hapsedilmek isteneceği, yoksa kimi illerde yasaklanıp kimi illerde serbest mi bırakılacağı, yoksa tümden mi yasak ilan edileceğini şimdiden kestirmek zordur. Ama yüzlerce, belki binlerce yıldır Newroz’u kutlayan Kürt halkı, yasak ya da sınırlamalara rağmen kendi kutlama yolunu bulacaktır.

Geçmiş yıllarda olduğu gibi bu yıl da Newroz’u Kürt halkı barış ve özgürlük bayramı olarak kutlarken her milliyetten demokrasi güçleri, Newroz’u barış, özgürlük ve demokrasi mücadelesinin taleplerinin yükseltilmesi, OHAL’in kaldırılması, tek adam rejimine karşı mücadelenin, savaş politikalarına hayır demenin, yayılmacılığa karşı durmanın bir dayanağı olarak, “Newroz Pîroz be” diyerek kutlayacaktır.

Baskılar çoğalmıştır ama Newroz’u kutlamak için nedenler de daha artmış, daha önemli hale gelmiştir.

Dileğimiz, Newroz’un baskı ve şiddet dozunu artırmanın bir vesilesi haline getirilmediği, halkların barış ve özgürlük taleplerinin dile geldiği bir kutlama olmasıdır.

***

Barış ve demokrasi güçlerinin ortak mücadelesinin ihtiyaçları ve aciliyeti dikkate alındığında, Mart ayındaki üç önemli günün sunduğu imkanları değerlendirmek çok önemlidir. Öyleyse aslolan barış ve demokrasi güçlerinin bu imkanları nasıl ve ne ölçüde kullanabileceğidir.

Mart ayını barış ve demokrasi mücadelesinin ayı yapmak dileği ile…

[1] İşçi sınıfı ve kamu emekçileri gibi emek güçleri için elbette, ilk ve en önemli mücadele alanı bizzat işyerleridir. İşyerlerindeki ana kitle örgütlenip kendi talepleri etrafında birleşmediği koşullarda, işçilerin, emekçilerin sokakta kazanacakları pek bir şey yoktur. Nitekim kimi çevrelerin sokağı fetişleştirmesi ve emek mücadelesinin asıl dinamiklerinden kopararak, mücadelenin en önündeki dar bir “kadro”nun eylemine dönüştürmeye çalışmasının hem emek mücadelesine hem de sokakların ve alanların savunulmasına nasıl zarar verdiğini yakın geçmişte gördük. Ancak burada tartıştığımız emek ve demokrasi güçleri için sokağın yasaklanması karşısında alınması gereken tutumla ilgilidir. Elbette sokak ve alanları iş yerlerindeki örgütlenmenin önemiyle karşı karşıya getirmeden.