Nuray Sancar

Milli-muhafazakar ideolojik tahkimatın Atatürk eleştirisi üzerinden gerçekleştirilmeye çalışıldığı AKP iktidarı boyunca Atatürk’ün adı hayırla anılmamıştı. Geçtiğimiz 10 Kasım’da yaptığı konuşmada yine bir açılım, “Atatürk açılımı” yapan Tayyip Erdoğan, “Atatürk nevzuhur bir devlet adamı değildir. Atatürkçülük adına değişime direnenlere rağmen biz onun dileklerini yerine getireceğiz. 10 Kasımları kuru kuruya ölüm yıldönümü olarak anmayı değil, doğuş olarak kutlamayı önemli görüyorum” dedi. Konuşmasında Fatih Sultan Mehmet, Atatürk ve AKP dönemi arasında kesintisiz bir ilişki kuruyor, Kurtuluş Savaşı ile 15 Temmuz seferberliğini birbirine bağlıyor ve siyasi iktidarın güncel siyasi iddialarının Atatürk’ün çizgisinin gereği olduğunu ima ederek devam ediyordu.

Bu elbette yeni bir tartışmanın yolunu açacak kadar kuvvetli bir argümandı. Zaten AKP’nin ‘nevzuhur’ Atatürkçülüğü üzerine herkes bir şeyler söyledi, kalem oynattı. Doğrusu Kemalist resmi tarihe karşı yeni bir tarih yazma iddiasında olan, bu yeni resmi tarihte Atatürk’ün kıratını düşürerek Osmanlı padişahlarını, Malazgirt Savaşından bu yana gelmiş geçmiş “Türk büyüklerini” parlatan, icazetle çıkarılan yarı resmi Derin Tarih dergisinin Atatürk’e hakaret etme noktasına geldiği AKP döneminin 15. yılında “tarihimize bütünüyle sahip çıkacağız” başlığı altında Atatürk’ün, ‘amorf’ CHP’ye ve Marksistlere bırakılamayacak kadar önemli olduğunun söylenmesi beklenmedik bir çıkıştı.

Bu konuşmanın, yanlışlığı kabul edilmiş bir anlayıştan vazgeçilerek tarihe doğru dürüst sahip çıkma konusunda gösterilen bir yüce gönüllülükten ziyade, siyasi iktidarın içinde bulunduğu sıkışmışlığa bir çare arayışını dışa vurduğunu tespit etmek zor değil. 10 Kasım ve sonraki gelişmeler de bunu doğrulamıştır.

Siyasi iktidarın bir Atatürk açılımına neden ihtiyaç duyduğuna geçmeden önce kısa bir tarihsel hatırlatma yapmakta yarar var.

Cumhuriyetin tarihi boyunca hangi dönem olursa olsun hem o anki mevcut statükoyu savunmanın hem de U veya L dönüşleriyle yapılan politik manevraları gerekçelendirmenin kolaylaştırıcı ilkesi Atatürkçülük, feyz alınan figürü de Atatürk olmuştu. Kurtuluş savaşında “7 düvele karşı savaşan” Mustafa Kemal imgesi; Batıcı, muasır medeniyet aşısı, laikliğin teminatı, Türk inkılaplarının mimarı, siyasi bağımsızlığın kurucu atası olarak devlet siyasetinin her zaman birleştirici ideolojisi, siyasi partilerin kamuoyu üzerindeki çalışmalarının referansıydı. Hem devlet siyasetinin hiç değişmeyen temel kaidelerinin hem de bu kaideler baki kalmak üzere, siyasetin konjonktürel değişimlerinin ihtiyaç duyduğu mantıksal açıklama için işaret edilen kökeni, “devlet-i ebed müebbet”in hiç sarsılmayacak koruyucu zırhıydı.

Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşu milli burjuvazi, o zamanki toprak ağaları ve yerel eşrafın bir kesiminin kurduğu ittifaka dayanır. Kurtuluş Savaşını birlikte yürüten bu sınıfların siyasi olarak bağımsız bir ulus ulus-devlet anlayışı tarafından beslenen milliyetçilikle harmanlanmış cılız anti-emperyalizmi ile inkılaplar aracılığıyla “muasır medeniyete ulaşma” hamlesi arasında kurduğu ilişki Kemalizmin ilk zeminini oluşturur. Bu zeminden sonra da bir ideoloji olarak kalıcılaşan Kemalizm, dizayn edilmiş toplumsal güçlerin de etrafında toplandığı, ittifaka sonradan dahil olan güçlere de giriş kartı sağlayan ve bu kurucu birliğin içindeki çatışma ve çelişkileri çözmek için kullanılan bir ilke, herkesin her badireden yıpratmadan çıkarmakla yükümlü olduğu bir referanstı aynı zamanda.

Egemen sınıfların Kemalizme yüklediği anlam, Türkiye’de kapitalizmin gelişmesine ve dünya sistemine eklemlenme sürecinde alınan virajlara ve bu anlarda kurulan siyasi konjonktüre bağlı olarak değişiklikler gösterse de Atatürkçülüğün başlangıçtaki anlamı, milleyetçilik dozu artmış olarak, özellikle ve daha çok halkla ilişkilerde rezerv olarak saklandı.

İkinci Dünya Savaşı sırasında Nazi Almanyası ile kurulan yakın ilişkilere karşın İnönü Dış Politikası olarak adlandırılan strateji, Türkiye’nin savaşa veya sıcak çatışma içine girmek zorunda kalmayacağı kadar ‘tarafsızlık’ ama daha doğrusu çatışan güçler arasında bir bekle ve gör taktiğiyle sürdürülürken tercih edilen, anti emperyalist ve bağımsızlıkçı bir çizgiden çok,   Sovyetler Birliği ile Almanya arasındaki savaşın sonucunda ortaya çıkacak dünya resminde Türkiye’ye en elverişli konumu saptayabilme kaygısıydı.

Nitekim çok kısa bir süre sonra Türkiye Kore Savaşı’na asker göndermek koşuluyla NATO’ya dahil edildi. Bu artık Türkiye egemen sınıflarının emperyalist kampta yer aldığının tesciliydi. Bir süre sonra, 1950’lerin başında   iktidara gelen ve 10 yıllık iktidarı boyunca emperyalist sermayeye uyguladığı açık kapı siyaseti sayesinde kapitalist entegrasyon sürecini hızlandıran Menderes ise, İttihat Terakki döneminden gelen, Atatürk’ün “muasır medeniyete yetişmek” çizgisiyle uzlaşmış görünmeyen kadroların izlediği çizginin yeniden canlandırıldığı bir dönem olacaktı. Köy enstitülerinin kapatılması, dini cemaatlerin desteklenmesi, Necip Fazıl’ın ırkçı-milliyetçi-gerici Büyük Doğu dergisinin sübvanse edilmesi ve nihayet kitlesel ajitasyonunu yükseltilmesi eşliğinde toplumsal muhafazakarlaşma bu dönemde kışkırtıldı. Ancak Menderes’in çıkışı batıcı-laik Türkiye burjuvazisinin ve ordunun müdahalesiyle karşılaştı. Böylece şimdi AKP eliyle devam ettirilen milliyetçi-muhafazakar çizginin başlangıç noktası zor yoluyla ezildi. Bu dünya kapitalizminin o zamanki piyasa-Pazar ve sermaye girişimlerinin ihtiyacı olduğu kadar dünya işçi sınıfının Kemalizmin de içerdiği laiklik, demokrasi, ilerleme ve refah arzusu ile ilişkilendirdiği mücadelesinin de payı vardı. Türkiye ise Menderes’li haliyle kısmen kendisini 1960 Anayasasında ifade edecek bu Keynesyen politikalara adapte edemeyecek durumdaydı.

Kapitalist dünya sistemine entegrasyon sürecindeki tıkanıklıklara çözüm bulmak ve iç engelleri kaldırmak için yapılan, Mendereslerin idamıyla sonuçlanan darbe, bu entegrasyonun ifadesi 1961 Anayasası; entegrasyonun genişletilmiş yeni evresinde hazırlanan 24 Ocak Kararlarını hayata geçirebilmek için bütün muhalefeti susturmayı önceleyen, Meclisteki partileri kapatarak yöneticilerini tutuklayan 1980 12 Eylül darbesi de, kapatılan partilerin de teşvik edici ideolojisi de yine hep Atatürkçülük olmuştu. Ancak bu durum muhafazakar-dindar bir kitle tabanına özgün bir seslenişin yapılmasına engel olmadı. Miting meydanlarına Kur’an ile çıkan Kenan Evren Cuntanın Kemalizmini ayetler ve surelerle desteklemekteydi.

Böylece tarihsel gelişmelere bağlı olarak ihtiyaç duyuldukça her türlü ideolojiyle eklemlenebilme esnekliğine sahip olan Atatürkçülük egemen sınıfların hareketlerine de esneklik sağlayabiliyordu. Örneğin bir yandan Morrison lakabı ile diğer yandan Çoban Sülü lakabıyla anılan Süleyman Demirel’in tescilli Amerikancılığı ile Kemalizmin başlangıçtaki anti emperyalizmine uzak gönderme yapan milli-yerli sıfatı yan yana durabilmişti.

Kemalizm hükümet değişimlerine bağlı kalmaksızın, mevcut siyasi iktidarın bulunduğu konjonktürün gereklerine göre yeniden anlamlandırılan, başka ideolojik formasyonlarla güçlendirilen veya içerdiği öğelerin bazen birinin bazen diğerlerinin öne çıktığı yerleşik bir ideoloji olarak devlet sürekliliğini sağlayan motiflerden biri olarak işlev görebilmişse; bu, seçimlerde yarışmak zorunda olan siyasi partilerin popülizmlerini besleyebilecek biçimde bu ideolojiye içerik kazandırabilmiş olmalarındandır aynı zamanda. Sınıf farklılıklarının üstünün örtülmesinde, etnik ve mezhebi farklılıkların konu dışı edilebilmesinde bu popülerleştirmenin rolü olmuştur.

Menderes’in bile kaçınamayacağı biçimde şehir, ilçe, bucak meydanlarının Atatürk büst ve heykelleri ile donatılması; öğretim kurumlarında Atatürk köşelerinin yasal bir zorunluluk olması; resmi bayramlarda yükselen bir ajitasyon düzeyiyle Atatürkçülüğün toplumsal ilişkileri de düzenleyen bir itikat haline getirilmesi; müfredatın Atatürk ilke ve inkılapları ile doldurulması vb. Atatürk ve diğer kurucuların “sınıfsız imtiyazsız bir kitle” haline getirmek istediği nüfus ile devlet arasındaki arızasız bir ideolojik birliğin ritüel ihtiyaçlarını karşılamaktaydı.

Siyasi konjonktür ne olursa olsun devlete, kurumlarına, siyasi partilere yönetebilme kapasitesi sağlayabilmek; sistem içi muhalefet kesimlerinin sözlerine de alan açabilmek; bu yüzden iktidar ile muhalefeti aynılaştıracak biçimde tartışmasız bir kapsama sahip olmak da zeten Kemalizmin yer yer esnek, pragmatik açıklığa sahip olmasından kaynaklanmıştır. Atatürk ile girilen ilişkinin biçimleri tam da Atatürk’ün istediği gibi, devleti ve toplumu yöneten ilkenin sınıflar üstü/dışı bir ortalamada oluştuğu izlenimini üretebilmiştir.

Bir burjuva ideoloji olarak Kemalizm bu özelliğinden dolayı her sınıfın her politik aidiyet gurubunun kendisine özgü tanımını da kazanır. Bir yandan çağdaşlığı temsil ettiğine inanılan batıcılık; yaşam tarzı, hukuk sistemi, pozitivist eğitim kalıplarının kabulüyle ilişkilendirilerek halklaştırılırken; 7 düvelle savaşmış Atatürk’ün anti-emperyalistliğine yapılan vurguyla ulus devletin etrafında örgütlendiği bir ilke olarak siyasallaşmış; ama öte yandan Türkiye’nin uluslararası para fonları, emperyalist iktisadi ilişkiler, sermaye dolaşımı önündeki engellerin giderek kaldırılması biçiminde zuhur eden kapitalist entegrasyonun da açıklayıcı normlarını yaratabilmiştir.

İdeolojinin kendinden menkul birleştiricilik iddiası, hiçbir zaman toplumun sınıflardan, milliyet ve mezheplerden müteşekkil çeşitliliğini gözetmediği gibi Türkçeyi konuşulan ve resmi tek dil, Türklüğü temel yurttaşlık kimliği haline getirmek üzere yola çıkan Cumhuriyetin ilk kadrolarının ve sonrakilerin; bu birleştiricilik adına antidemokratik bir rejim oluşturmasına da imkan sağlamıştır. Komünistlerin, Kürtlerin, Alevilerin, Rumların, Dersim’in, 6-7 Eylül ve Varlık vergisiyle azınlıkların köşeye sıkıştırılması, darbeler ve sıkıyönetimlerle muhalefetin susturulması; parçalı bir nüfusu devlet tarafından tanımlanmış bir yurttaş topluluğuna yontma çabası olarak gerçekleşmiştir.

Kemalizm devlet tarafından uzunca bir süre güvenlik politikalarının da dayanağı olarak görülüyordu. 70’lerden itibaren MGK’da, iç ve dış düşman tanımlarının kerterizi, tanımlanmış düşmana karşı milli seferberliğin harekete geçirici söylemi, devlet kurumlarındaki ve ordudaki kadrolaşmanın da ölçütüydü.

Devletin bütün bu müdahalelerine ve resmi tabulaştırmaya rağmen Kemalizm milli birlik ve bütünlüğün çimentosu olma iddiasını gerçekleştirmede esasen pek çok sorun da yaşadı. Atatürk üzerine söylenecek her eleştirel sözü baştan kriminalize eden yasalar, devlet söyleminin hegemonik etkisi, toplumsal ilişkiler alanındaki gayrı resmi denetim ve polisiye tedbirlere rağmen Kemalizm başlıca üç alanda eleştirinin konusuydu. Başlangıçta resmi ideolojik söylemin ağır baskısı altında bir dip akıntısı olarak son derece zayıf seyreden bu eleştiri biçimleri ilgili kesimlerin giderek siyasal güç kazanmasına bağlı olarak ağırlık ve görünürlük kazandı.

Birincisi; Cumhuriyet rejiminin kuruluşuna baştan karşı, Osmanlı imparatorluğunun yıkılmasını içine sindiremeyen padişahlık ve halifelik sisteminin devamını içten içe özleyen gerici muhafazakar tarikatlar ve cemaatlerle, bunların sınıfsal taşeronluğunu yaptığı toprak ağaları, burjuvazinin muhafazakar kanadı ve aydınları, gericiliğin nüfuz edebildiği, geleneksel İslami bir yaşam tarzı süren küçük köylülük ve kentlerdeki sınıf dışı unsurlar ve bir kısım esnaftı.

İkincisi; Kurtuluş Savaşı ve ulusal inşa sürecinde diğer kurucu unsurlarla birlikte savaşmış ve mücadele etmiş olduğu halde Cumhuriyetten beklentilerini bulamayan, vaat edilenlerin karşılıksız çıktığı, isyanların ardından ve İstiklal Mahkemelerinde eza görmüş olan Kürtlerin siyasi temsilcileri. Kürt hareketinin Cumhuriyetle hesaplaşmasında toplumu Türk kimliği altında toplama idealinin somut ifadesi; diğer etnik kimliklerin, dillerin ve kültürlerin yok sayılmasının karşılığı olan Kemalizmin eleştirisi hep önemli bir yer tuttu.

Üçüncüsü ve ön önemlisi; devrimci sol muhalefet.

Hatırlanırsa; sonradan iç tartışmalarıyla bölünüp tarihe gömülecek olan ama bu tartışmadan Kemalizmi eleştirerek çıkacak olan sol örgütlerin başlangıç noktası Yön-MDD hareketinin “Ordu millet elele” biçimindeki tarihsel sloganı da Atatürkçülüğün temel referansından hareketle kendisini kurgulamıştı. Anti-emperyalist, devletçi, Atatürkçü bu hareket 70’lerdeki, devlet ve ordu, anti-emperyalizm-kapitalizm-sömürgecilik kavramları arasında ilişkinin tartışıldığı; milletin sınıfsız imtiyazsız bir kitle olmadığının farkına varılarak toplumun birbiriyle uzlaşmaz çelişkiler içindeki sınıflar mücadelesinin alanı olduğu; devlet kurumları ve ordu ile egemen sınıflar arasındaki ilişkinin tanımlandığı bir siyasi ve teorik mücadele ortamında; bu, ulusu devletle birleştirme iddiasındaki ideolojiyle bağını koparma noktasına geldi. Ne var ki bu sürecin bütün sol örgütlerde yarattığı değişim kuşkusuz aynı biçimde olmamıştır. Burjuvaziye karşı sınıf mücadelesini örgütleyen hareketin Kemalist ideolojiye Marksist eleştirisi bu sürecin en gelişkin düzeyini oluştururken güncel temel veya kritik siyasi tutumlarında Kemalizmden örtük ya da açık esinlenmeye devam eden bir sol muhalefet de şekillenmiştir. Bugün içinde yaşadığımız siyasi atmosferin de etkisiyle bu süreç önemli ölçüde devam etmektedir.

Ve nihayet; AKP iktidarının ilk döneminde bu partiye açık destek vererek bir araya gelen sol liberal kesim. Bu, üye sayısı çok fazla olmayan, ancak medya ve basın organlarında tuttukları yer sayesinde etkili entelektüel kesim, Hükümetin siyasi ve iktisadi politikalarının suret-i haktan görünen destekçileriydi. Onların Kemalizm eleştirisi, kötülüğünü daha ziyade İnönü dönemiyle andıkları korumacı ulus-devlet yapılanmasına yönelik tasfiyenin, kamu kurum ve kuruluşlarının yıkımının, ordu içindeki operasyonların yeni ideolojik gerekçelerine alan açıyordu. Demokrasinin yeni öznesi “dindar”lar, toplumun kurucu ideolojisi de dinle güçlendirilmiş muhafazakarlıktı. ABD’nin, Ortadoğu ülkelerine ılımlı İslam kıyafeti biçtiği   ve aslında, neoliberalizmin bölgede tedrici ve sorunsuz gelişmesini sağlarken, örneğin Türkiye nüfusu üzerindeki bağımsızlıkçı çağrışımıyla hala etkin, devlet kurumlarının da yerleşik ideolojisi Kemalizmin kurumları ve halkı birleştirici bağını çözme ihtiyacına imkan sağlayan bir destekti bu. Toplumdaki anti-emperyalist hissiyatı öldürmeye meyilli liberalizmin Kemalizm eleştirisi, anti-emperyalizm ile antikapitalizm arasında zorunlu bir ilişki kuran işçi sınıfı siyasetinin yönelttiği eleştiriden kuşkusuz farklıydı. Biri emekçi sınıfları hem düzene yeniden bağlamaya hem de onu uyuşturacak ideolojik seçeneğe alan açarken ikincisi emperyalist hesap ve tahribatları açıkça ortaya koyuyor ve buna karşı bir tavır alıyordu.

KUTUPLAŞTIRMA VE ATATÜRK

Bu kısa tarihsel hatırlatmadan sonra Atatürk ve ideolojisiyle ilişkisini kendi öncellerinden farklı, onu kısmen reddederek kurduğu 15 yılın ardından geçtiğimiz 10 Kasım’da Atatürkçülüğü birden bire yeniden keşfeden AKP’nin almaya çalıştığı virajın niteliğini tartışmaya geçebiliriz.

AKP 20. yüzyılda kurumlaşmış devlet işleyişinde yeni küresel normlara uygun değişikliğin gündeme geldiği dönemin ürünüdür. Bu normlar; “daha ucuz devlet” söyleminin eşlik ettiği yeniden yapılandırma kapsamında, kamu kurum ve kuruluşlarının özel sermayeye devredildiği, buralardaki kadrolaşma biçimlerinin tasfiye edildiği; devlet tarafından sübvanse edilen kamu hizmetleriyle kurumlarının serbest piyasaya açıldığı; esnek çalışma ve taşeronlaştırma gibi yöntemler sayesinde emekçilerin güvencesizleştirildiği; burjuvazinin maliyesine yük olan sosyal güvenlik politikalarının tedrici olarak terk edildiği ve nihayet iki yüz yıllık sınıf mücadelesinin ürünlerinin, sosyalist Sovyetler Birliği’nin ve örgütlü bir sınıfın varlığı koşullarında toplu sözleşme ile kazanılmış hakların ilga edildiği sürecin kendisine özgü siyasal yapılanmayı dayatmıştır.

Refah Partisi’nin, toplumsal karşılığı fazla büyük olmayan dar ve arkaik İslamcılığından çıkıp liberal iddialarla kitle tabanını genişleterek iktidara gelmiş olsa da AKP kadrolarının söylemi de dini ve muhafazakar ideolojinin çeşitli unsurlarını taşıyordu. Zaman içinde giderek dozu artan bu söylemin başından beri Kemalizmle bir sorunu oldu. Bir dönem sol liberallerle kurulan kayıt dışı ittifakı besleyen yayınlar aracılığıyla, partinin ordu içinde gerçekleştirdiği tasfiyeler, siyasetin askeri vesayetten temizlendiği iddiasıyla parlatılırken aynı zamanda ordunun kurumsal ideolojisi Kemalizm de bolca masaya yatırıldı.

Buna devletin zulmünün geçmiş pratiklerinin İnönü’lü tek parti iktidarına fatura edilmesi, AKP döneminin Türkiye’nin ikinci kuruluş dönemi ilan edilmesi eklendi. Bu, laiklik, Batıcılık, din ve siyaset ilişkisinin yeniden tanımlanması anlamına geliyor, takiben de tarikat ve cemaatlerin sivil toplum örgütleri olarak onanmasına ilişkin talepler dile getiriliyordu.

Resmi bayramlarda protokol kutlamalarının kaldırılması, örtülü Cumhurbaşkanı eşinin protokole dahil edilmesi, okullardan Atatürk köşelerinin ve Andımız’ın çıkarılması, üniversitelerin türbanlı öğrencilere açılması gibi kimi ritüellerden başlayarak zorunlu din dersleri, imam hatiplerin neredeyse normal eğitim kurumlarıyla yarışacak biçimde çoğalması, müfredatın dinselleştirilmiş gerici bir içerikle değiştirilmesine kadar geçen sürede toplumsal hayat da muhafazakarlaşmaya zorlandı. İpleri salınan tarikat ve cemaat kadrolarının, ilahiyatçı namı taşıyan akademik unvanlıların halifelik ve şeriat övgülerini de yüksek sesle yapmaya başlayabildikleri, laikliğin hem yasal tanımının değiştirildiği hem de hakkında atıp tutulduğu bir dönemdir bu. Bizzat devletin birinci dereceden temsilcisinin Atatürk ile İnönü’yü kastederek söylediği “iki ayyaş” tabiri de bu iklimde siyasi literatüre geçmiş oldu.

Bu ideolojik yüklenmenin devletin yeniden düzenlenmesiyle olduğu kadar toplumsal ilişkilerin yeniden dizaynıyla da ilgisi vardır. Bu dizaynın istikameti, her şeyden önce dini ve muhafazakar ideoloji sayesinde zihniyeti değiştirilen bir kesim nüfusa dayanarak, bıçağın kemiği kesmeye başladığı süreçte, iktisadi politikalara ve tasfiyelere karşı birleşip tepki gösteremeyen bir sınıf yaratmak uğruna emekçilerin önüne resmi onaylı, oyalayıcı gündemler açmak; huzursuzluk ve tepkilerin kökenini AKP öncesi bir zaman dilimine tarihlendirerek günü kurtarmaktır.

İkincisi; iktidar partisinin yakın ve uzak geleceğini güvenceye alacak bir kitle tabanını sabitleyerek, bu kitlenin birliğine uhrevi bir amaç ve niyet kazandırmaktır.

Toplumsal müdahalenin çıktısı, AKP karşısında parçalı olarak varlığını sürdüren muhalefetin iktidar partisinin seçmenlerinde görüldüğü gibi, bloklaşma eğilimindeki bir kitlenin kurulamaması olmuştur. Öte yandan bu kutbun en geniş kesimini temsil ettiği görülen, kendisinden onay istendiği her kritik dönemde iktidar siyasetine katkıda bulanacak biçimde davranmaktan imtina etmeyen, basiretsiz ana muhalefet partisinin kitle tabanının, bizzat parti yöneticileri tarafından bu uzlaşmalara zorlanmasıdır.

Kemalizm bu kitlenin giderek derinleşen muhafazakarlaşmaya karşı sığındığı tek sığınak olmuşsa bizzat, AKP liderlerinin siyasi hamlelerini tek parti iktidarı döneminin Kemalizmine savaş açarak apolitikleştirme çabasının öteki kutupta da karşılık bulmasından olmuştur. Kendisini devletin kurucu ve kadim ideolojisinin sözcüsü olarak gören ana muhalefet partisi, Atatürk’ün kurduğu partinin altı okunun içerdiği milliyetçilik ve devletçiliğin gereklerini yerine getirirken Kürtlere karşı şiddet siyasetine, savaş tezkerelerine evet demiş, HDP’li milletvekillerinin tutuklanmasına ses çıkarmamış ama yaşam tarzı müdahalelerine karşı Atatürkçülükle kurduğu barikatın arkasında toplam bir eleştirinin birikmesine izin vermemiştir.

Kemalizmin bütün sınıfları kesmeye çalışırken muğlaklaşan içeriğinin apolitikleştirmeye katkısı olmadığı söylenemez. Vaktiyle nüfusun büyük çoğunluğu, şimdi ise epey bir kesimi tarafından benimsenen Kemalizm, tanım çokluğuna yol açan tartışmalı içeriğiyle bu apolitikleştirmenin imkanı olarak kullanılabilmişse bunu kuruluşundaki hem alt sınıfları hem de devleti gözettiğini iddia edebildiği bir eklektizme borçludur.

AKP’nin müdahalesi de bu muğlâklıktan neşet eder. Yaşam tarzı ekseninde ikiye bölünmüş sabitenin yeniden kurulmasının zorlandığı; kısıntılar, kesintiler, yolsuzluklar, eğitim ve sağlıktaki kapitalist ve gerici dönüşümlerden ve giderek derinleşen yoksulluk ve işsizlikten mustarip olanların genişleyerek kendi seçmen kitlesini de kapsamaya başladığı mevcut koşullarda parti liderinin Kemalizmin bu pragmatik ve eklektik içeriğinden yararlanmak istemesi bir tesadüf değildir. Zira AKP politikalarının tehdit ettiği nüfus alanı genişledikçe bütün hoşnutsuz kesimlerin kendilerini ifade edebilmek için yöneldiği feyz, Atatürkçü ideolojinin etkisini genişletmektedir. Kemalizm bir devlet ideolojisi olmaktan çıkarak tepkiyi güncelleyen ve gerekçelendiren bir kalkış noktası haline gelmektedir.

İkincisi; Atatürk’ü “sözü Marksist özde faşist kesimlere bırakmayacağını” söyleyen Cumhurbaşkanı, ek olarak Rabia ile uyuşan her kesimle birlikte olabileceğini ima ederken bir nesnel gerçekliğe de işaret etmektedir. Tek vatan, tek bayrak, tek devlet, tek millet diye anlamlandırılan Rabia’nın dört parmağının Altı Ok’un ilkeleriyle muamelesinin iktidara yarar sağlayan siyasi sonuçlarının şimdiye kadar birçok kez alındığı göz önünde bulundurulsa nevzuhur AKP Atatürkçülüğünün pek öyle boş gösteren olmadığı da anlaşılacaktır. 15 Temmuz darbesinden sonra Yenikapı’da açılan sahneye, kitlesiz tek başına çıkan Kılıçdaroğlu’nun, şimdi MHP kitlesinin ezici çoğunluğunun izlediği İyi Parti’nin, Yeni Kapı ruhunu ezeli bir platformda ayağa dikme uhdesi içindeki AKP kadrolarıyla iktisadi ve siyasi yönelimler bakımından kaydadeğer hiçbir farkı yoksa da AKP kitlesinin tarafsız bölgeye çekilmesini teşvik edici bir mobilizasyona yol açmaktadırlar. Yani AKP kitlesinin bir kısmının Atatürkçülüğe çekilmesi liderin Atatürk’ü keşfetmesinden öncedir.

Bunun yanı sıra HES direnişçilerinin, hangi görüşte olursa olsun greve çıkan işçilerin, köylü direnişlerinin veya herhangi bir iktidar dayatmasına karşı eyleme çıkan halk kesimlerinin başlıca motive edici gücü, esinlendikleri ideolojik kaynak Atatürkçülük olmuştur. Bunların bayraklı direnişleri, Nutuk’tan esinlenilmiş sözleri, Kurtuluş Savaşı’nın anti-emperyalizmiyle eylemleri arasında kurdukları bağıntı ve birer yurttaş olarak devletle kurdukları ilişkiyi dile getiriş biçimleri Atatürkçülük’ün halk nezdindeki meşrulaştırıcı özelliğini de ortaya çıkarmıştır. Kuşkusuz bu Atatürkçülük, etrafındaki her şey, yaşam biçimi ve statükosu yıkıma uğrarken emekçi sınıflar arasında birliğin ve birleşmenin imkanını yaratmıştır.

Üçüncüsü; siyasi iktidar, güney sınırının ardında oluşan Kürt oluşumlarını tasfiye etmek için attığı her adımda başarısızlıktan maluldür. Suriye’de konumlanabilmek ve savaş sonrasındaki yeniden inşa sürecinde iktisadi ve siyasi rol üstlenebilmek için iki büyük emperyalist; Rusya ve ABD arasında sürdürmek zorunda kaldığı helak edici trafikten geriye; SDG ile çalışmakta kararlı kadim stratejik ortak ABD emperyalizminin Türkiye’nin taleplerini reddetmesi, 15 Temmuz darbesinin baş aktörü Gülen’in iadesi konusunda ayak sürçmesi ve Türkiye’ye yönelik terbiye yöntemlerinde doz arttırımı ile karakterize olan bir ilişki biçimi kalmıştır.

Şu anda iktidarın tepesinde Demokles Kılıcı olarak tutulan Reza Zarraf davasının sonuçları arasında sayılan, harp divanında yargılanma olasılığı bu terbiye sürecinin unsurlarındandır. Dahası 17-25 Aralık sürecine ilişkin telefon dinlemelerinin 2014-15 yılında da devam ettiği ve bunun bizzat CIA tarafından koordine edildiği söylentileri de ciddiyet kazandığında Türkiye-ABD ilişkilerinin gerilim düzeyinin de artacağı tahmin edilebilir.

Bu zorlu durumun kendisine daralttığı siyasal alanda, AKP’nin, nüfusun büyük çoğunluğunun anti-emperyalist duygular beslediği ABD’ye karşı kitle seferberliğini ve saflaşmasını kutuplaştırma politikalarıyla sürdürmesi imkansızlaşmıştır. Okullara cihat dersinin konulduğu, şehitliğin ideolojik kutsamadan geçirildiği koşullarda ancak belirli bir nüfusu konsolide edebileceği açık olan söylemin etki alanı dışında kalan kesimin ağırlıklı bölümü içinse, muhalefet Kemalizm eşliğinde devam edecektir. Bu AKP’nin ağır bir güvenlik sorunuyla karşı karşıya kalması demektir. Bu yüzden AKP “Mustafa Kemal’in Askerleri”nin bir dış tehdit karşısında hizalanmasının koşulunun, laikliği siyasal İslamcı bir ideolojiyle ezmeye çalışan Erdoğan’ın tercihlerindeki ısrar değil, bu durumda yapacağı pragmatik dönüş olduğunu tespit etmiştir. Rabia’ya kalpak giydirme gayretkeşliğinin önemli nedenlerinden biri de, tek vatan tek bayrak vb. iddiası bakımından AKP’nin ulusalcı-Kemalist tabir edilen kesimle temas noktasını belirginleştirme ihtiyacıdır.

Dördüncüsü; Türkiye Hükümeti ABD ile yaşadığı sorunları, Suriye savaşı boyunca iyice açığa çıkmış bölgesel kamplaşmada yeni bir tercih yaparak derinleştirmektedir. Rusya-İran-Irak ve bunlara bağlı siyasi-militarist savaş örgütlerinin yer aldığı kamp ile ABD-Suudi Arabistan-İsrail ve Mısır ekseninde oluşan kamp arasındaki, bölgenin yeniden dizaynı konusundaki öncelikler çatışmasında Türkiye’nin yakınlaştığı eksen birincisidir. Türkiye bu arada komşu devletleri hizaya getirmek için önce Türkiye Hükümetinin ayrıcalıklı gözdesi Katar’la başlayan daha sonra Lübnan siyasetine müdahale eden, İran ile Yemen’de savaşan, Hizbullah’ı tasfiye hesapları güderek İsrail’le yakınlaşan ve nihayet kendi ülkesinde sivil darbe mekanizmasını çalıştıran Suudi Arabistan’ın kurucu ve toplayıcı rol oynamaya soyunduğu Ortadoğu gericilikleri arasındaki yerini kaybetmiştir. AKP’nin, Avrasyacılık tabir edilen politik hesaplar cümlesine dahil olduğu kaybetme sürecinde, adı konulmayan bir ittifak halinde bulunduğu; başkanı Doğu Perinçek’in Rusya ilişkilerinde kilit isim haline gelmiş bulunan Vatan Partisi’nin ulusalcı milliyetçiliğinin karşılanması gereken önemli bir talebi vardır. Bu talebin karşılanması Kürtlerle çözüm sürecinin sona erdirilmesi pahasına Perinçek’in hapishane arkadaşlarıyla kurulan ittifakın da mutabık kaldığı uzlaşma için elzemdir. Kemalizm bu ittifakın koşullarından biridir.

Son olarak; 10 Kasım’dan bir hafta sonra NATO tatbikatında Tayyip Erdoğan ile Atatürk’ün resminin hedef tahtasına düşman olarak yerleştirilmesi biçiminde ortaya çıkan komplo ve akabinde NATO’nun özür dilemesi elbette düşündürücüdür. Bu komplo sayesinde, Atatürk’e yüklenen önceki anlam, onun Erdoğan ile aynı değer hanesine iliştirilerek değiştirilmeye çalışılmıştır. Bu cümle isimler ve vurgu yer değiştirilerek de kurulabilir. Her durumda da siyasi iktidarın yeni ideolojik hamlesini sağlamlaştırabilmesi için bir lütuf alanı açılmıştır.

Bütün resmi ideolojiler devlet ile diğer sınıflar arasında sorunsuz bir ilişki kurmayı hedefler. Devleti yöneten partinin dışladığı bir Kemalizmin alt sınıflar arasında ilgi görmeye başladığı, giderek halklaştığı, amorf bir tepkisel birikimin bağlayıcı ideolojisi olarak belirmeye başladığı koşullarda devletin, AKP’nin kendi iktidarını bağlayan gelecek kaygısını da aşan, daha özsel bir beka sorunu ortaya çıkmıştır. Atatürkçülüğün devletten halka yönelen bir talep değil halktan devlete yönelen bir talep haline gelmesi kenetleyici, bağlayıcı, seferber edici bir nosyonun elden kayıp gitmesi anlamına gelir.

AKP’nin konjonktürel çıkarlarıyla devlet-i ebed müebbet’in şartı böyle bir U dönüşünü gerektirmiştir. Devleti şu anda yöneten partinin, sadece büyüyen bir tehdidi tetikleyen uluslararası ilişkilerinin boyutu ve niteliği, kitlelerin gözünde milli çıkarı da tartışılır kılmıştır. Ortalığı toparlayacak, devlet ile nüfus arasındaki birliği sağlamaya aday, içerdeki dağınıklığı düzeltmeye teşne elde kalan tek kaynak Atatürkçülük olarak tespit edilmiş; yürürlüğe sokulmuştur.

***

Peki AKP’nin Atatürkçülüğü ABD ile Rusya arasında yeniden mevzilenebileceği bir zemini sağlamlaştırabileceği, kitle seferberliği ruhunu yükseltecek ve müstakbel seçimlerde Erdoğan’ın Tek Adam Yönetimi inşası için ihtiyaç duyduğu yeni harcı ona sağlayan kudretli bir kaldıraç olabilecek mi?

Normal koşullarda, Atatürk’e samimi bir yakınlık duyanlara, Kemalist Devrimler’in kazanımlarına bağlı insanlara bunca hakaret ettikten, toplumsal ilişkileri bu kadar gerdikten ve kutuplaştırdıktan sonra bunun mümkün olmayacağı söylenebilir. Bölgedeki siyasi başarısızlıkların ve ülke içindeki zorla yönetme stratejisinin bütün sonuçlarını çeken ve faturalarını ağır bir biçimde ödemek zorunda bırakılan Türkiye emekçilerinin bu sonradan görme Atatürkçülüğe ikna olması, emperyalist politikaların bedellerini ödemeye rıza göstermesi kolay görünmüyor. Bu kesimler şimdiye kadar eylemlerinin itici gücünü, fikri dayanaklarını buldukları Atatürkçülük’ü kendi eylemlerini destekleyecek biçimde içeriklendirdiler. Dolayısıyla iktidarın Atatürk’ü ile hak, hukuk, gelecek ve ekmek mücadelesi veren kesimlerin Atatürk’ü ayrışmıştır.

Daha geçenlerde tesisin açılışı sırasında Coca Cola logosunun önünde yapılan Rabia işaretine şimdi kalpak iliştirilerek gerçekleştirilmeye çalışılan hızlı dönüşün bir gelecek vaat etmesi o kadar kolay değil. Çünkü bu anti-Amerikan tutumun samimi bir anti-emperyalizmle alakasından daha çok, ortadaki yıkımdan kurtulmaya çalışan Hükümetin kendi çıkarı doğrultusunda yaptığı hamle açıkça göze çarpıyor.

Emperyalizme gerçek bir karşı duruş en başta kendi emperyalist nitelikteki hayallerinden, komşu ülkelerin içişlerine karışmaktan, savaş politikalarında ısrar etmekten vazgeçmeyi gerektiriyor. ABD’nin ve NATO’nun üslerini boşaltmasını, bunların yörüngesinden çıkmayı ama bunu yaparken de bir diğer emperyalist kampa dahil olmayı reddetmekten, ağzının bir ucuyla NATO’ya laf yetiştirirken diğer yandan stratejik ortaklıktan vazgeçilmeyeceğini söyleyip pazarlık aralığı bırakmamaktan geçiyor.

Böyle bir anti-emperyalist tavır hiçbir zaman koyulmamıştır. Türkiye’nin ABD ve AB ile yaşadığı gerilimler her iki taraf açısından da pazarlık marjını yüksek tutma hedefine kilitlendiğinden ne demokratik bir tutumdur ne de samimiyet içerir. Atatürkçülük tam da bu bakımdan pazarlığın yapıldığı piyasaya değişim değeri olarak dahil edilmiştir.