Arif Koşar

Taner Timur, son kitabı “Devrimler Çağı”nda 1848, 1871 ve 1917 devrimleri, bunları hazırlayan koşullar ve sonuçlarını derin tarih bilgisinin sağladığı ilginç ayrıntılarla sarih bir biçimde okuyucuya sunuyor. Bir yandan oldukça genel bir çerçeve çizen Timur, diğer yandan yoğunlaştırılmış bir dönem okuması yapıyor. Her zamanki sade dili, döneme ilişkin farklı tarihçilerden süzülmüş bilgi, belge ve anılarla birleşiyor. Böylece, genel okur tarafından bilinen olguların arka planındaki tablo güçleniyor, tarihsel olaylar zengin bir biçimde ve bağlantılarıyla kavranabiliyor. Bunda, Timur’un Fransız tarihine ve düşünürlerine ilişkin çok karmaşık konuları bile oldukça yalın bir biçimde anlatma becerisinin payı, oldukça büyük.

Kitap dört bölümden oluşuyor[1].

– Komünist Manifesto: Dün, Bugün, Yarın

– Marx’ın 18. Brumaire’i Aynasında: Louis Bonaparte ve Darbesi

– Paris Komünü ve Marx

– Doğu Sorunu, Paylaşım Savaşı ve 1917 Devrimi.

İlk iki bölüm 1789 Fransız Devrimi’nin dar burjuva sınırlarını kırma ve insan haklarını toplumun alt sınıflarına yaymayı hedefleyen 1848 Devrimi ve buna karşı gelişen reaksiyonları konu alıyor. 22 Şubat 1848’de işçi ve öğrenci ayaklanması ile başlayan devrim kısa sürede tüm Avrupa’ya yayılmış ve pek çok monarkın tahtını sarsmıştı. Fransa’da Kral Louis-Philippe ülkeden kaçmış ve ikinci kez cumhuriyet ilan edilmişti. Ancak devrim uzun ömürlü olamadı. Haziran ayında bu sefer karşı-devrim binlerce emekçiyi katlederek başarılı olurken, sonunda Louis Bonaparte hanedan kavgaları içindeki burjuvaziyi de etkisiz kılarak bir darbeyle imparatorluğunu ilan etti (sf. 9).

Louis Bonaparte’ın 20 yıllık imparatorluğu ve despotizmi Fransız-Alman savaşındaki Sedan hezimetiyle 1870 yılında son buldu. Fransa, Alman ordularının işgali altındaydı. Parisliler bu onursuz boyun eğmeyi kabul etmedi, Komün yönetimini kurarak bağımsızlığını ilan etti. Böylece gökyüzünü fethe çıkan komünarlar, tarihin ilk işçi iktidarını kurdu. Bu deneyim işçi hareketi ve sosyalizm mücadelesinin pratiği açısından olduğu kadar, bilimsel sosyalizm anlayışının inşasında da önemli bir dönüm noktası oldu. Önce Marx, ardından Lenin’e kapitalist devlet, kapitalizmden komünizme geçiş sürecinde işçi devletinin rolü ve sönümlenmesi üzerine Marksist kuramsal çerçeveyi güçlendiren doneler sağladı. Kitabın üçüncü bölümünde bu önemli tarihsel süreç, Paris Komünü ele alındı.

Timur, son bölümde ise devrimler çağının en önemli halkası olan 1917 Sovyet Devrimi’ni inceledi. Ancak bu devrimi, Rus tarihi içinden ya da Birinci Dünya Savaşı’nın çerçevesinde analizlere ek olarak Doğu Sorunu arka planını dahil ederek ele aldı.

Kitap tanıtımının sınırlarında kalmak için bu yazıda, Taner Timur’un özellikle de 1848 devrimi ve sonrasına ilişkin değerlendirmeleri içerisinde yer alan bazı küçük ama önemli bilgi ve ayrıntıları aktarmakla yetineceğiz.

YETENEKSİZ VE ACAYİP

1848 Devrimi’nin yarattığı Anayasa’dan yararlanarak cumhurbaşkanı seçilen, ama burjuvazi içindeki kargaşayı değerlendirip darbeyle bir süre sonra kendini imparator ilan eden I. Napolyon’un yeğeni “yeteneksiz ve acayip” Louis, aslında ilginç bir şahsiyetti: İmparatorluk hayalleri içinde büyümüş, başarısız darbe girişimleri sonucu zindanlarla yatmış, İsviçre’ye sığındığı yıllarda askerlik hakkında yazılar yazmıştı. Üç dil biliyordu. Fransa’da kütüphaneye çevirdiği Ham Hapishanesi’ndeki yıllarında Saint-Simon’dan esinlenen bir eser kaleme almıştı. Timur’un ifadesiyle, “günümüzde ‘kahraman’ sayılan bir sürü ‘yeteneksiz’den hayli farklı bir profil sergiliyordu” (sf. 50). Buna rağmen “hırslı yeğen, kişiliğinde fantezilerin gerçekleri gizlediği tehlikeli bir hayalperestten öte bir şey değildi” (sf. 50).

Marx, Louis Bonaparte’ın darbesini ele alan Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i eserini Amerika’ya göç etmiş devrimci dostu Joseph Weydemeyer’in talebi üzerine kaleme almıştı. Weydemeyer eski bir topçu teğmeniydi. Dönemin sosyalist rüzgarından etkilenmiş ve Komünistler Birliği’ne üye olmuştu. Yeni Renanya Gazetesi’nde editörlük yapmıştı. 1848 devrimi yenilgiye uğrayınca Amerika’ya gitmiş, hızla haftalık bir dergi organize etmişti. Bu dergi için Marx ve Engels’ten de yazılar istiyordu. Marx, Bonaparte darbesinden kısa bir süre sonra, 1 Ocak 1952 ile 25 Mart 1952 tarihleri arasında konuyla ilgili yedi makale yazdı. Bu yedi makaleyi her hafta düzenli bir biçimde New York’a yolladı. Ancak Weydemeyer, haftalık gazete çıkaramamış, aylık dergi çıkarmaya karar vermişti. Böylece Marx’ın makaleleri peş peşe Weydemeyer’in The Revolution (Devrim) dergisinde 20 Mayıs 1852’den itibaren yayınlandı. Ayrı bir kitap olarak basılması için 17 yıl geçmesi gerekecekti. Bu ancak 1869 yılında Almanca olarak gerçekleşti.

Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i 24 Şubat 1848’de cumhuriyetin ilanı ile 1852 Şubat’ı arasındaki dört yılı ele almıştır. Marx bu 4 yılı önce Cumhuriyetçi Fransa’da, sonra Yeni Renanya Gazetesi’ni çıkardığı Köln’de, 24 Ağustos 1849’dan itibaren artık ömrünün sonuna kadar yaşayacağı Londra’da geçirdi (sf. 51).

Taner Timur, kitabında eserin isminde geçen “Brumaire” ifadesi hakkında yaptığı açıklamada şöyle diyor: “Fransızlar 1789’da büyük devrimi yaptıktan ve 1792’de de cumhuriyeti ilan ettikten sonra, yepyeni bir toplum kurma heyecanı içinde, eski takvimi terk edip yeni bir takvim kabul etmişlerdi. 1792’yi milat eden ve 1806’ya kadar devam eden bu devrim takvimi her aya, o ayın özelliklerine göre isim veriyordu. Brumaire de Ekim 22 ile Kasım 20 arasına denk düşüyordu. ‘Brume’, Fransızca sonbahara uygun sis, duman anlamına gelir” (sf. 57).

Peki, Brumaire ayının 18. günü neye tekabül ediyordu? “O da I. Napolyon’un darbe yaptığı günü ifade ediyordu. 18 Brumaire 1799’da, I. Napolyon, Direktuar yönetimine bir darbe ile son verip kendisini ‘baş konsül’ ilan etmişti. Şimdi de yeğeni Louis Bonaparte, III. Napolyon olarak, bizzat kendisinin cumhurbaşkanı olduğu rejime bir darbe ile son verecek ve kısa süre sonra imparatorluğa dönüşecek otoriter bir rejim kuracaktı” (sf. 57).

Fransız Devrimi Kant’tan Hegel’e kadar bütün Alman düşünürlerini derinden etkilemişti. Bu etkiler 1830 devriminden sonra daha da arttı. Walter Banjamin’e göre 1830 ve 1848 Devrimleri Alman entelektüellerini büyülemişti. Engels’i oldukça etkilemiş olan Karl Ludwig Börne, 1830’da Paris’e gelince, “ayakkabılarımı çıkarmak isterim, bu kutsal topraklara ancak yalın ayak basılabilir” demişti. Marx ve Engels de gençlik yıllarında aynı heyecanı paylaşmıştı. Büyük Fransız Devrimi’ni derinlemesine incelemiş olan Marx, Fransız düşünürlerle dostluklar kurmuş, daha sonra Proudhon’a karşı yazdığı Felsefenin Sefaleti’ni de doğrudan Fransızca kaleme almıştı. Bu nedenle Marx, 1848 Devrimi ve bunu hazırlayan gelişmeler konusunda geniş bir birikime sahipti.

GENEL OY VE MUHAFAZAKAR MECLİS

Kitapta ilginç bir ayrıntı dikkat çekiyor. Louis Bonaparte’ın cumhurbaşkanı seçilmesini sağlayan, hatta onun darbesine zemin hazırlayan en önemli gündemlerden birisi seçim sistemi ve bu konu üzerine süren tartışmalar. Taner Timur şöyle anlatıyor:

Cumhuriyet neden ilan edildi? Halk iradesini egemen kılmak ve bu haksız rejime son vermek için! Peki bu haksızlık nasıl ortadan kalkacak? Her şeyden önce seçim sistemi değiştirilerek! Bu yüzden de seçim sistemi ve seçimler devrimcilerin gündeminde ilk sıralarda yer alıyor. Aslında benzer sahneler Fransa’da daha önce de, 1789 Devrimi’nde de yaşanmıştı. Böylece, Marx’ın benzetmesiyle, 1848’de de Louis Blanc, Robespierre; Caussidiere, Danton; 1793-1795 radikalleri (La Montagne); 1848-1851 radikalleri ve nihayet Amca (I. Napolyon) da, Yeğen (III. Napolyon) olarak tarihteki yerlerini alıyorlar. Önce ‘genel oy’ ilkesi kabul ediliyor ve seçmen sayısı birden bire 240 binden 9 milyona çıkıyor. Ne var ki seçmenler sadece erkeklerden oluşuyor; kadınların oy hakkı yok ve seçime bu sistemle gidiliyor. Bu durumda ortaya çıkacak tablo da belli: Dokuz milyon seçmen demek, köylülerin ağır bastığı, muhafazakar bir meclis demek. Gerçekten de devrimin başarısından sonra, çok tutucu bir meclis çıkıyor. Bu tablo karşısında işçiler aldatıldıkları kanısına kapılıyorlar; liderleri, gerçek demokratlar bizleriz, diyor ve genel oyu karşı-devrimci, anti-demokratik bir sistem olarak ilan ediyorlar. Gerçekten de genel oy, o dönemde sınıfsal açıdan tartışmalara yol açıyor” (sf. 70)

Bugünden bakıldığında oldukça ilginç gelen bu durum, dönemin sınıf mücadelesi içerisinde meclisteki işçi temsilcileri için gayet anlaşılır. Şubat 1848 devrimini gerçekleştirenlerin baskı ve zorlaması ile yaşama geçen genel oy ve bu seçim sistemi ile oluşan Meclis, muhafazakar çoğunluktan oluşunca, bir hayal kırıklığının ortaya çıkması olağan.

1848 Devrimi’nden sonra 900 vekilden oluşan bu mecliste işçi sınıfını temsil eden Louis Blanc gibi ütopik sosyalistler de var, ancak çoğunluk muhafazakarların elinde. İşçilerin talepleri karşılanmadığı gibi kazanımlarına yönelik saldırılarla kavga yeniden başlıyor ve işçi sınıfı sokağa dökülüyor. Haziran Günleri diye anılan 22-26 Haziran arasında proletarya ayaklanması kanlı bir biçimde bastırılıyor. Marx’ın verdiği rakamlara göre bu dört gün içinde üç binden fazla emekçi katledildi, on beş bin kadarı da sürülmüştür. Blankist bir niteliğe bürünen bu ayaklanmanın bastırılmasıyla Auguste Blanqui ve yandaşları artık bu dönemin sonuna kadar etkisiz hale geliyor.

CUMHURBAŞKANIN YETKİLERİ VE YETKİSİZLİKLERİ

1848 Anayasasına göre yapılan seçimler sonucu 10 Aralık 1848’de Louis Bonaparte oyların yüzde 74,5’ini alarak cumhurbaşkanı seçildi. Ancak 1848 Anayasası iki başlı bir iktidar yaratıyor. Bir yanda son derece geniş yetkilere sahip bir meclis, öbür taraftan yine geniş yetkilere sahip bir Cumhurbaşkanı.

Timur, bu yetki krizini şöyle betimliyor: Bütün bakanları, komutanları, elçileri, hatta memurları doğrudan ya da dolaylı bir şekilde cumhurbaşkanı atıyor ya da istediği zaman onları azledebiliyor. Yani devlet aygıtına tamamen yürütme egemen. Bununla birlikte aynı cumhurbaşkanı savaş ilan edemiyor, bu hak tamamen mecliste. Cumhurbaşkanın meclisi feshetme hakkı da yok. Son kertede cumhurbaşkanı meclise mahkum. Buna karşılık Meclisin cumhurbaşkanını yüce divana götürüp ihanetle suçlama ve görevden uzaklaştırma hakkı var (sf. 72). Her ne kadar devrime ihanet etmiş olsa da 1848 Şubat devriminin yarattığı zeminde seçilmiş olan Meclis, günümüz Türkiye’sinden farklı olarak yetkileri cumhurbaşkanına kolayca bırakmaya razı değil.

Daha da ilginç olan Fransa’da seçimle iktidara gelen ilk cumhurbaşkanı olan şahsiyet ikinci defa seçilemiyor. İkinci kez seçilebilmesi için araya bir dönem girmesi gerekiyor. Öyle ki ikinci seçimde cumhurbaşkanının altıncı dereceye kadar akrabalarının adaylığı bile yasak. Görülüyor ki cumhuriyetçi kampın hedefinde sadece Louis Bonaparte değil, Bonaparte ailesinin tamamı var. Ancak cumhurbaşkanlığında araya bir dönem girerse Bonaparte’ın “bütün pislikleri ortaya dökülecek ve bir daha seçilme şansı da kalmayacak” (sf. 73). Bu nedenle Louis’in, III. Napolyon olma yolunda önündeki en büyük engel 1848 Anayasası.

BAŞLANGICINDA ÇİĞNENEN ANAYASADAN DARBEYE

Daha da ilginci; Louis Bonaparte bu Anayasa’yı en baştan çiğnemişti. Cumhurbaşkanı seçilebilmenin anayasal şartlarından birisi Fransız vatandaşlığının hiç bir zaman kaybedilmemiş olmasıydı. Oysa Louis, daha önceki başarısız darbe girişiminden sonra müebbet hapse mahkum edilmiş, ardından hapishaneden kaçarak İsviçre’ye sığınmış ve bu ülkenin vatandaşlığını almıştı. Yani mevcut Anayasaya göre cumhurbaşkanı olması mümkün değildi. Ancak bu madde kağıt üzerinde kalmıştı (sf. 73).

Peki, Louis Bonaparte’ı cumhurbaşkanlığına taşıyan toplumsal desteğin sebebi neydi?

1789 Büyük Fransız Devrimi’nin ardından I. Napolyon döneminde köylüler küçük mülk sahibi oldular. Ancak aradan geçen yarım asra yakın dönemde kapitalist piyasanın baskısını güçlü bir biçimde hissettiler. Köylüler, I. Napolyon’un kendilerini küçük mülk sahibi yapan emperyal dönemini özlemle anıyordu. Bu özleme, bizdeki ‘Devri Saadet’i ya da Kanuni Sultan Süleyman dönemini özleyenler gibi Napolyon Bonaparte’ın “şanlı zaferlerinin özlemi” de karışıyor. Zaten Napolyon Bonaparte’ın yeğeni Louis Bonaparte da, simgesel olan Napolyon adını kullanarak bu özlemleri kamçılıyordu. Yeğen amcanın meşru mirasçısı sayılıyordu (sf. 63).

Darbe fikri Louis Bonaparte’ta eski bir saplantıydı. Eski hanedanların taraftarları olarak bölünen burjuvazi arasında daha radikal cumhuriyetçiler azınlıktaydı. Louis Bonaparte zaten açık açık darbe hazırlıkları yapıyordu. Elysee’deki hemen her ziyafette yemekler yenilip içkiler içildikten sonra bir darbe kararı veriliyor, fakat Louis Bonaparte ertesi gün korkuyor, vazgeçiyor ve darbe erteleniyordu. Üç gün sonra aynı sahneler tekrarlanıyordu. Darbe konuşmaları gazetelerde bile yer alıyordu (sf. 85). Velhasıl darbe 2 Aralık 1851’de gerçekleşti. Louis Bonaparte, buna rağmen imparatorluğu ilan etmek için ihtiyatlı davrandı. 2 Aralık 1952 tarihini yani darbenin yıl dönümünü bekledi. İşte Marx, 2 Aralık 1851’de gerçekleşen Napolyon darbesi için tam olarak şunları söylemişti:

Hegel bir yerde şöyle bir gözlemde bulunur: tarihsel büyük olaylar ve kişiler, sanki iki kez yinelenir. Hegel eklemeyi unutmuş: ilkinde trajedi olarak, ikincisinde kaba güldürü olarak. Danton’un yerine Caussidiere, Robespierre’in yerine Louis Blanc, 1793-1795’in Montagne’ının yerine 1848-1851’in Montagne’ı, amcasının yerine yeğeni. Ve 18 Brumaire’in ikinci baskısının yapıldığı koşullarda yine aynı karikatürü görüyoruz.

Böylece Fransız tarihinde 1789, 1830, 1848’de yazılan şanlı sayfalardan sonra despotik utanç günleri başladı ve 20 yıl kadar sürdü. Ta ki, 18 Mart 1871’de gökyüzünü fethe çıkan kahraman komünarların inşa ettiği Paris Komünü kurulana dek. Buradan sonrası da yine Timur’un kitabında.

[1] Kitaptan yapılan alıntılar ve referanslar metnin içerisinde sayfa numarası biçiminde verilmiştir.