Taner Timur*

Bugünkü Rusya 1989-1990 yıllarında Chicago okulunun baş iktisatçılarının özelleştirme teşebbüsleriyle adeta karşı devrime dönüştürdükleri bir süreci yaşıyor. Putin de bazı alanlarda başarılı olmasına rağmen Ekim Devrimi’nin 100. yılında ne yapacağını şaşırmış durumda. Ekim Devrimi’ni anmak. Ama anmak biraz yetersiz kalıyor; ancak anmak düşünmeyi davet ediyor, özellikle ders çıkarmayı davet ediyor. Bu devrimin bize iki planda ders verecek nitelikte olduğunu düşünüyorum. Bunlardan ilki devrimin hangi koşullarda gerçekleştiğiyle ilgili. Bu son derece önemli ve Türkiye’de, tarih yazıcılığında üzerinde özellikle durulmamış bir konu.

Rus İmparatorluğu Osmanlı İmparatorluğu’na çok benziyordu. Zaten 1917 Ekim Devrimi’ne götüren uluslararası temellerde o dönemin önemli meselelerinden olan Şark meselesi de vardır. Büyük bir paylaşım savaşı diyoruz. Ama bu paylaşımın aslında en merkezi özelliği, Osmanlı İmparatorluğu’nun Avrupa ve Ortadoğu’da petrolün ön plana çıktığı topraklarının paylaşılmasıydı.

Osmanlı İmparatorluğu’nun da içinde bulunduğu ve sorunlarını yaşadığı bir sürecin ürünüdür, Sovyet Devrimi. Bu nedir? Çok kısa özetlemek gerekirse: Rusya Kırım’ı fethettikten sonra, 1774 yılındaki Küçük Kaynarca antlaşmasıyla yeni bir durum ortaya çıktı. Bu durum şu idi: Osmanlı bir tehlike olmaktan çıkmıştı, ancak Batılılar da ne yapacaklarını kestiremiyorlardı. Fakat Kırım’ın Rusların eline geçmesi, Karadeniz’e açılan Rusların büyük bir donanma ile Boğazları ve Akdeniz’i tehdit etmesi Şark meselesinin başlangıcı oldu. Çünkü doğudan gelen tehdit Ruslardı; Osmanlı imparatorluğu değil. Ruslar önce Büyük Petro, daha sonra Katerina zamanında yaptıkları reformlarla zaten 1861’de hiç olmazsa kağıt üzerinde, netice yaratan bir süreci başlatmışlardı. Marx ve Engels, uzun yıllar Batı’daki devrimlere karşı Rus Çarlığının gerici bir fren olduğunun ve Avrupa’daki devrimleri de önleyici niteliğinin altını çizmişlerdir. 1870’den itibaren Avrupa’da en ileri düzeyi temsil eden Rus devrimcileri ortaya çıktıktan sonra, Marx ve Engels’in Mihayloviç gibi devrimcilerle mektuplaştığını, onlarla komün idaresinden, komünal sistemden, köleliğin, servajın kaldırılmasından sonra nasıl komünist sisteme geçilebileceği üzerine yaptıkları yazışmaları biliyoruz.

İşte bu süreç içerisinde Osmanlı tampon bir bölge teşkil etmiştir. Rusya’ya karşı Şark meselesi, işte budur. 1881’de Rus resmi makamları tarafından bir takım belgeler yayınlandı. Arşivde olması gereken belgeler özellikle yayınlandı. Orada çok enteresan bilgiler var: Bizim Tanzimat ve Islahat gibi, Osmanlı reformizmi vb. dediğimiz konular üzerine. Ruslar kendi resmi görüşleri açısından çok farklı yorumluyorlar. Diyorlar ki; “bunlar bize karşı, reformla filan işleri yok. Batılılar Osmanlıları silahlandırıp bize karşı kullanmak istiyor.” Bu, az çok Osmanlı’nın modernize olduğu bir süreçtir. Bu yorum, bizim tarihimizde belki hiç adı geçmeyen bir olgudur. Ama bizim Tanzimat reformu diye övdüğümüz, hakikaten de övülecek yanları da olan şeyi Ruslar böyle görüyor.

Peki Şark meselesi nasıl bitti? 1890’da Bismarck’ın iktidardan uzaklaştırılmasından sonra, Fransızların Ruslar ile anlaşmasını önlemeye çalışan Bismarck politikasından uzaklaşan Almanların faşizan bir politikaya yönelmesiyle bitti.

1894’de Ruslar ve Fransızlar İstanbul’u Ruslara vermek üzere anlaştı. Çünkü Fransızlar da Almanlardan Alsas-Loren’i alacaktı. 1894-95 yıllarında İstanbul’a karşı gizli antlaşmalar yapıldı. Bu sırada Engels’in bir dünya savaşı çıkacağına dair harika öngörüleri vardır. 1890’larda Engels, bir dünya savaşı çıkacağını, milyonlarca insanın öleceğini, o güne kadar yapılmış savaşların toplamı kadar insan öleceğini, bütün savaşın Avrupa’ya sıkışacağını inanılmaz bir şekilde anlatmıştır. Ve sonuç ne oldu? Paylaşım savaşı.

Bu süreçte, son derece gelişmiş olan kimi sosyal demokrat, kimi Marksist, kimi popülist vb. kendi aralarında anlaşma halinde olmasalar bile, ciddi bir kitle hareketine tanık oluyoruz. Zaten öyle bir gelişme, dünya savaşından önce, 1903 yılında Bolşevik partinin kurulmasıyla çok önemli bir aşamaya girmiştir. Şimdi bizim buradan tarihi açıdan çıkaracağımız ders, bu gidişi biz hala doğru dürüst analiz etmiş değiliz. Bunu çok şematik olarak söyledim. Fakat Lenin, özellikle 1861’de servajın kaldırılmasından sonra kapitalizmin gelişmesini çok ayrıntılı bir şekilde anlatmıştır. Şimdi Sovyet Devriminin ortaya çıkışı hakkındaki tarihi arka plan hakkında çok genel şematik bir izahat verdim. Bunun bizim tarihimiz açısından da önemli olduğunu sanıyorum. Fakat bir tek bu değil, bir de ikinci aşamada bugün ne dersler çıkarabiliriz.

1917-2017; aradan yüz yıl geçmiş. Bu yüz yıl içerisinde kapitalizm hem büyük krizler yaşamış, hem büyük sarsıntılardan geçmiş. Hala da içinden çıkmadığı bir kriz içinde. Fakat esasları da aynı. Demek ki kapitalizm, hem de çok daha güçlü bir dünya sistemi olarak karşımızda olduğuna göre, buna karşı Ekim Devriminin temel ilkeleri güncel, doğru, haklı ilkeler olarak karşımızda duruyor. Ama bunları aradan geçen 100 yılın getirdiği değişimler içerisinde, sık sık somut durumların somut analizi bağlamında yeniden ele alıp düşünmek zorundayız. Bunu da ben üç başlık altında yapmamız gerektiğini düşünüyorum.

Birincisi, uluslararası ilişkiler… 1916’da Lenin emperyalizmi inceliyor. Aslında bütün verileri de İngiliz sosyal demokrat Hobson’dan alıyor. Çünkü verileri inkar etmeye imkan yok. Fakat verileri sosyal demokrat Hobson’dan farklı, daha radikal şekilde yorumluyor. Söylediği şu: kapitalizmin sermaye konsantrasyonu, sermaye yoğunlaşması ve merkezileşmesi kapitalizmi yeni bir aşamaya getirdi, bunu emperyalizm olarak yorumlamak mümkün. Şimdi bugün itibarı ile emperyalizm var mı, yok mu tartışılıyor. Elbette var ve çok daha güçlü bir şekilde var. Asıl önemli olan ve yaşadığımız çağın bence altı çizilmesi gereken gerçeği de, bu. Lenin’i okuduğumuz zaman dünyanın birçok yeri kolonyal statü altında yaşıyor, ama henüz kapitalizme bile geçmemiş dünya sistemi. Kapitalizmin üretim güçleri ve teknolojisi bugüne kıyasla çok daha cılız ve bugün ise emperyalizm, özellikle Sovyetler Birliği’nin çökmesinden sonra vahşi kapitalizm yöntemlerini de kullanarak, dünyaya damgasını vurmuş, baskısını kabul ettirmiş durumda. Şimdi buna ait yeni bir şey söyleyecek değilim, çünkü bu o kadar açık ki. İngilizlerin The Economist dergisi, Finansal Times gazetesi, Amerikalıların başta Wall Stret Journal’ı vb., bunlar bile artık, emperyalizmin baskısından, kapitalizmin, sermayenin yoğunlaşmasından, gelir dağılımının gittikçe uçurum niteliği taşımasından vb. şikayet etmeye başladı. Hatta sınıf kavgasından, düşünün, liberalizmin temel organları, baş organları, sınıf kavgasından bahsetmeye başladı. Hakikaten rakamlar çok açık: burada da en önemli şey, kapitalizmin son yirmi yıl içerisinde korkunç bir hızla müthiş bir teknoloji getirmesi ve 20-30 yıl önce adı bilinmeyen bir takım genç insanların dünyanın en zenginleri, Ford’ların, Rockefeller’ın gelirlerini katlayan bir servet sahibi olmaları.

Bu işi, en iyi liberal gazeteler biliyor. Sadece The Economist dergisinin 6-7 ay önce çıkan bir sayısından iki rakam vermek istiyorum. 1990’da eski teknoloji ile emeğe dayanan, daha çok emek kullanan eski teknoloji ile en büyük 3 otomobil firmasının borsa değeri 36 milyar dolar ve bunlar 1,2 milyon işçi çalıştırıyorlar. 2014’te, yani aşağı yukarı çeyrek asır sonra, 3 en büyük şirketin borsa değeri 1 trilyon dolar ve çalışan işçi sayısı 132 bin. İşte bu, ileri kapitalizmin robotize olma eğilimini de gösteren rakamlar. Onun dışında, kapitalizmin hizmetinde olan devlet adamları, Berlusconi ile başlayıp Trump’la vb., devam eden takım, sanki birer devlet adamı değil de, “reality show”dan çıkmış insanlar, gerçek ve fiksiyon arasındaki tipler olarak karşımıza çıkıyor.

Ve bunların arasında da lobiciler var. Lobiciler, siyaset adamları ve işadamları. Gene The Economist dergisinde yazdığına göre, AB koridorlarında senede 30 bin lobici dolaşıyor. Bütün büyük pazarlıklar; artı değerin paylaşımı, planlanması, rüşvetler vb. asıl bu şekilde yürütülüyor. Kısaca emperyalizm, 1917’de olduğundan çok daha güçlü, kanunlarını empoze edebilen bir sistem halinde yaşıyor.

İkincisi, bu durumda sınıf ittifakları, ki Lenin’in de en önemli eserleri bu konu üzerinedir; Sovyet Devrimi’ne giderken ve Sovyet Devrimi yapıldıktan sonra ittifak sorunu oldukça önemlidir: çünkü Şubat’tan Ekim ayına giden ve daha sonraki gelişmelerde nasıl bir sınıf öncülüğü, nasıl bir sınıf ittifakı yapılacağı konusu kritiktir. Şubat Devrimi’nden sonra üç akım ortaya çıkmıştır. Bir, muhafazakar liberal akım; onlara göre bir devrim yapıldı ve bu bir burjuva devrimidir. Sovyet Rusya’nın özellikleri dolayısıyla bunun başını kim çekebilir? Rusya’da kapitalistleşmiş çiftçiler var. Almanya’daki Junkerler gibi veya İngiltere’de daha önce kapitalistleşmiş çiftçiler gibi. Onların öncülüğünde daha çok muhafazakar, milliyetçi bir çizgi. İkincisi, Plehanov’un çizgisi. Plehanov diyor ki; adı üzerinde, burjuva devrimi diyorsunuz, o zaman bunun başını da burjuvalar çeker. Lenin’in Marksizmin bayağılaşması dediği tavır. Üçüncüsü ise, Lenin’in çizgisi. Özellikle Nisan Tezleri’nde, sonra ekim ile nisan arasında geçen çok çalkantılı dönemden sonra kaleme aldığı ve devrimin ikinci aşamasının başlaması gerektiğini söylediği tezlerdir. Orada da proletarya öncülüğünde işçi-köylü ittifakını ileri sürüyor. Ve özellikle bu durum popülistlere karşıdır.

Popülist deyince; bugün çok kullanıldığı anlamında değil o dönemki anlamda, yani sol popülistler diyebileceğimiz, gene halka giden, halkla romantik bir bağı olan popülistleri kastediyoruz. Lenin onları öncü kadrolarda görmek isteyenleri de eleştirerek, kendi proleter çizgisini ortaya koyuyor. Sınıf ittifaklarının somut olarak yapılması ve realiteye geçmesi görevini veriyor. Demek ki sınıf ittifakları, bugün için de alacağımız dersler açısından önemli. Burada, sınıf ittifakları çok tartışma yaratmış, strateji ve taktik başlıkları altında büyük ayrışmalara yol açmıştır. Lenin’in önemli makalelerinin birinde önemli bir sözü var, onu hatırlatmak istiyorum. “Ancak kendine güvenmeyenler sınıf ittifakından korkarlar” diyor. Kendine güvenmek için de doğru analiz yapmak, somut verilere dayanarak en bilimsel analizi yapmak lazım. Lenin, bunu söylerken, yapmış da olan bir insan. Çünkü Rusya’da kapitalizmin gelişmesini anlattığı Rusya’da Kapitalizmin Gelişmesi kitabında sınıfsal yapı içerisinde bir tablo çizmiştir. Bu, kendisine bunu söyleme hakkını da veriyor. Yani kendimize güveniyoruz, ittifak da yapabiliriz. Tekrar edeyim; bunun da altını çiziyorum: bugün Sovyet Devrimi üzerinden çıkaracağımız ve bugünün şartları içerisinde düşüneceğimiz ikinci başlık da bence bu.

Üçüncü başlık da ulusal sorun. 1917’de Rusya 160 milyonluk bir imparatorluk, çeşitli halklardan oluşuyor ve o kadar despotik bir yönetim ki, genel olarak Avrupa basınında, aynı zamanda Rus basınında da, halkların zindanı denilen bir imparatorluk teşkil ediyor. Bu imparatorlukta Ruslar azınlıkta. Nüfusun yarısına yakın, yüzde 43 civarında Rus var. Ama Ukraynalılar, Polonyalılar ve bir de beyaz Ruslar var. Bunların hepsi yüzde 70’i tutuyor. Bir de geriye kalan yüzde 30 var ki, onlara etnik, ırkçı ön yargılarla bakılıyor. Bizim bugün Türki cumhuriyetler dediğimiz Kafkas halkları vb. Şimdi böyle bir toplumda büyük bir ulusal sorun var. Dediğim gibi, ayrıca Rusların da kendi aralarında ön yargılar var. Çünkü Ruslar da, büyük Ruslar, Ukraynalılar, küçük Ruslar ve beyaz Ruslar olarak ayrışmış. Osmanlı’da millet-i hakime diye bir ayrım yapıyoruz ya, Çarlık Rusya’sının Rusları adeta hakim millet.

Bu, elbette Sovyetlerin, Marksistlerin kabul ettiği bir tutum değil. Tam tersine, karşı çıktığı bir tutum. Ancak çarlık bir sistem getirmiş. Böyle bir toplulukta nasıl ulusal sorunu çözebilirsiniz? Orada da 1896’daki İkinci Enternasyonal’in Kongresi’nden itibaren üç farklı tez var. Nasıl çözeceğiz? Bir sürü halk var, bu halklara ne yapacağız, kimi bağımsızlık istiyor, kimi onu bile isteyecek bilinç düzeyinde değil vb.

Üç tez var. Birincisi, Polonya milliyetçilerinin tezi. Onlar İkinci Enternasyonal’e gitmiş, diyorlar ki; biz bağımsız Polonya devleti istiyoruz, zaten birkaç kere paylaşıldık, bıktık, kendi devletimizi kurmak istiyoruz. İkincisi, Rosa Luxemburg’un tezi. O da Polonyalı, ama o tam zıttı bir şey söylüyor, Marx ve Engels’ten hareket ederek. Marx ve Engels kapitalizmin gelişmesinin bir aşamasında sosyalizmi planlıyorlar, bekliyorlardı. Onun için de büyük pazarlar lazım. Şimdi küçük küçük devletler kurulursa büyük pazarlar olabilir mi? Ayrıca bu devletler bağımsız olabilir mi? Mesela İsviçre bağımsız olabilir mi? Küçük bir devlet diyor. Sonra Gürcistan, Kafkas devletleri, birçok örnek veriyor. Demek ki, ikincisi de, birincisini reddeden “birleşelim, bütünleşelim” şeklindeki Rosa Luxemburg’un tezi. Üçüncüsü, Kaustky ise, milletler kendi kaderine sahip olsunlar istiyor. 1903’de Kaustky’nin tezlerine Lenin sahip çıkıyor. Ve dokuzuncu madde olarak da Bolşevik parti programına giriyor. Halklar kaderlerini kendileri tayin etmeli. Yalnız, Lenin bir de şunu koyuyor: Halkların kendi kaderini tayin etme hakkını programımıza koymamız, ne şartla olursa olsun ulusal hareketleri destekleyelim anlamına gelmez. Bunu ancak bir şartla destekleriz; bizim proletarya devrimine paralel, onunla işbirliği içinde olursa destekleriz. Elbette bir asimilasyon, zorla entegrasyon söz konusu değil. Hatta burjuva milliyetçiliğine bile o ülkelerde göz yumarız. Çünkü burjuvalar bile bu çarlık rejiminin yarattığı ön yargılardan yararlanmışlar, onun etkisi altında kalmışlardır. O bakımdan bunu aşmanın yolu, bir füzyon, asimile etmek bakımından değil, bir devrimci aşama içinde birliktir. Nitekim bildiğiniz gibi, daha sonralarda, savaş bittikten sonra, Paris Konferansı’nda İngilizlerin başını çekerek, böyle bir emperyalizm kuyruğu şeklinde, orada Ermenistan, Gürcistan ve Azerbaycan cumhuriyetleri kurulduktan sonra, onları da proleter devrime katmakta bir beis görmüyorlar. Demek ki, üçüncü aşama da ulusal devrimler, bugün düşünmemiz gereken ve hakların kendi kaderlerini tayin etmeleri, orada da temel ilke. Demek ki, bölücülüğü teşvik etme anlamında değil, esas olan devrimci bir çizgide halkların ortak kaderine sahip olması ve bu ölçüler içerisinde bulunmasıdır.

Böylece kısaca 1917 Devrimi’nden çıkaracağımız üç ders:

1- Emperyalizmin somut tahlili: bugünkü koşullarda, buna göre de her ülkenin kendine göre somut tahliller yapması.

2- Sınıfsal ittifaklar; gelişen faşizme karşı sınıf ittifaklarının somut ve sağlıklı bir şekilde yapılması.

3- Halkların ulusal kaderlerinin tayiniyle ilgili ulusal sorunun nasıl çözüleceğidir.

Bütün bunları birleştiren bir kavram var. Günümüzde enternasyonalizm nasıl olur, nedir? Maalesef, bunun güçlü örgütlerinin, güçlü bir akımının olmadığı bir dünyada yaşıyoruz. Enternasyonalizm hakkında Lenin’in bir sözü ile bitireyim. Lenin diyor ki, “Gerçek enternasyonalist, devrimci hareketin, devrimci kavganın, kendi ülkesinde gelişmesine özveri ile çalışır. Ve diğer ülkelerdeki devrimci hareketleri propaganda, sempati ve maddi yardım yoluyla destekler.

* Teori ve Eylem’in Ekim Devrimi’nin 100. yıl dönümü vesilesiyle İstanbul’da 27 Mayıs 2017 tarihinde düzenlediği panelde Taner Timur’un yaptığı konuşmanın metnidir.