Yusuf Akdağ

AKP Genel Başkanı R. Tayyip Erdoğan’ın, iktidarının politikalarına itiraz eden herkesi “ihanet cephesi”nde “bir araya gelmiş” “düşmanlar” kategorisinde değerlendirmesi ilk kez olmuyor. Erdoğan devlet iktidarını ele geçirdiğine “inandığı” günlerden beri kendisi ve partisini destekleyenleri “millet”le eşitleyerek, diğerlerini düşman gösterici politika izliyor ve bu politikasını dönemsel gelişmelere göre yeniden ve yeniden uyarlıyor. Bu politika, ama, artık dışarıdaki savaş gereksinmelerinden çok, içerideki toplumsal çelişkilerin daha fazla öne çıkarılmasıyla örülmeye çalışılıyor. “Yedi Düvel’in Türkiye’ye karşı birleştiği ve ülkenin tehlike altında olduğu”, ya da “Suriye’ye müdahale edilmezse Türkiye’nin bölgedeki çıkarlarının sarsılacağı” propagandasının askeri “fetih” haritaları eşliğinde yarattığı “fırtına” artık fazla toz kaldırmadığından, Erdoğan’ın “milletim” dediği toplum kesimi, Kürtleri ve Arapları zaten içermiyorken, Türk kökenli olup da iktidara destek yerine ona karşı hak talebinde bulunanları da dışlayacak şekilde AKP-MHP “oy potansiyeli”ne daralmış oldu. Öyle ki, şoven Türk milliyetçiliğiyle “cenk marşları” çalıp top-tüfek kuşanmaya hazır kesimlerin bir bölümü dahi bu sözde olmayan “millet”in içinde sayılmaz oldu.

Erdoğan’ın AKP Genel Merkezi’nde, TOBB toplantısında ve 15 Temmuz darbe girişimi ve onu “Allahın lütfu” bilip ya da ona dönüştürülmesinin tüm koşullarını önceden hazırlayıp iktidarını sağlamlaştırma ve karşıda görülenlerin tümüyle susturulup ezilmesinin dayanağına dönüştürme harekâtının yıl dönümünde yaptığı konuşmalar, bu politikanın sınır tanımaz bir baskı ve saldırganlığa genişleyerek sürdürüleceğinin ilanıydı.

Bu genellik içinde, ama en önemli gelişmelerden biri olmakla kalmayan, özgünlüğü ve spesifik özelliğiyle iktidarının sınıfsal konumu ve karakterini daha belirgin biçimde açık eden ise, iktidarına “ulvi” ve “kutsi” vasıflar yükleyerek, halk üzerindeki etkisini artırmaya çalışan Erdoğan’ın, OHAL ile işçi grevleri arasında dolaysızca kurduğu ilişki idi. AKP Genel Başkanı, ilkinin ikincisine karşı bir duvar ve dikenli tel çekiş değil, sadece, gerektiğinde dipçik ve kurşun olarak da işleyeceğini “cesurane bir şekilde” ve dobra dobra ilan etti.

12/07/2017 tarihinde TOBB Kabul Salonu’nda yabancı sermayeli yatırımcılara hitaben yaptığı konuşmasında şöyle diyordu Erdoğan: “OHAL’i, iş dünyamız daha iyi çalışsın diye yapıyoruz. Soruyorum, iş dünyanızda herhangi bir sıkıntınız, aksamanız var mı? Biz göreve geldiğimizde OHAL vardı. Ama bütün fabrikalar grev tehdidi altındaydı. Hatırlayın o günleri. Şimdi böyle bir şey var mı? Tam aksine. Şimdi grev tehdidi olan yere biz OHAL’den istifadeyle anında müdahale ediyoruz. Diyoruz ki hayır, burada greve müsaade etmiyoruz, çünkü iş dünyamızı sarsamazsınız.

Bir sınıftan yana ve o sınıf adına, bir başka sınıfa karşı duruşun sesiydi, duyulan. Sermaye sahiplerine, kapitalistlere çıkarlarını anımsatması, onların çıkarları için çaba gösterdiklerini; o çıkarları işçilere karşı savunmak üzere politikalar geliştirdiklerini, OHAL’in de bu doğrultuda işlevli kılındığını söyleme ihtiyacı, onların kendi çıkarlarının bilincinde olmamaları ya da rekabet kaynaklı çelişkilerin yol açtığı güvensizlik ve farklılıklara rağmen siyasal iktidarın burjuva çıkarlarıyla bağını görmemeleriyle bağlı değildi elbette. Burjuvazi, tarihsel deneyim birikimine sahip olarak, kendisinin, işçiler ve diğer emekçiler karşısında farklı ve egemen konumuyla bağlı çıkarlarının farkına daha erken ve daha hızlı varma olanaklarına sahiptir.

Türkiye Odalar Borsalar Birliği Salonu’nda bir araya gelmiş “iş dünyası”nın kimi temsilcilerinin, özellikle de TÜSİAD’ın kimi büyük “aile”lerinin bir yılını tamamlamış olan OHAL’in kaldırılmasından yana eğilim belirtmeleri elbette nedensiz değildir: Dış sermayeli ve dış sermaye ortaklı “yatırımcı” büyük patronlar, büyük çoğunluğuyla, uluslararası sermaye ile ilişkili bir faaliyet yürütürler. Erdoğan iktidarının belirli büyük sermaye gruplarıyla organik bağını biliyorlar, ortağı ya çoğunluk hissesine sahip oldukları işletmelerin zarar gördüğü kimi uygulamaların iktidar tarafından geliştirildiğinin; iş ortaklarının büyük miktarlı parasal cezalandırmalar ve devlet ihalelerinden dışlanma yöntemleriyle baskı alına alındığının farkındalar. Erdoğan iktidarının uygulama ısrarını sürdürdüğü gerginlik, çatışma ve savaş politikasının yarattığı güvensizlik ve istikrarsızlık ortamının giderek ağırlaşmasıyla bağlı belirsizlikler “yarın ne olacağı”nı da belirsizleştirmekte; bu da, bütün toplum kesimleri gibi, hatta onlardan da fazla sermaye sahiplerini kaygıya sürüklemektedir. Toplumsal bölünme sadece sınıfsal temelde olmayıp, etnik, kültürel, dini öğelerle belirlenen çok çeşitli parçalılıklar üzerinden zıt uçlara doğru sürüklenmiş; “siyasal İslamcılık” ve şoven milliyetçilik iktidar parolası haline getirilmiştir. OHAL’in işçilerin mücadelesine karşı bir tür paratoner işlevi gördüğünü bilmelerine ve “herkes için demokrasi” isteyecek denli sınıf körü olmamalarına karşın, yurttaşların on milyonlarcasını karşıya alarak uygulanan ağır baskı politikasının yığınlarda yarattığı tepki birikiminin neden olabileceği büyük patlamalar olasılığını hesaba katmakta; sınıfsal çıkarlarının daha büyük darbeler almaması için baskı dozunun düşürülmesini istemektedirler.

Kapitalizm istikrarsızlıkla malul olmasına karşın “istikrar arayışı” sermaye çıkarları açısından aykırılık oluşturmaz. İstikrarsızlık ve kriz durumu en büyük sermaye gruplarının daha güçsüzlere karşı pazar paylarını büyütmeleri ve küçükleri piyasadan silmeleri için olanak sağlamakla birlikte, toplumsal kargaşa, yıkım, çatışma ve iflaslar dolayımıyla onları da güvensizlik çemberine sokar ve çeşitli tehditlerle yüz yüze getirir. TÜSİAD’ın kimi büyük sermaye gruplarının belirli bazı itirazlarında bütün bunların payı vardır. Erdoğan’ın TOBB Salonu’nda “sizin çıkarlarınızı savunuyoruz, daha ne istiyorsunuz?” anlamındaki haykırışı bu itirazın toplumsal etkisine duyulan tepkiyle birlikte iktidarın güç kaybı kaygıyla da ilişkiliydi. Büyük sermaye başta olmak üzere, kapitalistlere güvence verme gereksinmesiyle bağlı bu işçi karşıtlığı ilanının işçi sınıfı saflarında ne tür bir tutuma yol açacağıysa, sınıf mücadelesinin bundan böyle alacağı biçim ve boyutları açısından belirleyici önem taşıyacak.

İŞÇİLER NE YAPACAK(LAR)?

Yeni ve “tarihi bir başlangıç”tan söz ederek kendi iktidarlarıyla birlikte her şeyin değiştiğini ilan eden siyasal iktidarın ortaya koyduğu bir “ölçü” var: Ya kendilerince tarif edilen kabullenilerek “yeni kuruluş”un lideriyle onun tanımladığı “millet ve değerlerin”de birleşilecek ya da karşıda yer alınarak, düşmanlara uygulanacak politika göze alınacak! Bu dayatmanın kıstasına göre, işçi grevleri dolayımında işçiler, Erdoğan ve propagandistlerince tanımlanan “millet”in içinde değil, dışında ve karşıdadırlar! Bu tutum ve görüş, kuşku yok ki, ilk kez açıklanmıyor. Metal işçilerinin grevi sırasında da, Erdoğan, RENO’nun Fransız büyük patronuna seslenerek, işçilere müdahale etmelerini istemişti. Türk milliyetçisi ve islamcı iktidarın “Reisi”, “muhafazakâr ve milliyetçi” olduklarını söyleyen, AKP ve MHP’ne oy verdiklerini açıklayan işçilere karşı, Fransız büyük sermayesine, birlikte müdahale çağrısında bulunuyordu. Burjuva sınıf tutumunun uluslararası sergilenmesinin tek olmayan, ama çarpıcı bir örneğiydi yaşanan.

Burjuva siyasetinin karanlık labirentlerinde ve her bir “makam yükselişi”nde getirisi artırılmış entrikalarla kotarılan “baş yönetici”lik konumundan ilan edilen tutumun sınıf karakteri oldukça nettir: “Şimdi grev tehdidi olan yere biz OHAL’den istifadeyle anında müdahale ediyoruz. Diyoruz ki hayır, burada greve müsaade etmiyoruz, çünkü iş dünyamızı sarsamazsınız.

Toplumsal yaşamda belirli her durum içsel çelişkiler gösterir. Bu çelişkiler, çelişkili “bütün”ün ötesine geçme potansiyelini, olanaklarını ve güçlerini de işaret ederler. Tarihsel süreçlerin belirli kesitleri ya da dönemlerinde de bu içsel çelişkilerle bağlı zorunluluklar vardır. Maddi gerçek ilişkiler bir biçimde düşüncede de yansır ve yansıtılırlar. Yaşanan, bu bakımdan, çelişkili toplumsal gerçekliğin egemenler cephesinden dışa vurumudur.

Bu tutum, işçi hareketinin dağınıklığı, örgütsüzlüğünün büyüklüğü, sınıf tutumu geliştirme ve almadaki zayıflık ve zaafıyla birlikte sendika aristokrasisinin sermaye ve hükümet yanlısı politikalarından güç almaktadır. İşçi sınıfı açısından bu tutum ve bu durum, ilan edilmiş ve aslında binlerce kez ve neredeyse her gün gösterilen bir tutumu anlama; bu tutumun kendisinin çıkarlarıyla karşıtlık gösterdiğini kavrama; hareketi ve mücadelesinin güncel durumunu görmenin yanı sıra, bütün bunların değiştirilmesi gerekliliğini bilerek, bunun sorumluluğunu yerine getirme etkeni, nedeni ve hatta çağrısı olmalıdır.

NEDEN BÖYLE OLMALIDIR?

Direnişte olan ya da olmayan işçi kesimleriyle bazı sendika sözcüleri tarafından yapılan açıklamalar, Erdoğan’ca ilan edilen siyasal iktidar tutumunun ücretler/çalışma koşulları dolayımlı bir perspektifte ve güncel grevlerin sınırları içinde görülüp değerlendirildiğini gösteriyor. Oysa, işçi sınıfı hareketi tarihinin gösterdiği, burjuvazi ve iktidarına karşı, onun politikaları dolayımıyla geliştirilen işçi tutumunun bu sınırlarda kalması durumunda, hiçbir kazanımının kalıcılık göstermediğidir. Ücretlerin artışı, çalışma koşullarının iyileştirilmesi, sosyal hakların elde edilmesi ve genişletilmesi, siyasal demokratik taleplerin elde edilmesi vb. için mücadele şarttır. Dünyanın hiçbir yerinde kapitalistler ve onların sınıf çıkarlarını politika olarak benimseyen siyasal iktidarlar, işçi ve emekçilere, onlar mücadele etmeksizin herhangi hak tanımamışlar, emekçilerin mücadelesi geriye düştüğünde de, daha önce kabullenmek zorunda kaldıkları iyileşme uygulamalarını geri çekmiş, ortadan kaldırmaya yönelmişlerdir. Günümüzde uluslararası alanda ve bizim ülkemizde yaşananlar bunu çok net şekilde ortaya koyar. Özelleştirme ve esnekleştirme, işsizliği artıran uygulamaların yoğunluğu, sosyal kazanımların budanması ve ortadan kaldırılması, Türkiye’de kıdem tazminatı hakkının gasbı çalışmaları; bütün bunlarda, işçi sınıfı ve emekçilerin mücadelesinin düşüş göstermesi, saflarındaki dağınıklığın büyümesi, işçilerin sınıf tutumuyla örgütlü hareketinin zaafa uğraması gibi etkenler rol oynamıştır.

Bugün ama değişmesi, değiştirilmesi gereken, tam da bu durumdur: İşçilere karşı iktidar katından açıklanan tutum dolaysızca siyasaldır. Öylesine düşünülmeden yapılmış bir açıklama olmayıp, sermaye-hükümet ilişkilerinin dönemsel gereksinmeleriyle bağlı güçlüklerin ortadan kaldırılması ya da hiç değilse azaltılarak karşı sınıf ve güçlerle ilişkide dayanakların sağlamlaştırılmasını öngörür. Mücadelenin ve alınan tutumun sınıfsallığına vurgudur. Öyleyse, mücadeleye bakış açısı, işçiler cephesinden de siyasal olmak durumundadır. Toplumsal hareket ve gelişmelerin ezilenlerin yararına sonuçlar doğurması, işçilerin bir sınıf halinde ve sınıfsal bilinçle hareket etmeleriyle dolaysızca bağlıdır. İşçiler ve kapitalistler; proletarya ve burjuvazi çünkü kapitalist toplumun iki en büyük sınıfını oluştururlar. Aralarındaki ilişki, komünistlerin beyinlerinin ürünü olmayıp, iktisadi-sosyal hareketin kaçınılmaz kıldığı ilişkidir. İnsanların, yaşamlarını sürdürmek için üretmek zorunda oldukları ürünlerin üretimi ve dağıtımı dolayımıyla birbirleriyle kurmak zorunda kaldıkları bu ilişkilerin biçiminin tarihsel seyri, modern kapitalizmde emek gücünün sermaye ile ilişkisi olarak şekillenmiş; bu ilişkinin iki tarafını oluşturan işçi sınıfıyla burjuvazi, çıkar farklılığı ve uzlaşmazlığı üzerinden karşıt iki sınıf olarak şekillenmişlerdir. Günümüz toplumunda yaşananlar, hangi biçim ve nedenle olurlarsa olsunlar, burjuvazinin sınıf hakimiyeti ve devlet iktidarıyla, sermaye politikalarıyla, onların bir bütünlük oluşturup oluşturmamalarından bağımsız olarak, bir biçimde, ama kesin olarak ilişkilidirler. Günümüzde hiçbir sınıfsal ilişki biçimi yoktur ki, kapitalist sömürüyle, emekgücünün sermaye tarafından belirli bir ücret karşılığı, ancak kendisine ödenenden daha fazla üreterek yarattığı toplumsal artı-değerin kapitalist kullanımıyla bağlı olmasın.

İşçilerin ücretleri yükseltmek, çalışma koşullarını iyileştirmek, işten atılmaları engellemek, sendika ve sigorta hakkına sahip olmak vb. taleplerle yürüttüğü mücadele, kapitalistlerden ayrı ve farklı bu sınıf konumu ve durumunun dışa vuruş biçimlerinden biridir. Bu sınırlarda kaldığı sürece de, bu tür bir mücadele, kapitalizm varoldukça hep olacak, düşüş ve yükselişler eşliğinde sürecek, ancak sömürülen-sömüren ilişkisinin devamına engel olamayacaktır.

Kapitalizm, çünkü, içerdiği çelişkilerle kendisinin yadsınmasına maddi temel oluşturmasına; kendisinin ortadan kaldırılışının güçlerini doğurmasına; üretimi kapitalist ilişkilerle bağdaşmaz en ileri düzeyinde toplumsallaştırmasına karşın, kendiliğinden çekilip gitmeyecek, burjuvazinin sınıf hakimiyeti kendiliğinden son bulmayacaktır.

Ancak bu ‘son’ mümkündür: Üretim ilişkilerinin kapitalist biçimine son verilebilir, üretim araçlarının özel kapitalist mülkiyeti sona erdirilebilir ve bu araçların kolektif kullanımıyla sömürünün ve dolayısıyla da sömüren-sömürülen sınıfların olmadığı bir yeni toplumsal yaşam kurulabilir.

Bu, ütopik değil, gerçekleşebilir/gerçekleştirilebilir bir gelecek öngörüsüdür. Antik toplum tarihe yazılıp göçtü; kölelik bir toplumsal sistem olarak yıkıldı; feodalizm çöktü, feodal derebeylik yıkıldı, üretimin kapitalist tarzıyla birlikte burjuvazinin iktidarı da eninde sonunda yok olacaktır.

Bu yok oluşun/yok edilişin güçlerini kapitalizm muazzam ölçekte yaratmıştır. Buna mahkumdu; başka türlü gelişmesini sürdüremezdi. Kâr için üretime dayanan, emek gücünün sömürülmesiyle yaratılan artı-değeri mal edinerek genişleyen ve büyüyen sermaye, sömürmek için emek gücüne ihtiyacı dolayımında işçileri çoğaltırken, onların bir araya gelerek dayanışması ve birlikte mücadelelerinin zeminini de genişletti. Üretimi ileri düzeyde toplumsallaştırarak, binlerle işçinin çeşitli metaların üretiminde kolektif üretici konumuna gelmesini sağladı. Kendi koşulları içinde, rekabetin ve krizlerin körüklediği üretim tekniklerinin yenilenmesi ve ileri teknoloji kullanımıyla birlikte tekellerin hakimiyetinde, küçük tüm sermayelerin çekip çevrilmesini sağlayacak ve kumandayı elinde tutan büyüklerin diğerlerini sömürmesini kolaylaştıracak şekilde örgütlenen hisse senetli şirketler örneğinde olduğu üzere, kendisinin ortadan kaldırılmasının özgün kapitalist örneklerini sergilemekten kaçınamadı.

Burada, ama, dikkat çekilmek istenen, kapitalizmin ve kapitalist emperyalizmin icraatlarını sayıp dökmek değildir. Bunlar her vesiyle görülüyor, yazılıp konuşuluyor. Sorun, insani tüm birikim ve ilerlemeyi emek gücünün sömürülmesi temelinde sermaye çarkına bağlayarak insanı sakatlayan, birbiriyle rekabete sürükleyerek düşmanlaştıran, işbölümü temelinde bölerek karşı karşıya getiren, ortaya çıkmasıyla toplumu proletarya ve burjuvazi şeklinde iki büyük sınıf halinde bölerken tüm diğer “ara kesimler”in çözülüp dağılmalarının ve iki büyük sınıfa doğru itilmelerinin koşullarını oluşturan –bu, onların hemen ve tümden yok olmalarını getirmez– bu sistemin sürüp gitmesine karşı ne yapılacağıdır!

Toplumsal tarihin akışı, insan türünün kapitalizme mahkum bulunmadığını; onun tüm öteki evreler gibi, tarihsel ve geçici bir evre olduğunu; ortadan kalkmasının koşullarını ve güçlerini doğurmaksızın hayat bulmadığını ve bulamayacağını gösteriyor. O, sona erdirilebilir; ama bunun için mücadele edilmelidir. Proletarya (işçi sınıfı), bu mücadelenin temel ve öncü gücü olmalıdır. O, emek gücü ve sömürülendir. Üretim içindeki yeri, kendisi gibi olanlarla yan yana gelmesini sağlar. Ortak çıkarlarının bilincine varmakla kalmayıp, baskı ve zulüm altında olan tüm toplumsal kesimlerin hakları için mücadele etmeyi de öğrendiği oranda siyasal bilincini geliştiren, gücü, tüm öteki unsur ve etkenlerden önce üretimde tuttuğu yerden gelen; üretmediğinde kapitalistlerin nefesini kesebilen bir sınıftır. Safları giderek kalabalıklaşan, zenginlik ürettikçe kendisinin yoksunluğunu da üreten; ürettiği ürünleri piyasadan para ödeyerek satın almak zorunda kalan, kendi ürününün, kendisinin zapturapt altına alınmasının aracı işlevi gördüğü bir sınıf.

Bu koşullarda ve bu ilişkiler içinde yaşamak, ama, zorunlu değildir. Bu koşullar ve ilişkiler değiştirilebilir. Burjuvazinin sınıf iktidarına ve üretim ilişkilerinin kapitalist biçimine son verilebilir. Sorun, bunun bugün ve hemen mümkün olup olmaması değil, tarihsel mümkünlüğü ve kaçınılmazlığının anlaşılmasıdır. Bu bilincin sınıf hareketi içinde güçlenmesi, içinde bulunulan koşullarda olması gerekenin sınıf birliğinin sağlanması, burjuvazi ve onun devlet iktidarının niteliğinin doğru olarak kavranması, siyasal demokratik talepler için mücadelenin aktüel iktisadi talepler mücadelesini güçlendireceğinin görülmesi açısından da önem taşır.

Üretim araçlarının mülkiyetinden yoksunluğu sömürülmesinin etkeni olan ve yaşam olanağını emek gücünü satmakla sağlayan işçi(ler), bu kolektif sınıf kimliğinde, kendilerini burjuva “millet”in sömürülen, aşağılanan, hak talebinde bulundukça saldırıya uğrayan, aktüel burjuva politikasınca gösterildiği üzere durdurulması/susturulması ve boyun eğdirilmesi gerekli görülen “ayak takımı” konumuna son vermedikçe, sermaye politikasının farklı biçimleriyle tezahürü ve tekerrürü kaçınılmaz olacaktır.

Türkiye’nin farklı ulusal-etnik kökenlerden gelen işçileri, sınıflarının uluslararası ve ülke ölçeğinde gelişmiş mücadele tarihinden sonuçlar çıkararak, kendi tarihlerinin yanı sıra ezilenlerin tarihsel deneyimlerinden de öğrenerek, güncel “gidişat”a bir sınıf müdahalesi tutumuyla karşı çıkmak durumundadırlar. Tarih ve tarihsel olan, kuşku yok ki, bireylere üstülük gösterir. Ama bireyler, kendileriyle aynı talep ve yararlara sahip olanlarla birleşip sınıflar halinde mücadele ederek, bir tarih –kendi tarihlerini– yapmışlardır ve yapacaklardır. İnsan türünün ilerlemesi, daha yüksek uygarlıklar yaratması, daha ileri kültürle birlikte gereksinmelerin çeşitliliğinde ve araçlarının modernliğinde büyük atılımlara imza atması, yaşamın üretimi ve yeniden üretimi de denen ve tüm bu diğerlerinden önce yaşam araçlarının/ürünlerinin üretimini öngören bu tarihsel etkinliğiyle bağlı olmuştur. O, belirli ve çoğunca birey olarak, kendisinin iradesiyle bağlı olmaksızın, üretim dolayımıyla zorunlu olarak gelişen ilişkiler içinde oluşmuş ve çeşitli ilişkilerin girift bağlamında şekillenen koşullarda üreten, yaratan, değiştiren, yıkan ve yeniden kuran türün kolektif kimliğidir. Hareketinin tüm zaaflarına karşın, günümüzde hala bu kolektif kimliğe en uygun durumda olan ve öyle davranma potansiyeline sahip kesim işçilerdir.

Türkiye işçi sınıfı, günlük siyasetin gerçekleriyle kapitalizm arasındaki ilişkinin sözde mahrem gizini açığa çıkaracak bir bilinçle hareket etmeksizin, burjuva siyasetin bulandırıcı ortamında sınıfının hakları ve çıkarlarını olduğu gibi, ezilenlerin haklarını savunmada da ileri mevzilere yürüyemez. Somut ve gerçekçi olanakların tespiti kuşkusuz gereklidir. Somut olarak yapılacaklar açısından, bu belirlemeler yol gösterir. Mücadele, öne çıkan ve elde edilmesi en çok olanaklı olanların elde edilmesinin reddedilmesiyle değil, aksine onlar üzerinden, ama onlarla sınırlı olmayan bir hatta ilerleyecektir. Ancak aktüel mücadelenin düzeyi, olanakları ve bilinci, kapitalizme karşı; emek gücü sömürüsüne karşı mücadelenin sınıfsal dayanaklarını, gücünü, tarihsel deneyim ve birikimini perdelememelidir. İşçi sınıfı, sınıf bilinçli proletarya olarak hareket ettiği oranda, sömürünün yeryüzünden silinmesi için mücadeleyi ilerletebilir. Bu olmaksızın, ücretli kölelik ilişkilerinden ve onunla bağlı burjuva baskısı, terörü ve tehditlerinden kurtulmak olanaklı olmaz.