Yusuf Akdağ

Kapitalist üretim tarzına ve burjuvazinin sınıf hakimiyetine temelli bir itirazı içermeyen ve fakat kitlelerin çeşitli talepleri üzerinden geliştirdikleri manipülatif söyleme yığınsal destek gören sağ-gerici, din istismarcısı ve yabancı düşmanı şoven politikaları savunan partilerin uluslararası ölçekte güç kazanmaları ve çok sayıdaki ülkede iktidar partisi konumuna gelmeleri ya da Avrupa ülkelerinin bir çoğunda görüldüğü üzere, küçümsenmeyecek bir oy desteğine kavuşmaları son on yılların olgusal gerçekliklerinden biridir. ABD’de Trump gibi “aykırı bir politik figür”un, Avrupa’da “yabancı” karşıtı ve düşmanı sağ-gerici ve faşist partilerin, Türkiye’de Recep Tayyip Erdoğan tarafından en çıplak haliyle temsil edilen İslamist Türkçü milliyetçiliğin güç kazanması, bundandır ki bir sosyopolitik sorgulama sorunu olarak görülür olmuştur. Bu parti ve hükümetlerin gerici karakteriyle aralarında işçi ve emekçilerin de bulunduğu -hem de küçümsenemeyecek oranda- kitlelerden gördükleri destek arasında, sınıf çıkarlarının farklılığı ve karşıtlığı dolayımıyla tersinden bir bağ bulunmaktadır. Bu etki ve desteğin milliyetçi şoven ideolojinin kitlesel etkisi ve bizde olduğu üzere dini ve geleneksel ön yargıların körleştirici özellikleriyle dolaysız bağı bilinen bir gerçekliktir. Ancak söz konusu kitlesel desteğin bu bağla sınırlı olarak açıklanması yanıltıcı olacaktır. Tek belirleyici etkeni olmamakla birlikte, söz konusu parti ve hükümetlerin ya da onların gerici liderlerinin gördüğü desteğin asıl hareket ettirici unsuru, kitlelerin karşılıksız kalan ve çözüm vaadiyle yaklaşılan sosyal-iktisadi ve kültürel talepleri olmuştur. Ülkeden ülkeye özgün farklılıklar gösteren diğer etkenler saklı tutulduğunda, bu partilerle liderleri, kendileri dışındaki ve kendilerinden önceki sistem partilerini ve yöneticilerini, yığınlar yararına politikalar uygulamamakla eleştirerek, ve sosyal, ekonomik, siyasal ve kültürel sorunları çözeceklerini vaat ederek kitlelerin desteğini aldı. Avrupalı sağ gericiliğin ve faşist akımın yükselişinde AB politikalarının yarattığı sosyal-ekonomik sorunlar ve yoğun göçmen akınının körüklediği yabancı düşmanlığı etkili olurken; ABD’de Trump gibi bir milyarderin, “Washington elitleri” eleştirisiyle Beyaz Saray’a kurulmasında, yatırımları içeriye çekeceği, yabancı göçünü engelleyeceği, ülkeyi daha fazla kalkındırarak daha güçlü hale getireceği ve böylece işsizlik, yoksulluk ve konutsuzluk gibi önemli sorunlara çözüm bulacağı yönündeki vaatler rol oynadı. Bu makalenin asıl konusunu oluşturan AKP ve Erdoğan’ın “yeni“ etiketiyle kitlelerin karşısına çıkardıkları “muhafazakar demokrat”ik platform ve “yoksulluğu, yolsuzluğu, yasakları bitireceğiz” vaadi denebilir ki daha özgün bir irdeleme konusudur.

İktidarının 15. yılında bir siyasal yönetimin yıpranması ve kitle desteğini kaybetmeye başlaması vaka-i adiyeden olmakla birlikte, Erdoğan iktidarının yüzde 50 civarında bir desteği hala buluyor olması, devlet iktidarı, gücü ve olanakları, seferber edilen sermaye, propaganda tekeli, siyasal zor ve yasaklarla sağlanan avantaj dikkate alınmaksızın doğru şekilde değerlendirilemez. Erdoğan iktidarı hem devamlılığın hem de yeninin güç ve olanaklarına sahip oldu. AKP Geçmişin biriktirilmiş şoven milliyetçi, bağnaz ve dini ideolojik önyargılarının toplumsal işlevini sahiplendi ve sermaye çıkarlarına bağlılıkta kusur etmeyecek bir devamlılığı temsil etti. Kapitalizme ve burjuva sınıf hakimiyetine itirazı içermeyen ve bu siyaset ve kurumsallaşmasının “muhafazakar milliyetçi” tonu ve işlevinin dini ideoloji desteğinde kutsanmış yeni Osmanlıcı ve yayılmacı biçiminin temsilciliğine soyunan bu iktidar gücü, gerginlik ve çatışma üreten baskıcı ve saldırgan politikalarına rağmen, nasıl oluyor da emekçiler üzerindeki gücünü hala önemli oranda koruyabiliyor? Bu makalenin de konusunu teşkil eden sorunun yanıtı açısından daha baştan söylenebilecek iki nokta şudur: Türkiye’de -ya da başka bir ülkede- bu denli uzun süre işbaşında kalan bir parti hükümetiyle ilk kez karşılaşılmıyor. İkinci olarak bu durum, gerek AKP’nin politika sahnesine gelişi ve gerekse devlet iktidarını ele geçirerek hala sürdürüyor olması bakımından uluslararası koşulların yanı sıra ülkedeki iktisadi-sosyal ve politik gelişmelerle dolaysızca bağlı olmuş; çok yönlü etkenlerin bir araya gelmesi sonucu mümkün olabilmiştir. AKP’nin işlevi ve başarısı, işbaşına geldiği ve işbaşında bulunduğu dönemin uluslararası ve bölgesel koşullarıyla doğrudan bağlıdır. Bu iç ve uluslararası koşullar, günümüzde daha da ağırlaşmış şekilde Erdoğan-AKP iktidarının halihazırdaki politikaları yönünden belirleyici olmaya devam ediyor. Buna rağmen, o artık “demokratikleştirme ve refah” beklenticiliğine zirve yaptıracak durumda değildir ve bu bakımdan söylenirse, “zirve”den aşağıya düşüş sürecindedir. Bu makalede, bu iktidarın üzerine oturduğu ekonomik olanaklar, miras edindiği ve geliştirdiği ideolojik kültürel argümanlar ve bunların aksi yöndeki bir karşı gelişmenin etkenlerine “dönüşme” olasılığı üzerinde durulacaktır.

 DEVAMLILIK VE YENİLİK

Erdoğan ve Gül’ün başını çektikleri “yenilikçiler“in kurduğu AKP’nin başlıca argümanı “muhafazakar demokrat“ olmaktı! “Muhafazakâr demokrat”lık iddiası, sonradan daha açık ifade edildiği üzere “İslami gelenek-göreneklere bağlı”, Batı Avrupa kaynaklı aydınlanma ve Rönesans hareketinin etkisi sonucu üstten dayatmalarla hakim kılındığı düşünülen “modernist kültür”e karşıt ve mesafeli bir kitle potansiyelini hareket noktası alıyor, yanı sıra, her türden demokratik hareketi ve talebi baskıyla karşılanmış toplumdaki özgürlük talebine sesleniyordu. Bu söylem, daha sonra “tek millet, tek dil, tek devlet, tek bayrak” şeklinde ifade edilen şoven milliyetçi politika üzerinden geleneksel devlet politikası ve propagandasına da bağlanıyordu. AKP kurucu yöneticileri, “yenilikçi”lik iddiasını kalkınma, adalet, refah ve demokrasi üzerine sürdürülen gürültülü söylemle inandırıcı kılmaya çalıştı. Uygulamada da bu yönde kimi “reformcu adımlar” attılar. Gerçek o ki, uluslararası ve ülke içindeki büyük sermayenin çıkarına bağlı politika konusunda muhafazakar; politikalarına karşı çıkan ve engel oluşturabilecek kesimlere karşı “ihtilalci”, öç alıcı ve saldırganlardı. İzlenen politikanın “yeni”liği neoliberalizmin İslami ideoloji ile eklemlenmesinde idi. Muhafazakarlığı ise, iktidara yerleştikçe daha “cesurca” olmak üzere “tekçi” Türk şovenizmini sahiplenmesi, dinin toplumsal yaşam üzerindeki etkisinin güçlendirilmesi ve kapitalist toplumsal “düzen” ve sistemin sürdürülmesine bağlıydı. Erdoğan başta olmak üzere iktidar sözcü ve ideologları dini okullarda, Türk Ocakları’nda, Komünizmle Mücadele Dernekleri’nde yetişmiş; Erdoğan İstanbul Belediye Başkanlığı döneminde iç ve dış ekonomik-politik güç çevreleriyle ilişkilerini geliştirmiş, partisinin Ortadoğu ve “Türki Cumhuriyetler”deki İslamcı parti ve tarikatlarla kurduğu ilişkileri politik yürüyüşünün olanaklarından biri olmak üzere mevziler edinmişti. AKP kurucu liderleri olarak Erdoğan ve Gül’ün icazet aldıkları yer tüm diğerlerinden önce Amerikan emperyalist şefleriydi. Erdoğan, genel başkan olmadan önce Bush yönetimiyle ilişkilerini geliştirdi. CHP’nin o zamanki yönetiminin desteğiyle özel yasa çıkarılıp milletvekili olması sağlanarak parti genel başkanlığının önü açılır ve hemen ardından da genel başkan olarak başbakanlığa çıkarken, uluslararası büyük sermayenin de desteğini hak ettiğine karar verilmişti. Sonraki süreçte Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) Eşbaşkanlığı’na getirilmesi ve Amerikan Yahudi örgütlerinden “üstün cesaret madalyası”yla ödüllendirilmesinde, ABD’nin staretejik politikalarına ve uluslararası sermayenin çıkarlarına bağlı kalarak neoliberal ekonomi politikaları sürdüreceğine ve Türkiye’yi uluslararası tekellere daha fazla açacağına duyulan bu güven başlıca etken oldu.

 AKP’NİN DOĞUŞUNA ÖNGELEN VE DOĞUŞUNU HAZIRLAYAN KOŞULLAR

Turgut Özal, 12 Eylül cuntasına borçlu olduğu siyasal kariyerine, Dünya Bankası (DB), IMF, Dünya Ticaret Örgütü (WTO) gibi uluslararası mali sermaye kuruluşlarının belirledikleri politikaları Türkiye’de pratiğe geçirerek adım attı. 24 Ocak Kararları, Demirel’in deyişiyle ancak bir cunta hükümeti tarafından başarıyla uygulanabilirdi. Evren cuntası yönetime el koyduğunda, sadece Adana’da onbin işçinin grevde olduğu işçi sınıfı ve emekçi hareketini baskıyla sindirmek cuntanın önceliklerinden biriydi. Yükselmekte olan kitle mücadelesini saldırı ve yasaklarla baskı altına alarak ve örgütlerini dağıtarak bu kararların uygulanması için gerekli ortamı yarattı.

Toplumsal yaşamı yeniden dizayn etme politikasının en önemli başlığı, ekonominin büyük burjuvazi ve uluslararası tekellerin çıkarlarına daha sistematik şekilde uyarlanmasıydı. Tüketim kısıtlanarak ihracat artırılacak, sağlanan kaynakla yatırım yapılacaktı! Bunun için emekçiler daha fazla fedakarlığa katlanmalıydı. Özal bunu, “dışa açılarak büyüme“nin formülü olarak sundu. Dünya Bankası bürokrasisinden aldığı derslerle “daha fazla kalkınma“ medyumluğuna soyunup yapılanları şirinleştirirken, uluslararası sermayenin ülke kaynaklarını transferi önündeki “koruma duvarı”nı yıktı. Yabancı şirketler yararına vergi indirimi ve sermaye transfer kolaylıkları getirdi. Türkiye pazarı neoliberal ekonomi politikalara göre yeniden düzenlendi. Neoliberal ideolog, politikacı ve iktisatçılara göre söz konusu olan sermayenin serbest dolaşımıydı ve “devlet ekonomiden elini çekmeli“ydi! Özelleştirme bunun en etkili yolu olarak gösteriliyor; kamu işletmeleri birbiri ardına özelleştiriliyor, bu işletmelerde çalışan işçi ve emekçiler kazanılmış sosyal hakları da gasp edilerek sokağa atılıyor, aileleriyle birlikte yoksulluğa itiliyordu. Büyük sermaye yararına “gelir ve kurumlar vergisi” düşürüldü, rant-faiz gelirleri vergi dışı bırakıldı, “kamu açıkları”yla “devletin borçları” gerekçe gösterilerek ücretler düşürüldü ve kamu işletmeleri değerlerinin çok altındaki bir fiyatla tekellere peşkeş çekildi.[1]

Rekabetin acımasız yasası hükmünü icra etti: hisse senetlerinin el değiştirmesi büyüklerin küçükleri yutmasının yöntemlerinden biriydi. Tekelci burjuvazi, kâr oranlarının düşme eğilimine karşı, işçi ücretleriyle ‘yan gelir’lerini düşürmenin yanı sıra artan şekilde mali dalaverelere, değerli kağıt oyunlarına; bono, tahvil, hisse senetleri alım satımıyla rant sağlamaya yöneldi. Devletin ve özel sektörün borçlandırılmasıyla elde edilen faiz devasa boyutlara ulaştı.

Sermayenin politik temsilcileriyle burjuva iktisatçılarının önemli bir bölümü, insanları borsa oyunlarına bağlamak için gazete ve televizyon reklamları aracılığıyla kışkırtırken, borsalar ülkelerin “ekonomik kalibreleri”nin göstergesi sayılıyor, “her şeyin alınıp-satıldığı” çığırtkanlık mekanları haline geliyorlardı. Furya o denli albenili kılınmıştı ki, zorunlu gereksinmelerini karşılamakta zorlanan kesimlerden insanlar dahi borsada oynamaya, hisse senedi ve tahvil almaya yöneliyor, ardından da, küçücük tasarruflarını kaptırarak daha da yoksullaşıyorlardı. Borsada hisseleri en değerli olanlar en büyüklerdi ve en çok kazananlar da onlardı. Küçükler üretim alanında rekabete dayanamayıp iflasa sürüklenmelerine benzer biçimde borsada da kaybediyorlardı.

Holdinglerin arkasında olduğu büyük bankerler, hayali ihracatçılar[2], “merdiven altı işletmeler”, Özal’ın “işini bilir“ dediği devlet görevlilerinin başını çektiği rüşvet-yolsuzluk çeteleri, vurguncu tefeciler piyasayı doldurdu. T’nin değerini koruma kanunu değiştirilerek döviz kurunun serbest bırakılması, bu vur-kaç ekonomisini “uçuruyor”du! Basın tekelleşti ve basın-yayın faaliyeti dışındaki işlere de el attı.

Özal ve partisi ANAP, halk kitlelerine karşı ekonomi politikaları dolayımıyla 4 yıllık iktidarı sonrasında açmaza girdi. İşçi ve emekçilerin tepkisi giderek yükseliyordu. Yerel seçimlerin beş yılda bir yapılmasını öngören hükümet planının Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilmesi üzerine başvurulan “Referandum”da yüzde 65 civarında “Hayır!” oyu çıktı. 1989 Mart yerel seçimlerinde ANAP’ın oyu SHP ve DYP’nin gerisine düştü. 89 Bahar eylemleri ise, Özal-Akbulut hükümetinin sonunu getirecek olan işçi-emekçi tepkisinde yeni ve çok önemli bir gelişmeydi. Bahar eylemleriyle başlayan süreç Zonguldak maden işçilerinin geniş halk kesimleri desteğindeki direnişi ve yürüyüşüyle ve 1990-91 genel eylemiyle devam etti. Özal ve ekibinin dış sermaye yararına gümrük vergilerini düşürerek ithalatı kolaylaştırıcı uygulamaları, devlet desteğiyle büyümüş TÜSİAD mensubu büyük sermaye gruplarını da “yerli sanayinin yıkımı” söylemiyle bu kararlara karşı harekete geçirdi. Düşüş başlamıştı. Özal, sonraki süreçte Erdoğan’ın onu örnek alarak yaptığı üzere başbakanlıktan sonra cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturdu. Kendisini belirli koruma duvarlarına almış olsa da temsil ettiği politika ve partisi ANAP, Mesut Yılmaz- Erkan Mumcu başkanlığında bir süre daha sağ gerici ittifaklarda yer aldıktan sonra burjuva siyasal arenadaki miadını doldurarak sermaye çöplüğüne fırlatılıp atıldı.

KISA ÖMÜRLÜ KOALİSYONLAR

Özal liderliğindeki ANAP ve hükümetinin uyguladığı neoliberal ekonomi politikalar sonraki hükümetler tarafından da sürdürüldü. Koalisyonlar ardarda kurulup dağılıyordu. Farklı bileşenli koalisyon hükümetlerinin Çiller başkanlığında olanı en haki renklisiydi. ABD’den ithal Tansu Çiller, neoliberal ekonomi politikaların başlatıcısı İngiliz Margaret Thatcher’i hatırlatır bir pervasızlıkla saldırı programını sürdürdü. 1994 mali krizi, sonuçları işsizlik ve yoksullukta artış, dış borçların büyümesi ve   ücretlerin düşürülmesi olan iktisadi-sosyal politikanın gerekçesi olarak kullanıldı. Kitlesel işten atmalarla birlikte işsizlik ve yoksulluk arttı, ücretler eridi ve emekçilerin talepleri karşısında haki üniformalar giyinmiş devrin başbakanıyla hükümeti siyasal baskı yöntemlerini yoğunlaştırarak aralarında iflasa sürüklenen ya da sürüklenme tehlikesiyle yüz yüze gelen esnaf ile küçük üreticilerin de bulunduğu protestocu kitlelerini, baskının yanı sıra “bölücü terörle mücadele” üzerine milliyetçi hezeyanlarla “sakinleştirme”yi bir çıkış yolu olarak seçti.

Dönem kontrgerilla katliamlarının birbirini izlediği, Kürtlere karşı savaşın Ağar-Güreş çetesi yönetiminde barbarca yöntemlere sürdürüldüğü bir dönemdi. Devlet için kurşun atan “şerefli”ydi! Binalar bombalandı, siyasal suikastlar yapıldı. Haki giysili Çiller hükümeti için çanları 1994 mali krizi çalmaya başlamıştı, sonrasındaki gelişmeler koşulların giderek ağırlaşmasına yol açtı. ANAYOL hükümeti yolsuzlukların ağır gölgesi altında sarsılarak düştü. Ardından RefahYol hükümetleri geldi[3]. Erbakan’ın “siyonist gömleği giydiler” dediği AKP kurucu ekibinin de içinde yetiştiği Milli Selamet ve Fazilet Partisinin temsil ettiği “İslami” politikanın tarikat-cemaat karması, “sıralı başbakanlık“ koltuğuna oturan Erbakan tarafından başbakanlık binasına taşındı. Başbakanlık koridorlarındaki tarikat şeyhleri manzaraları ordu muhtırasıyla karşılaştı. Generaller, bu partinin tarikatlarla iç içe geçtiğini ve “laikliğe karşı faaliyetlerin odağı olduğu” gerekçesiyle 28 Şubat 1997’de verdikleri muhtıra ile Erbakan hükümetini düşürdüler. Bir süre sonra Refah Partisi kapatıldı. Bu kez ANASOL-D formülü devreye sokuldu. Gerici-sağ siyasetin kiri-çamuru her yere sıçramaya başlamıştı. Çiller örtülü ödenekten aşırdıklarının yanı sıra[4] Kürtlere karşı özel harp taktiklerine imza atmasıyla, Yılmaz rüşvet ve yolsuzluğa karıştığı iddialarıyla, Erbakan teneke teneke altınlarıyla gündem oldu. 2001 krizi son darbeyi vurdu. Krizin sonuçları yaygın işten atmalarla artan işsizlik, yoksullaşma, sosyal hak kaybı, dışarıya sermaye kaçışının hızlanması, küçük işletmelerin iflasıydı. Ancak sermaye partileri de iflasa sürüklendi.

NEOLİBERAL “YENİ” MUHAFAZAKARLIĞIN
“İSLAMİ-TÜRK” VERSİYONU OLARAK AKP

Erdoğan ve Gül’ün başını çektiği, “yenilikçiler” olarak adlandırılan ve Milli Görüş-Milli Selamet geleneğinden gelen ekibin kurduğu, kendini “muhafazakar demokrat” olarak niteleyen Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) tam da böylesi koşullarda, geride bırakılmış bir krizin ve bunalımlı politik ortamın umutsuzluğa ittiği kitlelerin arayış içinde oldukları bir dönemde, kriz ürünü bir parti olarak doğdu. Doğuşunu hazırlayan koşullar, politikalarının içeriğini belirleyici işlev gördü. Muhafazakarlığı, milliyetçiliği ve dini ideolojik argüman ve eylemleri, kapitalist uluslararası “yeni dünya düzeni”nin ekonomik, sosyal ve ideolojik öncelikleriyle bağlı bir “yeni“likle boyalıydı.

AKP’nin “doğuşu”nu hazırlayan etkenlerden başlıca ikisi özel öneme sahiptir. Bunlardan birincisi neoliberalizm-küreselleşme ve “Yeni Dünya Düzeni” olarak adlandırılan gelişmelerin uluslararası alanda estirdiği dalga; ikincisi ise, içeride sermaye partilerinin yukarıda kısaca da olsa işaret edilen gelişmelerle bağlı olarak iflasa sürüklenmesiyle ortaya çıkan elverişli politik durumdu. İkincisine değinildi; ilki üzerine ise kısaca şunlar söylenebilir: Neoliberal ekonomi-politikanın pratiğe geçirildiği 1980 sonrasından 21. yüzyıla uzanan nispeten uzun dönemin bir özelliği de, sermayenin serbest dolaşımı önündeki korumacı engellerin kaldırılmasıyla demokratik değerlerin tüm kapitalist dünyada egemen ve geçerli olacağının burjuvazi ve ideologları tarafından ileri sürülmesiydi.

Sovyetler Birliği’nde, sosyalizmin tüm biçimsel kalıntıları ortadan kaldırılmış, kapitalizmin devlet merkezli olanından özel işletmeciliğe dayalı olanına tüm biçimleriyle yeniden hakim olduğu bir döneme girilmiş; “Birlik” dağılmış; dünya pazarı yeniden genişlemişti. Avrupa’da ve ABD’de sendikal ve politik örgütlerin uzlaşıcı ve mücadeleden uzak ideolojik hatta konumlanmasının da etkisiyle işçi hareketi geriye düşmüş; kapitalist uluslararası tekellerin insan hak ve özgürlüklerini savunma gerekçesiyle örtülmüş propaganda eşliğinde el atmadıkları yer ve kaynak neredeyse kalmamıştı. Emperyalist kapitalist rekabet daha da kızışmış, emperyalist büyük güçler pazar ve etki alanları için güç kullanımı dahil çeşitli müdahale biçimlerine giderek daha fazla başvurmaya başlamışlardı. Tekelci sermaye ve uluslararası mali kuruluşların yönlendiriciliğinde burjuvazinin kâr oranlarının düşme eğilimine karşı ve daha fazla kâr için bir yandan ileri teknoloji kullanımını daha da yaygınlaştırarak diğer yandan ücretleri düşürüp sosyal hakları kısıtlayarak maliyetleri düşürmesi için, koşullar daha uygun hale gelmişti. “Yeni Dünya Düzeni” propagandacıları, bu durumu, tüm dünyada “refah ve kurtuluş” olanağı olarak gösteriyor, “dünyanın evrensel bir barış, özgürlük ve demokrasi sürecine girdiği”ni ileri sürüyor, neoliberalizm ve muhafazakarlığı sorun çözücü dünya görüşü olarak savunuyorlardı.

Neoliberal “Yeni Muhafazakâr” partiler bu uluslararası durum ve gelişmeleri hareket noktası olarak aldılar ve işçi sınıfı ve emekçiler başta olmak üzere tüm ezilenlerin kapitalist üretim ilişkileri dolayımıyla yaşadıkları sosyal-iktisadi, politik ve kültürel sorunlara itirazlarını ve bu sorunlar nedeniyle kaygılarını istismar ederek kitlesel boyutta destek görebildiler. Başka biçimde söylenirse, kitlelerin işsizlik, yoksulluk, açlık, şiddet ve savaşlar sarmalına alınması, bu sorunların çözümü arayışına yol açıyor, bu da, bu sorunlara çözüm getirecekleri iddiasıyla ortaya çıkan burjuva partilerinin kitleler içinde destek bulmasını olanaklı kılıyordu. Yukarıda işaret edildiği üzere, sosyalizmin yenilgiye uğratılması ve işçi sınıfı ve emekçi hareketinin geriye püskürtülmüş olması, bu yönelişleri kolaylaştırıcı etkenlerden bir diğeri olarak rol oynuyordu. Neoliberalizmin çocuğu yeni muhafazakarlık, neoliberalizmin yol açtığı yıkımdan böylece yararlanırken, bu yıkım politikalarını sürdürme olanaklarını da yakalamış oluyordu. AKP uluslararası gelişmelerle bağlı bu koşulların ürünü olarak ortaya çıktı. Ülkenin toplumsal sorunları ağırlaşarak birikmiş; önceki burjuva parti ve hükümetleri işsizlik, yoksulluk, açlık, konutsuzluk gibi yaşamsal sorunların ağırlaşmasına yol açan politikalarıyla kitlelerle karşı karşıya gelmiş ve hiçbir güvenilirlikleri kalmamıştı. İşçi ve emekçiler, geleceklerinden endişeli genç kuşaklar, yaşam koşulları giderek ağırlaşan, devlet baskısı ve ayrımcı politikalarının hedefi olmakla kalmayıp erkek cinsi tarafından baskı ve ayrıma tabi tutulan geniş kadın kitleleri ve işsizliğe itilmiş işçilerle birlikte geniş küçük burjuva kesimler arayış içindeydi. AKP de bu genel zemin üzerinde ve böylesi bir Türkiye gerçekliğinde, kalkınma, refah ve demokratikleştirme vaatleriyle yığınların karşısına çıktı.

AKP’yi yeni kılan ya da AKP kurucu yönetici ve liderlerinin programatik argümanlarını “albenili” hale getiren neydi? Bu soruya da yanıt verirken, ülke tarihinde benzeri ‘çıkış’larla halk kitlelerinin önemlice bir kesiminin desteğini kazanan bazı parti ya da liderlerin durumunu anımsamak yerinde olacaktır. İlk örnek, Demokrat Parti’nin, tek partili devlet iktidarının politikalarına siyasal demokratik haklar ve toprak reformu ile sendikal haklar başta olmak üzere sosyal-ekonomik iyileştirmeler vaadinde bulunarak gördüğü destektir. İkinci örnek, 1971 askeri darbesi sonrasında, Bülent Ecevit yönetimindeki CHP’nin, demokratik özgürlükler vaadinde bulunarak ve “Toprak ekenin, su kullananın” şiarında ifadesini bulan demokratik-sosyal bir sorunu öne çıkararak yüzde 40’lar civarında destek görmesidir. Ecevit, bu slogan nedeniyle din bezirgânı parti ve politik liderleri tarafından “komünist“ olarak nitelenmiş ve hedefe konmuştur. Üçüncü örnek, 12 Eylül cuntasının estirdiği terörle bastırılmış kitlelerin karşısına, “refah, huzur ve demokrasi” vaadiyle çıkan Özal ANAP’ının gördüğü ilgi ve destektir.

AKP kurucu yöneticilerinin bu örneklerden ve yaşanmış tarihten öğrenmedikleri ileri sürülemez. 2001 kriziyle ciddi bir yıkım yaşayan, umutsuzluğa, işsizliğe ve yoksulluğa itilen, mevcut sermaye partilerine güvensiz ve arayış içindeki kitlelerin karşısına; başlıca olarak ülkenin hızla kalkındırılacağı, demokratik özgürlüklerin gerçekleştirileceği, refah ve huzurun sağlanacağı, işsizlik ve yoksulluğun engelleneceği, askeri vesayete son verileceği, inanç özgürlüğü önündeki engellerin kaldırılacağı ve belirli bir tarihten sonra Kürt sorununun barışçıl şekilde çözüleceği gibi önemli sorunlar üzerinden seslenen AKP ve yönetimi, mevcut koşullarda yeni bir platform açmış oluyordu. O, üstelik öncellerinden önemli bir farklılığı olarak, sonradan kimi sözcülerinin açıkla ilan ettikleri üzere, burjuva aydınlanmacı hareketin etkisi olarak gördüğü ve dini ideolojiyle tarikat ve cemaatlerin toplumsal etkisini sınırlayıp serbestçe örgütlenmesine engel saydığı biçimsel burjuva laisizminin “cumhuriyetin ilkeleri” arasında yer almasından rahatsızlık duyanların on yıllara dayanan gizli-açık örgütlenmesinin sözcüsü olma gibi bir misyonu da üstlenmişti.

Erdoğan ve Gül başta olmak üzere AKP’nin “kurucu kurmayları“ Özal’ın neoliberal politikalarından beslenen bir söylem kullanıyor, Avrupa Birliği’ne tam üyelikten yana olduklarını söylüyor ve askeri vesayete karşı çıkmaktan, Türkiye’nin demokratikleştirilmesinden söz ediyorlardı. Başlıcaları TÜSİAD’da örgütlü ve uluslararası sermaye ile ilişkileri bulunan tekelci büyük burjuva gruplarının baskısını hisseden Anadolu’nun özellikle iç bölgelerindeki orta ve küçük burjuva kesimler, geniş esnaf-tüccar kitlesi ve özellikle büyük kentlerin kenar semtlerini dolduran bir bölümü işçi, bir bölümü işsiz ve tümü sosyal, kültürel, ekonomik sorunlar yaşayan emekçi kesimler, yeni “muhafazakâr demokrat” demagogların adalet, demokrasi, kalkınma üzerine söyleminin etkisiyle bu partiye yöneldi. Kır ekonomisinin çözülüşü ve köyden kente nüfus akışının hız kazanması, kentlerin kenar mahallelerine (varoşlar) yerleşen yüz binlerce emekçinin sosyal-ekonomik yeni sorunlarla karşılaşması ve içinde bulundukları kötü yaşam koşullarının değiştirilmesi için yol arayışları, kendilerine yönelen ve sorunlarını çözecekleri vaadinde bulunan partilere desteklerinde belirleyici rol oynadı. İslami Türk milliyetçi ideolojinin geleneksel etkisi altındaki geniş kesimler, AKP’nin “eskinin alternatifi” olarak gösterdiği argümanlarının albenisine kapıldı.[5]Cumhuriyet “idaresi”nin politikalarını “manevi-kültürel değerlerine aykırı” sayan bu geniş kesimler, milli görüş geleneğinin açık-gizli ilk örgütlenmelerinden beslenerek cemaat-tarikat örgütlenmeleriyle hayli yol almışlardı ve Erdoğan’ın, “Minareler süngümüz, kubbeler miğferimiz, camiler kışlamız” meydan okumasıyla ve “askeri vesayet”e karşı açıklamalarıyla hazır kitle desteği durumundaydı. 3 Kasım 2002 seçimlerinin parlamento dışı bıraktığı sermaye partilerinden tümüyle umut kesen “muhafazakar milliyetçi” ve biçimsel laisizmden dahi rahatsızlık duyan seçmen kitlesiyle birlikte, cunta sonrası koşullarda tohumları Turgut Özal’ın “dört eğilimi temsil etme” manipülasyonuyla atılmış liberal beklenticiliğin çeşitli versiyonlarını oluşturan “yetmez ama evet”çi, “orta yolcu”, AB’ci kesimler de Erdoğan’ın partisini desteklemede bir araya geldi. Burjuva ideolojisinin holiganları ve liberal sol ideologlarla gazeteci, politikacı, yazar takımı da bu koroya katılarak özellikle Avrupa burjuvazisi ve politik kurumlarından Türkiye gibi ülkelere demokrasi ihraç edilebileceği beklentisini yaygınlaştırarak AKP’nin bunu gerçekleştireceğini propaganda etti. Artık birer siyasi ölü haline gelmiş ve iflasa sürüklenmiş olan önceki burjuva partilerinden katılmalarla birlikte “yenilikçi” AKP’nin, “ülkenin demokratikleştirileceği ve kalkındırılacağı” söylemiyle estirdiği rüzgar, toplumun çeşitli kesimlerinde beklenticiliği yükselterek oy desteğine dönüştü. Parti, bir bakıma ‘hazır’ potansiyel üzerinden ABD ve Avrupa Birliği’nin büyük güçlerinin de desteğinde birinci parti olarak öne çıktı. AKP yönetimi hükümet olduğunda ve devlet iktidarının çarklarını çevirmeye başladığında bu konularda bazı adımlar da attı. 12 Eylül cuntasının cinayet ve işkencelerine ve özellikle Çiller-Ağar-Güreş döneminde yoğunlaşan Kürtlere yönelik katliam ve suikastların “soruşturulması“ yönünde girişimler oldu. Kürt kentlerinde toplu mezarlıklar haline getirildiği belirtilen bölgelerde kazılar yapıldı ve belirli deliller bulundu. Evren ve cuntacı arkadaşlarına karşı dava açılması kabul edildi; MGK’daki asker ağırlığına son verildi, “Silahlı Kuvvetler Vazife ve Selahiyetler Kanunu” değiştirildi vb. Yanı sıra bu parti ve hükümet(ler)i yol, tünel, köprü inşaatları, TOKİ evleri, park-bahçe düzenlenmesi gibi görünür işlerle kitlelerin dikkatini çekmeye özel bir ağırlık verdi. Bunun için yüz milyarları bulan dış sermaye akışından sağlanan rant payıyla ve yine “Müslüman cihadı” ortak paydası üzerinden kullanma olanağı bulduğu onlarca milyar dolar “kaynağı belirsiz” paradan yararlandı. Milyonlarca aileye “AKP sadakası” görünümü altında parasal yardımlar yaparak, yandaş kitlesinin istihdamına öncelik vererek, polis ordusunu büyütüp milis gücü besleyerek kitlelerin bir bölümünü yedekleyebildi. Buna, iktidarını sağlamlaştırıp gücünün zirvesinde olduğunu düşündüğü bir dönemde ve yayılmacı politikalarının önüne engel çıkarılması dolayımıyla başlattığı “Büyük güçlerin Türkiye üzerine oyunları” ve “terör örgütüne destek vermeleri” söylemiyle ve esas olarak Kürt direniş hareketine karşıtlığın kışkırtılması üzerinden estirilen sözümona emperyalizm karşıtlığı eklendi. Bütün bunlar halk kitleleri içindeki AKP’ye desteğin artmasında rol oynadı ve yüzde 50’ye dayanmasını sağladı.

NEOLİBERAL POLİTİKALARIN PERVASIZ UYGULAYICISI

Erdoğan iktidarının sözcüleri her fırsatta ülkeyi kalkındırdıklarını, ekonominin büyüdüğünü, kişi başına gelirin devasa arttığını, yoksulluğun kalmadığını, refah düzeyini yükselttiklerini söyleyerek kitle desteğini korumayı ya da sermaye ile birlikte yedeklerini de takviye ile daha da genişletmeyi hedefliyor. Bu propaganda ekonominin gerçek durumu ve halk kitlelerinin bu ekonomik “panorama” içindeki durumuyla “ölçeğe vurulduğunda”, ortaya farklı bir gerçeklik çıkıyor. [6] Bunun için iki başlıca noktaya bakmakta yarar var: ilkin ekonominin 2002-2016 dönemi verilerine; ve ikinci olarak bu dönemde işçi sınıfı ve emekçiler başta olmak üzere tekellerin ve uluslararası sermayenin baskısı altındaki kesimlerin durumuna. Birincisine ilişkin olarak şunlar söylenebilir: a-) Bir önceki bölümde işaret edildiği gibi, 2001 krizinin ürünü bu parti, hükümet partisi durumuna yükselirken, kriz sonrası ekonomik toparlanma döneminin avantajlarıyla işe koyuldu. Neoliberal ekonomi-politikalar kapsamında, Özal’ın başlattığı özelleştirme ve yabancı sermayeye “yatırım teşviki” politikasını sürdürdü. Uyguladığı politikaların büyük sermayenin ve uluslararası tekellerle büyük emperyalist güçlerin çıkarları tarafından belirlenmesi, kapitalizm ile organik bağları ve aidiyetinin sonucuydu. Sermaye yararına kolaylaştırıcı uygulamalar ve yatırım teşviki adına verilen büyük tavizler sonucu ülkeye yabancı sermaye akışı bu dönemde hız kazandı. Bu durum, Amerikan Merkez Bankası’nın (FED) uyguladığı para politikasıyla da ilişkiliydi. Dış sermaye girişi, önceki hükümetler döneminde olduğu gibi ağırlıklı olarak kısa vadeli giriş-çıkışlarla yüksek faiz ve rant getirisi sağlayan “spekülatif sermaye” alanında gerçekleşmiş olmakla ve doğrudan yatırıma yönelen dış sermaye daha düşük miktarda olmakla birlikte[7], sermaye girişindeki bu artış hükümetin avantajlarından biri oldu. AKP’nin Milli Savunma Bakanı İsmet Yılmaz’ın, 26 Mayıs 2015’te düzenlediği bir toplantıda yaptığı açıklamaya göre, Türkiye’ye gelen doğrudan yabancı yatırım miktarı 2003 öncesi 80 yıl itibarıyla toplam olarak 15 milyar dolar iken, AKP iktidarının ilk 13 yılı toplamında 135 milyar dolar olmuştur.[8] Rakamların kuşku götürür olup olmadığı bir yana bırakılırsa, 1980 sonrası dönemde önü açılan ve büyük avantajlar garantisi verilen yabancı sermayenin Türkiye pazarına, önceki yıllarla kıyaslanmayacak büyüklükte giriş yaptığı doğrudur. Prof. Dr. Korkut Boratav, Türkiye’ye 2014’te 51, 2015’de 37 milyar dolar yabancı sermaye girişi olduğunu; Türkiye’den yurtdışına ise, son yıllar itibarıyla yıllık 10 milyar doların üstünde kâr ve faiz transfer edildiğini belirtir. 2008 krizinde, takip eden 12 aylık dönemde, Türkiye’nin 2008 milli gelirinin yüzde 10.4’ü oranında (10.9 milyar dolar) net yabancı sermaye çıkışı yaşanırken, bu miktar 2015 yılı açısından 14 milyar dolar civarında gerçekleşmiş; sadece Eylül 2016‘da 2.7 milyar dolar net sermaye çıkışı olmuş; buna karşı, 2015‘te, “Türkiye kökenli aktörlerin ülke dışından aktardıkları faiz ve kâr 4.5 milyar dolar” olmuştur.[9] Yabancı varlıkların milli gelire oranı yüzde 80’i aşmış, ülke ekonomisinin büyük bir bölümü giderek artan şekilde yabancı sermaye denetimine girmiştir. Yabancı sermaye sağladığı kâr ve faiz gelirinin önemli bir bölümünü -Türkiye’nin yıllık milli gelirinin yüzde 2’si- dışarıya çıkarmış, geri kalanını içerdeki varlığını büyütmede kullanmıştır.[10] Kriz dönemlerinde dışarıya sermaye kaçışı hız kazanmış ve büyük miktarda sermaye -bir bölümü sonra yeniden giriş yapmak üzere- ülke dışına çıkmıştır. Ucuz işgücü, hükümetçe garanti edilmiş vergi kolaylıkları, banka-borsa işlemlerinin rahatça yürütülmesi olanağı, bono, hisse senedi ve devlet güvenceli tahvil alım-satımı ve kâr transferi öncelikli ilgi alanını oluşturmuş; yabancı sermaye girişinin artış gösterdiği bir dönemde dahi doğrudan yatırımlara yönelen dış sermaye miktarı oldukça sınırlı kalmış; “yerli şirketler”in ülke dışında kurdukları ve yabancı sermayeye tanınan ayrıcalıklardan yararlanmayı öngören ana şirkete bağlı ve fakat farklı isimler altındaki firmaların Türkiye’ye sermaye ihraç eden yabancı firma gibi görünmesi dış sermaye girişini hileli şekilde yüksek göstermesine karşın,[11] 1985-90 döneminde Türkiye’ye ihraç olunan sermaye, dünya toplam yabancı sermaye ihracının ancak yüzde 1.7’sini teşkil etmiştir.[12] Köprü, tünel ve yol yapımını “yap-işlet-devret“ yöntemiyle yabancı tekellere veren Erdoğan yönetimi, yapılan köprü ve tünellerin vaat edilen kârlılığı sağlamaması durumunda devlet hazinesinden ödeme yapmayı taahhüt etmiştir.

b-) AKP hükümetlerinin bir diğer para havuzu ya da kaynağı özelleştirme ile elde edilen paradır: Kendilerinden önceki tüm hükümetlerin gerçekleştirdiklerinden birkaç kat daha fazla özelleştirme yapmakla övünen AKP yöneticileri, ekonomide özel sektörün rolünü artırmak adına kamu işletmelerinin geride kalanlarını uluslararası tekellerin yanı sıra hükümete payanda olan yeni işbirlikçi sermaye gruplarına peşkeş çekerek 70 milyar dolara yakın para kaynağı sağladı.[13] Anadolu Kaplanları olarak adlandırılan özel sermaye şirketleri devlet teşviki ve ihale ayrıcalıklarından yararlanıp palazlandı. Kamu ihaleleri bu şirketlere verildi; toplamı açısından katrilyonları bulan teşvikler dağıtılarak büyümeleri yönünde güç verildi.[14] Özel işletmelerin devlet garantili dış borçlanmasının yolu açılarak borç ve faizlerine her yıl birkaç milyar dolar ödendi. Erdoğan’ın “gerektiğinde polis, gerektiğinde hakim olma”ya çağırdığı milliyetçi – “yeşil” sermaye, çıkarları için ülkenin ateşe atılmasına odun yetiştirmekten geri durmadı.[15] Sermaye giderek daha fazla merkezileşti; dolar milyarderlerinin sayısı yıldan yıla arttı. Borç ve borç faizleri artarak yüzlerce milyar dolara yükseldi.

c-) Erdoğan iktidarının güç aldığı ekonomik kaynaklardan biri de kayıtdışı para akışıydı. Ekonomik istikrarsızlık ve izlenen ekonomi-politikaların ürünü olarak kayıtdışı ekonomik faaliyetlerden ve kayıtdışı para akışından en fazla yararlanan Erdoğan iktidarı oldu. “Ekonomik zorlukları aşma” araçlarından biri olarak “kaynağı sorulmaksızın döviz ve para naklini serbest bırakma” kararı (bunu ilk başlatan Özal’dı), kara para ekonomisini teşvik etti. Kapitalist işletmeler, vergi yükü ve sosyal giderlerden kurtulmak ve ucuz işgücünden yararlanmak üzere artan şekilde kayıtdışına yöneldi. Köyden kente göçün yol açtığı ekonomik-sosyal sorunların ağırlığı “işporta” ekonomik faaliyeti artırdı. Alım gücü son derece düşük emekçi kesimlerin kalitesiz ve fakat ucuz mallara “hücumu”, kayıt dışı üretim için olanakları genişletiyordu.[16]

Sermaye yararına genişleyen olanaklar kayıt dışı para girişinin sistematik şekilde artışına yol açtı ve yüksek miktardaki bu kayıt dışı para girişi, hükümete, politikalarını daha rahat uygulama olanağı sağladı. 2008 krizi döneminde 11,7 milyar dolar kayıt dışı paranın ülkeye geldiği tespit edilirken, 2016’nın son çeyreğinde kayıt dışı para girişinin toplam olarak 43 milyar doları bulduğu yönündeki haberler basında yer aldı.[17] Kayıt dışı kaynak girişinde Suudi Arabistan ve Katar özel bir rol üstlendiler.

İkincisine gelince durum kısaca şöyledir: AKP Hükümet(ler)i, göstermelik bazı tavizlerle verdiği sözlere bağlı kaldığı görünümü yaratarak halk yığınlarını, önceki burjuva partileri ve hükümetlerinin yaptığı üzere yine işsizlik, yoksulluk, konutsuzluk, yaşam pahalılığı, siyasal ve sosyal hak yoksunluğuyla vurmaya; direnişleri polis ve asker gücüyle ve özel mülkiyet sistemini korumayı hukuk yasaları olarak benimsemiş mahkemeler aracıyla bastırıp etkisizleştirmeye devam etti. Dolaylı vergileri yüksek tutarak vergi yükünü ağırlıklı olarak işçi ve emekçilerin sırtına yıktı. Bunun sonucu olarak nüfusun geniş kesimleri daha faza yoksullaştı. İşsizlik arttı, ücretler düştü[18], sosyal haklar kısıtlandı. Kısa vadeli yüksek kâr ve faiz getirisi sağlayarak geriye akışı gerçekleştiren “sıcak para” ya da “spekülatif sermaye” hareketinin ivme kazanmasıyla birlikte dışarıya kaynak aktarımı giderek arttı. Bankalara, tekelci şirketlere ve “yeni yetme burjuvazi”ye milyarlarca dolar kaynak aktardı.[19] Önü açılan “serbestlik” uygulamasıyla ülkede üretilenlere kıyasla daha ucuza mal edilen ürünlerin ithalinde görülen artış sonucu tekstil ve tarım başta olmak üzere ekonominin birçok dalında ciddi boyutlarda çöküş yaşandı. Bağımlılık ilişkileri nedeniyle sosyal-ekonomik politikaların uluslararası sermayenin belirleyici koşulları doğrultusunda ve işçi sınıfıyla kent-kır yoksulları başta olmak üzere emekçiler, küçük burjuva kesimler ve küçük üreticiler aleyhine olarak yürütülmesi daha yıkıcı biçimler aldı. Küçük üreticilerin ve küçük işletmelerin iflası hız kazandı ve sayısal olarak arttı. Aşağıdaki tablo bu genel ekonomik “panorama“nın çarpıcı bir görünümünü veriyor.

Tablo 1: AKP`nin 15 yıllık iktidarındaki bazı ekonomik veriler

Yıllar Aralık-2002 Aralık-2016
Kamu borcu 242.7 milyar TL 759.6     milyar TL
İç borç stoku 149.9 milyar TL 468.6 milyar TL
İssizlik oranı %8,3 % 12.1 /2017 ilk üç ay % 13.7
52 yıllık cari açık Aralık 2002 ye kadar 43,7 milyar $ 15 yıllık cari acık 526,3 milyar $
dış ticaret açığı 2002’ye kadar(80 yıllık) 247 milyar $ 15 yıllık dış ticaret açığı 888.9 milyar $
Tüketicilerin banka borcu 6,6 milyar TL 419 milyar TL
Bir kilo ekmek fiatı 1.03 TL 3.89 TL
Yoksulluk sınırı 1.155TL 4.665 TL
Açlık sınırı 380 TL 1.432 TL
1 metreküp su 1.44 TL 4.08 TL
Dogal gaz m3 39 kuruş 110 kuruş
15 yılda ödenen faiz 700 milyar TL

Kaynak: CHP İşverenler Sendikaları ve Meslek Birlikleri Genel Başkan Yardımcılığı (“AKP`nin yıkım tablosu” başlıklı broşür, Nisan 2017)

DEVAMLILIK ARGÜMANLARININ AŞINMASI VE MANİPÜLATİF YENİNİN AKIBETİ

Erdoğan iktidarının sözcüleri, sermaye yararına sürdürdükleri politikaların yükünü çeken halk kitlelerinde ortaya çıkan ya da çıkabilecek tepkileri etkisizleştirmek için, tüm önceki hükümetlerin yaptıkları üzere uygulamalarının “daha fazla büyüme ve kalkınma”yı öngördüğünü; bunun bir “milli dava” olduğunu propaganda ederek “milli ve yerli” bir tutumda birleşilmesini istiyor; dini ve milliyetçi argümanları öne çıkararak “hep birlikte bu yolda yürünmesi”ni bir “milli dava” gereği ve “Müslüman Türk”ün görevi olarak gösteriyor. Şoven milliyetçiliğin ve dini ideolojik etkinin sömürü ve siyasal özgürlük düşmanı yayılmacı politikaların hizmetindeki bu daha etkin kullanımı, devamlılık kapsamındaki en etkin argümanları oluşturuyor. Şoven milliyetçi ve dini ideolojik miras devralınmış ve toplumsal etkisinin daha da güçlü ve yaygın olması için pervasızca çalışılıyor.

 I-) KURULUŞ’TAN AKP’YE MİLLİYETÇİ MİRAS

a-) Erdoğan yönetimindeki AKP iktidarının “milli ve yerli“ söylemi bir devamlılık argümanıdır: “Sınıfsız, zümresiz kaynaşmış kitle olarak “Türk milleti ya da “yerli ve yilli olma söylemi, parçalanmış ve yıkılmış bir imparatorluğun mirası üzerinde kurulmuş yeni devletin “bir millet oluşturma” projesinin “başarı formülü”ydü. Nesnel ve öznel nedenleri, etkenleri, gerekçeleri ve hatta zorunlulukları vardı. Her şeyden önce, kapitalizmin Osmanlı’dan miras topraklardaki gecikmiş gelişmesine denk düşen ulusal burjuvazinin kendi ulus devletini kurup tahkim etme politikasıyla ilişkiliydi. Mustafa Kemal ve arkadaşlarının yeni devletin sınırları dahilindeki “Enasır-ı İslam”ı “Türkiye milleti” olarak anmaları ve Türklerden ve Kürtlerden oluştuğunu söyledikleri bu “bir tek millet”i “sınıfsız, zümresiz kaynaşmış kitle” olarak göstermeleri bu güçsüz-cılız ve “yeni yetme” burjuvazinin sınıf tutumu ve çıkarına denk düşüyor; kapitalist gelişmenin geri düzeyinde ve sınıf çatışmasının henüz yeterince belirgin biçimler almadığı koşullarda, ulusal kurtuluş savaşı dolayımıyla inandırıcı işlev görüyordu. Başlıca karakteristik özelliği Türk ulusçuluğu olan ve tarihe bıraktığı miraslardan biri olarak Ermeni katliamına imza atmış İttihat-Terakki geleneğinin “Turan ülküsü”yle felakete sürüklediği bir devletin savaş bakiyesi bu politika, bir devamlılık ifadesiydi.

b-) “Türkleşmek ve İslamlaşmak” formülasyonu o günden beri, devletin ve kurumlarının “millet politikası”nın çimentosu işlevi görür. İşbaşına gelen hükümetler ve tüm devlet kurumları, Türkiye’de yaşayan ve fakat Türk asıllı olmayanları Türkleştirmek için siyasal, askeri ve kültürel tüm araç ve yöntemleri kullandı. Türk milletinin yüceliği üzerine söylem ve Türk kültürünü “dünyaya gelmiş ve gelecek olanların en güzeli“[20] gösteren turancı anlayış, burjuva şovenizminin harlayıcı ateşi oldu. Ziya Gökalp’in “Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak” yazılarıyla “Türkçülüğün Esasları” kitabında geliştirdiği düşünceler, “İttihat ve Terakki”nin “Türk olmak” politikası ve “Güneş Dil Teorisi” aynı kaynağa bağlanır. “Milli devlet” etrafında “Milli ekonomi” ve “Milli kültür” inşasını öngören bu milliyetçilik anlayışında “Hak yok vazife var; fert yok cemiyet var”dı.[21] Bu formüle göre, bireyin “vatanına milletine bağlı olması” için, “Varlığım, Türk varlığına armağan olsun!” anlayışını içselleştirerek itirazsız şekilde devletin yanında yer alması şarttı.[22] Sağ-gerici politik gelenek, devlet kurumlaşmasının tüm organlarında örgütlü sermaye temsilcilerinin MİT gibi resmi, Kontrgerilla gibi “gizli” ve tümü de CIA ve NATO talimnameleri doğrultusunda faaliyet yürüten çok sayıdaki örgüt, kurum, kuruluş, vakıf, parti, ocak vb. üzerinden, bu şoven milliyetçi ve dini politik-ideolojik şekillendirmeyi sürdürdü. Toplumsal gelişmenin kaçınılmaz kıldığı değişime bağlı olarak kendi aralarında da farklılaşıp-bölünmelerine karşın, burjuvazi ve büyük toprak sahiplerinin çıkarlarına bağlılık ve bunun tarafından belirlenen “devlet-millet” politikası tümüne yön verdi. Devlete karşı çıkmamalı ve “milletin yüce birliği korunmalı”ydı! Devlet ve hükümetlerin politikalarına boyun eğmeli, her ne “verilirse” onunla yetinerek uyumluluk gösterilmeliydi! Bu,“asil kandan millet evladı ve makbul vatandaş” olmanın tek formülüydü. Tek partili devletin bakanı M. Esat Bozkurt, bu anlayışın gereği saydığı bir “akıl yürütme” ile Türk olmayanların tek hakkının Türk’e hizmet etmek olduğunu ilan etti. Bayar-Menderes diktatörlüğünün yöneticileri başta olmak üzere çeşitli sözcüleri için Kürt, Rum, Ermeni, hiçbir hak sahibi olmaması gerekenler kategorisindeydi. 6-7 Eylül 1955’te Rum’lara karşı saldırı, katliam ve yağma, esinini bu politikadan aldı. DP’nin farklı biçimdeki devamcıları olarak AP, DYP, MHP, farklı bir versiyon olarak dini istismarda daha belirgin söylemle öne çıkan MSP-Refah-Fazilet partileri ve onların tümünden beslenen, ancak kitle manipülasyonunda kendinden öncekilerin deneyimini de biriktirmiş olarak AKP, kimi demagojik farklılıklarına karşın bu politikayı sürdürdü. Hatay, nüfus taşınmasıyla gerçekleştirilen “plebisit” sonucu Türkiye’ye dahil edildi. Kerkük ve Musul’un “Osmanlı’dan miras Türk toprağı” olduğu iddiası ve bu bölge petrolüne yönelik emeller diri tutuldu. Kıbrıs’a askeri harekat düzenlendi. Demirel başkanlığındaki hükümetler “Adriyatikten Çin Seddine Büyük Türk Dünyası” söylemi eşliğinde Ortadoğu ve Kafkas Cumhuriyetlerine yönelik çeşitli girişimleri sürdürdü. Amerikan askeri ataşesi gibi hareket eden Çiller bu söylemi Rusya’dan aşağılamayla karışık sert tepki görene dek sürdürdü. Kürtlerin ulusal hak eşitliği, dil-kültüre yönelik baskıların son bulması talepleri kesintisiz şekilde saldırıyla karşılandı. 1955 yağması, 1978 Maraş-Çorum-Malatya provokasyon ve katliamları, 1992 Madımak toplu yakımı, Kürt politik örgütlenmesine ve Kürt işçilere yönelik “duyarlı vatandaş” saldırganlığı, bireysel tepkileri de kışkırtan devlet kontrollü ve kontrgerilla-özel harp dairesinin psikolojik savaş taktikleri çerçevesinde gerçekleştirilen harekatlardı.[23]

c-) Recep Tayyip Erdoğan ve iktidarının en etkili diğer sözcüleri, bu şovenist manipülatif söylemi devralarak ve süreç içinde “milli ve yerli” vurgusuyla kaynağa geri döndü. Erdoğan’ın “milli ve yerli” vurgusu, “lobici dış güçler” ve “üst akıl” tarafından yönlendirildikleri ileri sürülen “ihanet içindekiler” söylemi bu çerçevede geliştirildi. Erdoğan iktidarı,“kinine ve dinine sahip çıkan nesiller” yetiştirme müfredatıyla “vatanına milletine bağlı makul vatandaş” formülasyonunda ifadesini bulan geleneksel devlet politikasını daha saldırgan, yayılmacı biçimleriyle sürdürüyor; dini ideolojinin toplum yaşamına daha fazla hakim olması için daha yoğun çaba gösteriyor.[24] Bu politika, “uygarlıklar, dinler ve milletler çatışması” görünümü altında “milliyetçi, muhafazakar ve dindar” kitlenin, iktidarın politikalarına yedeklenmesi hedefiyle bağlıdır.

d-) Bu milliyetçi şoven miras ve söylem Türk ulusundan işçi ve emekçilerin bir bölümü dahil çeşitli toplumsal kesimler üzerinde etkili olabilmiş ve özellikle bölge politikası ve Kürt sorunu bağlamında yürütülen saldırılara karşı itirazların cılız kalışında rol oynamıştır. Erdoğan ve AKP hükümetinin, Özal’ın “bir koyup beş alma” kumar formülasyonunda ifadesini bulan bölge politikasını sürdürmekle kalmayıp yeniden “fetih”ten sözetmesi ve Kerkük-Musul petrollerine yönelik “ezel-ebed hak” talebini aktüelleştirmesi, şovenist politikaların yeni koşullardaki tezahürü; yeni Osmanlıcı yayılmacı emellerin ilan edilmesinden başka bir şey değildir. Nitekim dışarıya askeri operasyonlar için karar alınmış ve o dönemin Dışişleri Bakanı Abdullah Gül, Türkiye’nin çıkarlarının ülke içine hapsedilemeyeceğini; “Oradaki petrolden hakkını alacağını” söyleyerek bunu ilan etmiştir.[25]

e-) Bu politika, bölge ülkelerine ve Türkiye‘ye yönelik emperyalist strateji açısından emperyalistlere alan açıcı ve olanakları genişletici özellik gösterir: Amerikan emperyalizmi başta olmak üzere Batılı büyük güçler, Türkiye gericiliğinin yayılmacı emellerini ve İran ile bölgedeki rekabetini stratejik çıkarları için araçlardan biri haline getirdi. Yeşil Kuşak politikası bunun ürünüydü. “Bölgenin lider ülkesi”, “stratejik müttefik” ve “NATO’nun en önemli cephe ülkesi” söylemi, “Genişletilmiş Ortadoğu ve Kuzey Afrika” projesinin Eşbaşkanlığı türünden kışkırtıcı yakıştırmalarla bu yayılmacı emeller okşanırken işbirlikçi yönetimler taşeron olarak kullanıldı. Bu emperyalist politikanın evrimi bölgedeki gelişmelere şekillendi. Önceleri Sovyetler Birliği‘nin, ardından Rusya’nın bölgedeki etkisini kırma stratejisinin unsuru oldu. ABD’nin Şah diktatörlüğü aracıyla İran üzerinden yürüttüğü politikaların 1979 “İran İslam Devrimi” sonucu büyük darbe yemesi, Amerikan emperyalizmini, “radikal” ya da “ılımlı” olsun, İslamist örgütleri çıkarları doğrultusunda kullanmaya ve bunun için Sünni-Şii çelişkisinden yararlanmaya daha fazla yöneldi. Suudi Krallığı, Körfez Emirlikleri, Katar ve Kuveyt’ten Fas Krallığına, Mısırlı “Müslüman Kardeşler”le Afganistan’da El Kaide örgütlenmesine ve Türkiye’nin sağ gerici ve İslamist parti ve örgütlerine bir tür yeni “yeşil kuşak” koordine etmeye girişti. Çeşitli tarikat ve cemaatlerin desteklediği ve doğrudan temsilcileriyle içinde yer aldığı AKP dahil Türk burjuva hükümetleri, “ata toprakları” saydıkları bölge ülkelerine yönelik emelleri için, Ortadoğu‘ya yönelik emperyalist politikalardan “fırsat çıkarma”ya çalışır ve bu politikalara payanda olurlarken, bu fırsatçı politika, emperyalistlerin bölge stratejilerini uygulama olanaklarından biri olarak işlev gördü.

II-) MİRASIN DİNİ UNSURU VE DİNİ İDEOLOJİNİN SİLAH OLARAK KULLANILMASI

Erdoğan yönetimindeki burjuva iktidarı tüm önceki hükümetlerin uygulamalarının toplamından daha kapsamlı şekilde, dini ideoloji ve kurumlaşmayı topluma yaydı, geleneksel önyargı ve inanç biçimlerini “sahiplenilmesi ve korunması gereken inançsal değerler” olarak payelendirip kitlelerin iktidar politikalarına yedeklenmesi için istismar malzemesine çevirdi. AKP, 4+4+4 eğitim sistemiyle dini-mezhebi eğitimi, okul öncesi kuran kursları, kaçak dini kurumlar aracıyla sürdüren anlayışın devamı olarak çocukluktan başlayarak genç kuşakları yönlendirme ve “kulluk anlayışı“na kazanma programını ileri düzeye taşıdı. Bilimsel akli eğitime karşı dinsel önyargı ve peşin kabulleri içeren ve sömürüye dayalı üretim sistemiyle burjuva devletini karşı çıkılmaması gerekli gösteren dini öğretinin yaygınlaştırılarak daha da etkili hale gelmesi için resmi-gayrı resmi dini kurum, vakıf, dernek, cemaat vb. gibi kuruluşlara; dini propaganda (radyo-televizyon, gazete ve çok sayıda dergi) araçlarına, dini etkinliklere yenileri eklendi ve tüm bunların finanse edilmesi için daha fazla mali kaynak transfer edildi. Erdoğan, 28 Nisan 2016 tarihinde İmam-Hatip Okulları Mezunları ve Mensupları Derneği tarafından düzenlenen “İmam Hatip Gençlik Buluşması”nda yaptığı konuşmada, dört çocuğunun dördünün de imam hatipli olduğunu belirterek, imam hatiplileri, sadece Türk milletinin değil “tüm ümmetin de umudu” olarak gördüğünü söylüyor; medreselerin kaldırılmasının “büyük kayba ve boşluğa“ neden olduğunu belirtiyor ve “Son birkaç yüzyıldır dünyaya hâkim olan düzen”in artık çatırdamakta olmasını dini eğitimin zayıflatılmış olmasına bağlıyordu.[26]

Erdoğan iktidarı, eğitim programı ve ders kitaplarını dini ideoloji ağırlıklı olarak yeniden değiştirdi. Evrim Teorisi’nin kitaplardan çıkarılması, felsefenin dini ideoloji üzerinden okutulması; büyük çoğunluğu İmam Hatip Okulları’na çevrilen okullarda “Temel Dini Bilgiler Dersi” kapsamında “Allah’a kulluk ve ibadet” ve “Allah yolunda mücadele= Cihat” konusunun ders olarak işlenmesi yönünde çalışmalar yoğunlaştırıldı vb. Ancak toplumsal değişim ve kapitalizmin her şeyi maddi ilişkiler temelinde maddi çıkarlara bağlayan hakim karakteri ve bunun tarafından belirlenen düşünsel yönelimler dünyasında, bilim ve akla karşı tüm bu saldırı ve zorlama “beyin yıkama” politikası, etkisini her gün giderek daha fazla yitirmektedir. Bundandır ki, “kinine ve dinine sahip” yeni nesiller yetiştirmek o denli kolay olmayacaktır. Yanıltıcı yeni ya da “sağ popülist” ve dini söylemle takviyeli politik iktidar, parti ve gücün ayak bastığı zemin bu bakımdan da sarsılmaz değildir.

Nitekim bu parti ve hükümetinin tüm devlet aygıtını kendi politikaları ve amaçları doğrultusunda yeniden dizayn ettiği bir zamanda, dini ve şoven milliyetçi argümanlarıyla kitleleri etkileyebilmesinin zirvesinde olduğu koşullarda, Osmanlıcı ve İslamist örgütlenmelerin önünü açıp takviye ettiği ve kendisini de o platforma oturttuğu bir dönemde, kitle desteğinde gerileme belirtileri reddedilemez ve üstü örtülemez şekilde açığa çıkmaya başlamıştır. Erdoğan iktidarı gücünün zirvesindeyken aşağıya doğru yol alma sürecine girmiştir.

ÇÖKÜŞÜN DİNAMİK POTANSİYEL BİRİKİMİ

Erdoğan-AKP iktidarı, İslamist politika ve vaatlerinin yanı sıra belirli ekonomik dayanaklara sahip bir kitle desteğini sağlayabildi ve belirli bir düzeyde bunu hala koruyabilmektedir. Ancak, karşı karşıya olduğu açmazlar giderek boyutlanacak türdendir ve bunun gözü kara saldırganlıkla ortadan kaldırılamayan nesnel nedenleri bulunuyor. Erdoğan, içeride ve uluslararası alanda tırmandırdığı saldırgan politika çatışma ve savaş üretici işleviyle milliyetçi-İslamist ideolojinin etkisi altındaki kesimlerden önemli bir kesimin desteğini hala görmesine rağmen genel olarak halk kitlelerinde tedirginliğe yol açmakta ve “kaybedenin çılgınlığı”yla sürdürülen saldırıların rolü bir yana bırakılırsa, iktidarı giderek sürdürülemez hale gelmektedir. “İşlerin eskisi gibi yürütülmesi“ artık daha da zorlaşmıştır. Kaynaklar daralmaya ve zirveden aşağıya doğru düşüş belirtileri artmaya başlamıştır. Bunun iç ve dış çok yönlü etkenlerinden; ekonomik, askeri, siyasal ve sosyolojik göstergelerinden söz edilebilir. Bunların başlıcaları şunlardır:

I-) Erdoğan iktidarının dış politikası uluslararası alanda ve bölgede, ısrar ettiği türden sürdürülemez biçimde “duvara dayanmış”; bölgeye yönelik saldırganlığı ve AB-ABD’ne yönelik şantajcı karakteriyle açmaza girmiştir. Türkiye’nin mücadelesinin “tek bir alanla sınırlı” olmadığı, önünün dış güçlerce kesilmek istendiği yönündeki söylem, bölgede izlenen yayılmacı saldırgan politikanın desteklenmesi için şoven milliyetçi potansiyeli büyütmeye yöneliktir.[27] Bölge ülkeleriyle ilişkilerde gerginliği arttırıcı, saldırgan   ve yayılmacı; büyük güçlerle ilişkilerde, onların çıkar dalaşı ve rekabetinden yararlanma taktiğiyle belirgin, ABD ve Rusya’nın hamlelerine göre ayarlanmasına karşın, geleneksel Rus düşmanlığı ve 70 yıllık Amerikan işbirlikçiliği geleneğiyle NATO gücü olmayı esas alan bu politika provokatif, saldırgan ve yayılmacıdır.[28] Bölge halklarına yönelik ırkçı-şoven milliyetçiliği körüklemekte, özel olarak Kürt düşmanlığını güçlendirme işlevi görmektedir.

a-) Türkiye’nin “bölgesel güç”, “bölgeye ve dünyaya nizam veren güç”, “küresel güç” olduğu yönündeki söylemi, bu politikanın gerici-şoven içeriği ve yayılmacı karakterini göstermektedir. Erdoğan yönetimi, kendi devri iktidarlarında, “yeni bir dünya gücü” olarak hareket etmelerine yetecek enerjinin biriktiğini, gerekli olanın bunun “kullanılması” olduğunu söyleyerek, “Fırat Kalkanı Operasyonu” ve Sincar’a yönelik bombardıman türünden “yeni askeri operasyonlara girişeceğiz, adları başka olacak” meydan okumaları ve bombardımanlarla daha fazla yıkımı davet eden ve hüsranla sonuçlanmaya mahkum bir politikada ısrar ettikçe, ülke ve halk kitleleri daha büyük tehdit ve tehlikelerle yüz yüze gelmektedir.[29] Böge “pastası”ndan pay alma çabasıyla bağlı bu politika bölge halklarının nefretiyle karşılanmasının yanı sıra, büyük emperyalist güçlerin stratejik manevraları karşısında kedi-fare oyununa dönüşmüştür.

b-) Rusya ve ABD başta olmak üzere büyük emperyalist güçlerin bölge üzerine rekabeti kızışmış, bu güçler askeri kuvvet kullanımı dahil pazar ve etki alanları için kavgayı daha da sertleştirmişlerdir. Bu fiili durum ve çelişkilerin daha da sertleşmesi, bölge ülkelerinin yanı sıra Türkiye’yi de –ki yönetimi tarafından paylaşım kavgalarının içine sürülmektedir- artan tehditlere açık hale getirmiştir. ABD emperyalizminin Trump ve ekibi yönetiminde bir ucundan göstermekte olduğu ve çatışmaları tırmandırıcı işlev gören Ortadoğu ve Pasifik bölgesi üzerine politikalar[30], işbirlikçi burjuva iktidarı tarafından, yayılmacı saldırgan politikaları uygulama olanaklarını genişletici görülmesine; Suriye ve Irak’ta etkisini artırıcı rol kapma “iştahını“ tetiklemesine karşın, alacağı taşeron rolün ötesinde önü açık değildir. Menbiç ve Rakka’da dışlanıp “evine gönderilen” ve “sahaya girişi”nin önü engelsiz de olmayan Türk ordusunun Suriye ve Irak topraklarına yeni operasyonları, ilk açıklama ve pratik tutumlarla gösterildiği üzere bölgedeki Rusya ve ABD tarafından kendi varlıkları, rolleri ve prestijleriyle aykırı; ancak kendilerinin çıkarlarına olduğu ve izinleri dahilinde olabilir görülmektedir.[31] Türk ordusu ve Erdoğan iktidarı ABD ve Rusya’ya savaş açmayacağına göre, bu provokatif ve saldırgan politikasında da amacına ulaşamayacaktır.

II-) Erdoğan iktidarı döneminde -bizzat Erdoğan’ın kendisi siyasi gerilim yaratmakta “ustalaşmış“tır- izlenen dış politika sadece bölgeye yönelik yönüyle değil, Suudi Arabistan, Katar ve Sudan gibi kimi en gerici ve monarşist yönetimler dışında, doğuda ve batıda hemen tüm önemli devletlerle gerilimi artırmış olmasıyla da açmazdadır. Bu iktidar döneminde Türkiye’nin Rusya, Suriye, Irak, İran, Yunanistan, Almanya, Hollanda, İsviçre, İsveç, Danimarka, ve hatta ABD ile yaşadığı sorunlar giderek arttı. “Dış düşman” algısını içeride kitle desteği oluşturucu bir etken olarak kullanan iktidarın gerilim politikası ve siyasal spekülasyonu siyasal-ideolojik rant olarak hasat etmesinin en yakın örneği, cehaletle mukim mahalle kavgalarını aratır türden bir tutum ve üslupla “Referandum“ kampanyası kapsamında Almanya ve Hollanda’ya yönelik olarak sergilendi. Bu ülkelerin yönetimleri Nazilikle-faşistlikle suçlandı. Ülke kaynakları ve pazarını emperyalist talana sonuna dek açan “milliyetçi“ ve “mukadesatçı” zevat, AKP’li bakan ve milletvekilerinin, Avrupa ülkelerinde yaşayan Türkiye kökenli emekçileri Tayyip Erdoğan’ı devlet iktidarının tüm iplerini eline almış bir yeni firavun ya da sultan olarak “seçme oyununa çekmek üzere; hem kendi içlerinde bölme hem de yaşadıkları ve çalıştıkları ülkelerdeki diğer uluslardan emekçilerle milliyetçi-şoven temellerde ayrı tutma politikasına yol açacak biçimde şoven böbürlenme ve tehditleri tırmandırdı.[32]

a-) Almanya’nın “Nazi oluşu”; Hollanda’nın “faşizmi” üzerine bu söylem, burjuva iktidarının sürdürdüğü şantaj diplomasisinin milliyetçi rantını yemek için başvurulan yeni bir “hamle” olmasına ve geleneksel milliyetçi kesimler açısından belirli bir etki yaratmasına karşın, aksi yöndeki tepkileri de artırdı. Devletler arası diplomatik kuralların mahalle kabadayılığı yöntemleriyle ayaklar altına alınması tutumunun bakanların polis eskortları arasında “sınırdışı edilmesi”, korku, tedirginlik, protesto ve aşağılamaları körükleyerek farklı uluslardan emekçiler arasında güvensizlik etkeni işlevi gördü. Bu provokatif politikadan zarar görenler emekçiler oldu.[33]

b-) Bir kez daha kanıtlanan, bu türden hezeyanların burjuva devletler arası ilişkilerde belirleyici olmadığıdır: Emperyalist ülkelerin yönetimleri ve uluslararası sermaye çevreleri için pazarlardan yararlanma, iktisadi çıkarlar ve bunlar tarafından yönlendirilen askeri bağlaşıklıklar birincil dereceden önem gösterir. Bu çıkarlar ise, içeriye yönelik “Eyy Amerika, Eyyy AB” ajitasyonuyla, “Sen kimsin ya sen kimsin?! ” sözde aşağılama gösterileriyle, “döviz bozdurma” kampanyaları ya da portakal bıçaklayıp “Hollanda ineklerini geri gönderme” tehditleriyle son bulmayacak denli kapsamlı anlaşmalarla garanti edilmiştir. Erdoğan iktidarı sözcülerinin “Nazi-faşist” suçlamaları bu bakımdan ikiyüzlü bir “demokrasi ve hukuk” gösterisinden ibarettir. Şoven milliyetçilik ve dini fanatizmin argümanlarıyla süslü siyasal gericiliği yoğunlaştırma politikasını referandumla “millet”e onaylatmak üzere baş vurulan siyasal-diplomatik şantaj ötesinde bir değeri yoktur. Bu ülkelerle ekonomik ve askeri ilişki ve anlaşmalar yürürlükte olmaya devam ediyor ve Türkiye‘nin   “büyük ekonomik atılımı”nın Almanya tarafından “kıskanıldığı” iddiası dayanaksızdır.[34] “Yerli ve milli” söylemine malzeme edinilen “üçüncü köprü ve yeni havalimanı inşası gibi kalkınma ve büyüme harikaları” 49 yıllığına yabancı sermaye grupları işletmeciliğine bırakılmıştır ve zarar söz konusu olduğunda ödeme devletçe garanti edilmiştir. “One Minute” söyleminin, İsrail’le kucaklaşmaya engel olmaması gibi, Almanya ve Hollanda’ya karşı suçlamalar da ekonomik, mali, askeri ihtiyaçların duvarına çarpıp dağılacaktır.

III-) İktidarın Kürt politikası, en önemli açmazlarından biridir. Kürtlerin ayrı bir ulus olduğu gerçekliğinin inkarına dayanan politika, burjuva devlet iktidarıyla bütün burjuva partileri ve hükümetleri için “Türk milliyetçiliği”nin kıstasını oluşturduğu gibi Ortadoğu‘ya yönelik dış politikanın da en önemli başlıklarından birini oluşturur. Kürtlerin, yaşadıkları ülkelerden herhangi birinde kendi siyasal yönetimlerini gerçekleştirmelerinin diğer ülkelerdekiler açısından da harekete geçirici işlev göreceği öngörülerek bu olasılığın önünün “her ne pahasına olursa olsun” kesilmesi, bu politikanın önceliğidir. Bu amaçlı olarak Kürtlere karşı savaş onlarca yıldır sürüyor. Erdoğan’ın, Genelkurmay Başkanı ve İçişleri Bakanı’nın “yok edeceğiz!” söylemi, bu doğrultudadır.[35] Suriye Kürtlerine karşı geliştirilen politika, devletin yüzyıla yayılan inkarcı ve imhaya dayalı bu politikasıyla dolaysızca bağlıdır. Mücadelenin kitleselleşmesiyle birlikte, devlet yöneticileri arada, “Kürt realitesini tanıyoruz” demelerine, ya da 2005’te Erdoğan’ın “Kürt sorunu benim de sorunumdur” söylemiyle ve “devletin güvenlik ve istihbarat kurumları”nın başbakanın emri ve izniyle “siyasal çözüm” için PKK yönetimiyle yürüttüğü görüşme trafiği türünden zorunlu kalınan açıklama ve tutumlara karşın, en barbar örnekleri “Hendek savaşları”nda görülen ve uluslararası kuruluşların açıklamasına göre 2 bin kişinin öldürüldüğü imha harekâtlarıyla sindirme politikasına dönülmesi, iç savaş söyleminin öne çıkarılması, bir zamanlar Doğan Güreş tarafından “düşük yoğunluklu savaş” olarak ifade edilen durumu giderek ağırlaştırdı. Dağlarda ve pusularda öldürülenlerin yanı sıra 1992 Newroz kutlamalarında[36] ve 2015 Aralık ayından başlayarak 2016’ya sarkan “Hendek Savaşları”nda 40 bin civarında Kürt’ün yaşamını yitirdiği tarihin kaydına geçmiş durumda. Bütün bunlara karşın, söz konusu retçi-baskıcı politikanın açmazı derinleşmiştir: Çünkü; a-) Bu politikayı açmaza düşüren gelişmeler giderek boyutlanmıştır: Kürt ulusal mücadelesinin geldiği düzey, bölgedeki durumun giderek daha fazla karmaşıklaşması ve ağırlaşması, ABD ve Rusya’nın karşılıklı olarak Kürtlerin durumunu istismarla soruna “sahip çıkıyor” görünmelerinin yanı sıra ülkede ve bölgedeki gelişmeler en önemli etkenlerdir. Kürt sorunu artık daha fazla bir uluslararası sorun durumuna gelmiştir. İktidar sözcülerinin, “Benim Kürt vatandaşlarımın sorunu yok, terör sorunu var, onu da mutlaka bitireceğiz, bundan emin olun!” söylemiyle Kürtlere karşı saldırganlığı haklı göstermeye yönelmeleri, Suriye’de olduğu üzere, emperyalist devletlerin müdahale ve yararlanma politikalarına alanı daha fazla açmıştır. Bu durum, Kürt halkının ulusal tam hak eşitliği istemli mücadelesini karalamayı “çıkar yol” gösteren Türk burjuva politikasının açmazını daha da büyütüyor. b-) Burjuva devlet iktidarının Kürtleri daha fazla bölme; işbirlikçi kesimlerini yedekleme, Barzani üzerinden Irak Kürtleriyle Türkiye Kürt hareketi arasında çatışmalar yaratma politikası, bu açmazı ortadan kaldırmayacak, aksine milyonlarcasıyla mücadeleye katılmış Kürt halk kitlelerinin hangi ülkenin sınırları içinde yaşıyor olurlarsa olsunlar birbirleriyle çok daha ileriden ilişkiye girdikleri ve yükseliş içindeki mücadele yıllarında karşılıklı destek verdikleri bir süreçte, böylesi “Brakuji” taktiklerine yakınlık göstermeyeceklerini söylemek bugün çok daha mümkündür. ABD’nin Irak Kürt yönetimine koruyucu desteği karşısında, bir dönemler “ilkel aşiret reisi” olarak aşağılamaya çalıştıkları Barzani‘yi, eski genelkurmay başkanlarından Hilmi Özkök‘ün söylemiyle kırmızı halı sererek, ve sonra da Ankara’da Kürt Bayrağı dalgalandırarak karşılayanların, Türkiye Kürt direnişi karşısında ve petrolün pazarlanması ve inşaat alanı başta olmak üzere müteahhitlik işleri gibi ekonomik çıkarlar tarafından yönlendirilen Barzani ile işbirliği politikası da, Kürtlerin siyasal kaderlerini tayin mücadelesini önleyemeyecektir.[37] c-) Barzani-Talabani liderliğinde Irak Kürtlerinin Federe Devlet yapılanmasına gitmelerinde ABD emperyalizminin pragmatist politikasının önemli bir etken olduğu açık olmasına rağmen[38], Kürt ulusunun tam hak eşitliğini tanıma yerine Türkiye’nin bölünmesi korkusu yayarak şoven gericiliği ve Kürt düşmanlığını körükleyenler, Kürtlerin saflarında, en azından bir bölümüyle “başka yere bakma – başka güçlerden çözüm bekleme” tutumunun gelişmesinde başlıca sorumlu olacaklardır. Böylesi bir tutumun gelişmesi Kürtler başta olmak üzere tüm bölge halkları açısından büyük badireleri davet etme gibi bir tehlikeye açık olmakla birlikte, böylesi bir durumda en büyük suçlu bölge ülkeleri yönetimleri, en başta da   Türkiye gericiliği olacaktır.

IV-) Erdoğan iktidarı dönemi, burjuva devlet yönetimi, kurumları ve güçlerinin iç çatışmalara sürüklendikleri bir dönem oldu. AKP burjuva devletini kendi devleti haline getirir ve kapitalist ve İslamcı emellerine ulaşmak için onu en etkili şekilde kullanırken, boyutları bakımından benzer örneğine tüm cumhuriyet tarihi boyunca rastlanmayan silahlı iç çatışmaya da sürüklemiş oldu. Bu süreç devam etmektedir. Bunun başlıca iki tür sonucu netlik kazandı: devlet kurum ve güçlerinin birbirlerine güveni ciddi boyutlarda sarsıntı içindedir. Sermaye düzeni ve çıkarlarına kolluk gücü olmayı “vatansever ülkücülük“ olarak benimseyenlerin dahi hain ilan edilmesi, birbirlerinin ayağını kaydırarak iktidar iplerini eline alma ve buna yönelik “pusu atma devriyeleri”ni tetikte durur hale getirmiştir. Devlet ve kurumlarına güvensizlik artmıştır. Tüm burjuva devlet kurumlarının “bir tek adam”ın(!) yönetiminde birleştirilmesi 90 yıllık devlet işleyiş biçimlerini altüst etmiştir. Parlamentonun, yükseği-aşağısı mahkemelerin, ordu ve polisin bu “tekel”de merkezileştirilmesi sadece halk kitleleri açısından güvensizlik etkeni olmamış, burjuva devlet kurumlarının işleyiş ve ilişkileri açısından da yeni sorunlar doğurmuştur.

V-) Erdoğan’ın başını çektiği “düşmanlaştırarak kamplaştırma ve yedekleme” politikası, iktidar yandaşlığına güç taşımasına karşın burjuvazi açısından büyük badireleri davet eden bir birikimi büyütüyor. Erdoğan iktidarının hakim kılmak için bütün güç ve olanaklarını seferber ettiği gerici-şoven anlayış, “vatandaşlık görevi” ve “vatandaşlık bilinci”ni, iktidarın politikalarına sessiz kalma ve boyun eğme ile koşullandırırken, yaşam koşullarının iyileştirilmesi ve siyasal saldırılara karşı demokratik özgürlükler için mücadele edenlerin, “terör örgütlerinin değirmenlerine su taşıyan hainler” olarak görülmesini kışkırtarak iç çatışma olasılıklarını artırmıştır.[39] Bu politika, hak arayışındaki işçi ve emekçilerin, mücadeleci kadın ve genç kesimlerin, Kürt ve Alevi yurttaşların “etkisiz kılınması gereken düşman” kategorisinde görülmesi anlayışını güçlendirdi. Geri toplumsal kesimler; Erdoğan tarafından “gerektiğinde polis, asker ve hakim olacak” şekilde hareket etmeye kışkırtılan esnaf-tüccar sermaye çevreleri başta olmak üzere “muhafazakâr milliyetçi” kesimler açısından işaret fişeği sayıldı.[40] İktidarı ele geçirmişken bırakmamak için “kefenleri koltuklarında” savaştıklarını söylemekten kaçınmayacak ölçüde gözü kara politika izleyenler, bir kitabın “bazen bir bombadan daha tehlikeli olduğunu” ilan ederek ülkenin ilerici aydın kuşağı ve kitlesini zor ve zindan tehdidiyle susturmaya ve ülkeden kaçırmaya yönelirken,[41] her biri ayrı bir sıkıyönetim komutanı kesilen yerel yöneticiler[42] her tür hak arayışını yasakladı. Yandaş muhbir ve saldırı ağını oluşturanlar ülkede ilerici avına seferber oldu. Hükümet yedeğinde toplanmış “Havuz medyası” dışında kalmış sermaye basınındaki en cılız itiraz seslerini susturmak için tehditler yoğunlaştırıldı.[43]

Bu politika ülke ve yurttaşlar açısından büyük tehlike ve tehditler içeriyor. Ancak, bunun farkına varanların ve bundan kaygı duyanların giderek çoğalması ve bunu belirli tutumlarıyla açığa vurmaları önemli bir gelişmedir. Bu bakımdan başlıca şunlar belirtilebilir: a-) İktidarın “öc alıcı”, çatışmacı, saldırgan politikasından dolaysızca zarar görenlerle birlikte ileri kesimleri başta olmak üzere işçi ve emekçilerin daha geniş bölümleri, liberal burjuva aydınları, iflasa sürüklenen küçük üretici ve esnaf, ve iktidarın politikalarına destek vermiş olanların bir bölümü artan bir tedirginlik içindedirler. İktidar zorbaları “iç savaş” tehditleriyle koltuklarında oturup yağmadan aldıkları payla daha fazla zenginleşmelerine; burjuvazi için kapitalist kârın her şeyin önünde gelmesine rağmen, derinleşen istikrarsızlık ve artan iç ve dış gerginlik, çatışma ortamı ve savaş olasılığı burjuva kesimleri de, geleceklerine ilişkin tedirginliğe ve kaygıya sürüklemektedir.[44] b-) Daha baştan dışlanan on milyonlar bir yana, “milliyetçi ve muhafazakar Türk” de bölünmüş durumdadır: sınıfsal ve politik bölünmüşlüğün yanısıra, Erdoğan’ın “diktatör başkan olması”nı reddeden “Saadet Partisi”yle birlikte MHP ve BBP’nin muhalif kesimlerinin de “hainler” nitelemesiyle karşıya alınması, iktidarın milliyetçilik ve muhafazakarlık söyleminin çürüklüğünü açığa çıkarmıştır. İki seçenekli olduğu belirtilerek ilan edilen bir oylamada seçeneklerden birini tercih edecek olan ya da eden 25-26 milyon seçmeni ihanetle ve teröristlikle ya da terörü desteklemekle suçlayacak denli pervasızlaşan bir iktidarın açmazları artmış demektir. İktidar sözcülerinden bazılarının ve yandaş besleme havuz basını kalemlerinden kimilerinin “iç savaş” tehdidi savurmaları psikolojilerinin de bozulduğuna; iktidarlarını korumak için her tür çılgınlığı yapmaktan geri durmayacak bir tutum içinde olduklarına işaret ediyor. Bir kez daha görülen ve kanıtlanan şudur: dinsel ya da milliyetçi ideoloji olsun hiçbir ideolojik “tutkal”, nesnel gerçeklikleri geçersiz kılmaz, maddi nesnel gerçeklere rağmen uzun süre tutunamaz. Yönetici kast tarafından körüklenen Türk-Kürt, Sünni-Alevi ayrımıyla örülmek istenen ayrıştırıcı duvarlar da yıkılacaktır. Devletin bu alandaki ayrımcı, baskı ve zorbalığa dayalı politikaları bugünkü bölünmüşlük durumunu “muhafaza“ etkeni olmasına karşın, Kürt-Türk; Alevi-Sünni emekçilerin grevlerde, direnişlerde yan yana oluşları, kentlerin yoksul semtlerinde birlikte yaşamaları, aynı iktisadi sorunlara sahip olmaları onları birbirini daha iyi tanımaya ve yakınlaşmaya yöneltmektedir. c-) 7 Haziran seçimlerine gelen süreçteki büyük iyimserliğin bir nedeninin de Kürt sorununun “barışçıl çözümü” yönündeki geniş beklenti olması bu belirlemeyi doğrulayan olgulardan sadece biridir. Yığınlar bizzat yaşadıklarından, kendi yaşamları ve pratiklerinden hareketle dost ve düşmanlarını öğrendiklerinde, kendilerine söylenenler ile içinde bulundukları durum ve koşullar arasındaki ilişkileri irdeleme gücü gösterip sorgulamaya başladıklarında, toplumsal değişimin kendilerinden yana sonuçlar doğurması için kavgaya atılmaktan kaçınmazlar. Toplumsal gelişme buna evrilmektedir. d-) Her türden riyakârlıkla birlikte baskı ve yasakların yoğunluğu altında gerçekleşen “referandum” sonuçları, Erdoğan yönetiminin kent emekçileri üzerindeki etkisinin erimeye başladığına işaret ediyor. İktidarın “mayası” artık zehirleyici bir küflü mantara dönüşmüştür! “Kinine ve dinine sahip makul vatandaş”ların küçümsenmeyecek bir bölümünün, iktidarın rant bölüşümü ve iane dağıtım şirketleri gibi çalışan bakanlıkların “aile yardımları”[45] sayesinde geçindiği; diğer bir bölümünün kredi borçlusu olarak TOKİ evlerinde ikamet edip AVM’lerde alış-verişe gitme “refah düzeyi”ni yakaladığı geçici dönemin sona ermekte olduğunu gösterir veriler birikmeye başlamıştır: Ekonomi yeni bir daralmaya yol alıyor. Bavullarla kayıtsız para taşınması ve “Sadaka” politikasını sürdürmek eskisi gibi mümkün olmayacaktır. e-) Devlet gücü ve olanaklarının kullanılmasına, “Başkanlık sistemi”ne karşı çıkanlara yönelik devlet terörü ve yasaların açık ihlaline karşın, özellikle büyük kent merkezlerinde yoğunlaşan işçi sınıfı ve emekçilerin önemlice bir bölümü; genç kuşaklar ve kadınlar yaşananlardan duydukları endişe ile AKP ve hükümetinin politikalarına duydukları tepkiyi ortaya koyarak hayır deme yönünde irade beyanında bulundular. Artık eskisi gibi gitmeyeceğini görenler AKP ve Erdoğan yönetimine destek veren kesimlerden bir bölümünün de içinde yer aldığı şekilde daha da çoğalmıştır. İleri işçi ve emekçiler, ilerici-demokrat ve sosyalist aydınlar, geniş kadın kitleleri ve geleceğinin karartılmışlığının farkına varan genç kuşaklardan genişçe bir kesim, Kürtlerin büyük çoğunluğu ve Alevi inancından halk kitlelerinin küçümsenmeyecek kitlesiyle birlikte bu diğerleri de, Erdoğan iktidarının ülkeyi ve halk yığınlarını giderek büyüyen tehlikelerin içine sürüklediğini fark ederek, bu iktidara ve onun politikalarına karşı çıkıyorlar.

VI-) AKP yönetimi, Türkiye‘nin kendi iktidarlarında atılım kaydettiği iddiasını ekonomik büyüme verilerine dayandırıyordu. Ancak bu veriler ekonominin yeni bir daralmaya doğru evrildiğine işaret ediyor.[46] Genel ekonomik verilere bakıldığında, Erdoğan iktidarının 15 yıl boyunca kullandığı “kaynak bolluğu”na artık kolayca sahip olamayacağı söylenebilir. S&P ve Mondy’s, Türkiye’nin “kredi notu”nu düşürdü. Bu dış sermaye akışını tersine çevirme olasılığının artması demektir. Yatırım yapma tereddüdü büyürken, sıcak para kaçışı ivme kazanacaktır. Erdoğan, “elinde bomba olan terörist ile elinde döviz olan aynıdır” diyerek herkesi döviz bozdurmaya çağırırken, iktidarının ekonomik sıkışmışlığını ve paraya gereksiniminin arttığını açığa vurdu. İstihdamın artırılacağının ilan edildiği bir ortamda işsizlik rakamları daha da büyüdü. Resmi açıklamalara göre çalışabilir nüfusun yüzde 13’ü işsizdir. Gerçek rakam ise 6 milyon civarındadır. İşsizlik 15-24 yaş gurubu gençlerde yüzde 20’yi buluyor. Yılda ortalama 1200-1300 işçi iş cinayetinde can veriyor. Kadınların üçte biri “işgücü”ne katılmış olmasına karşın, ücret eşitsizliğinin yanı sıra yoksulluk ve işsizliğin en fazla etkilediği kesimi oluşturuyor. Kapitalist patronlara, “her biriniz birer işçi alsanız işsizlik sorunu çözülür” çağrısıyla işçi alımına zorlamanın palyatif bir tedbir olma ötesinde çözüm sağlayıcı işlevi yoktur. Bu, kapitalist üretimin kâr amacıyla ve daha fazla kazanmak için kıyasıya rekabet kuralıyla da bağdaşmazdır. İşsizliğin köprü-tünel, yol ve bina inşaatçılığı gibi geçici, süreli işlerin artışıyla önlenmesi mümkün değildir. Bu türden işlerde istihdam edilenler mevsimlik işçiler gibi belirli bir süre sonra işsizliğe sürüklenme tehdidiyle yüz yüze gelirler. 14 milyon kişi yoksulluk sınırlarında yaşam kavgası verirken, milyonlarca dolar askeri seferlere harcanıyor. TÜRK-İŞ, Mart 2017 itibarıyla dört kişilik bir aile için açlık sınırını 1480 TL; yoksulluk sınırını 4823 TL olarak tespit etmişken, Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) aylık geliri 500 lira olanları yoksul kabul ederek yoksul sayısını 12 milyon olarak tespit ediyor. Türkiye’de 500 lirayla yaşanabileceği hayal dahi edilemez. Hane halkı borcu 2016’da 441 milyar dolara; dış borç 416 milyar dolara, özel sektörün dış borcu 293 milyar dolara çıktı. AKP hükümetleri 2003-2015 arası dönemde 650 milyon dolar faiz ödedi. İmalat sanayinin GSYİH içindeki payı 1998’de yüzde 23 iken, 2016’da yüzde 15’e geriledi. En zengin yüzde 1’in toplam servetten aldığı pay 2014 itibarıyla yüzde 54.4 idi. Nüfusun yüzde 99’un aldığından daha fazla![47]

SONUÇ YERİNE

Son on yılların politik pratiği, sağ gerici düzen partilerinin yürüttükleri politikalarla belirli bir farklılık gösteren ve kitlelerin iktisadi-sosyal taleplerini pragmatist amaçlı sahiplenme tutumuyla burjuva politik arenaya giren “yeni alternatif parti”lerin, özellikle “statükoya karşı olma”, “milleti temsil etme”, “halkın refahını gözetme” söylemiyle yığınsal destek gördüklerini bir kez daha gösterdi. İşbaşına geldiklerinde vaat ettiklerine bağlı kalıp kalmamalarından bağımsız olarak bu türden “yeni” düzen partileri ve politikacılarının milliyetçilik ve sahte bir halkçılık söylemiyle yığınları etkilemesinde, burjuva ideolojik hakimiyet önemli bir işlev görse de, asıl etken, yığınların çözümsüz kalmaya devam eden sorunlarının “belki çözülür!” beklenticiliğini beslemesidir. Önceki burjuva partileri ve hükümetlerinin uygulamalarına duyulan güvensizlik, sosyal ekonomik ve politik taleplerinin karşılıksız kalmaya devam etmesi ve bunun yol açtığı geleceğe dair güvensizlikle birlikte daha iyi bir yaşam umudu onları, karşılarına “bu sorunlarınızı biz sahipleniyoruz ve ancak biz çözeriz!” söylemiyle çıkan yeni siyaset sahtekarlarına yöneltti. Kapitalist sömürü sisteminin koruyucu ajanlığı bu partilerle politikacıların halk kitlelerine yönelik manipülatif söyleminde, sosyal hakların sahiplenilmesi, refahın herkes için sağlanması, kişi özgürlüklerinin önemsenmesi üzerine ikiyüzlü politik gösteriye dönüşerek, onların kaygı ve korkularıyla birlikte duygu ve inançlarının da istismarı üzerinden kitlesel desteğe dönüştü.

Ancak, bu şoven milliyetçi politika, nesnel gelişmelerle birlikte yarattığı toplumsal travmalar nedeniyle eskisi gibi sürdürülmez. Varsayılan ve tasarımlanan “milli ve yerli” toplum farklı sınıf ve kesimlere bölünmüş; zengin yoksul uçurumu derinleşmiştir. Nüfusunun yüzde 85’i kentlerde yoğunlaşan, zenginliğin ve yoksulluğun karşıt kutuplarda biriktiği; “har vurup-harman savuran” küçümsenmeyecek bir üst ve orta kesimin yanısıra 15 milyon civarında işçisi olan, nüfusunun en az yüzde 20’si yoksulluk içinde yaşayan, 4.5 milyonu kayıtsız işlerde ve sosyal güvencesiz çalışan, 5 milyonu asgari ücretli, yüzde 67’si düşük gelirli, 5 milyon kredi borçlusu bulunan, sermayenin merkezileşmesi ve yoğunlaşmasının sonuçlarından biri olarak son on yılda 1 milyon 319 bin küçük işletmenin işyerini kapattığı, “bankaların web sitelerinde ödenemeyen krediler dolayısıyla satılığa çıkmış ev ve arabalar“ın sergilendiği¸“üretilen zenginlikten ben ne kadar kaparım?” anlayışıyla hareket eden ve “genişleyen ekonomi”nin dağıttığı paydan yararlanmış insanların durumunun giderek sarsıldığı bir toplumda, bu durum böylece sürüp gidemez. Aşağıya doğru düşüş başlamıştır ve olağanüstü gelişmeler olmaz ise, bu tersine çevrilemez.

Kitlelerin sosyal-iktisadi ve politik talepleri karşılanmaksızın duruyor ve bu doğrultudaki mücadele baskı ve yasaklara rağmen sürüyor. Devrimci politikanın gücü bu taleplerin sahiplenilmesi ve kitlelerin bu talepler için mücadeleye seferber olmasındadır. Politik-pratik çalışmada yoğunlaşma, örgütlenmenin sağlamlaştırılması, siyasal teşhir ve ideolojik mücadelenin etkin sürdürülmesi bu dönemin işçi sınıfı ve tüm ezilenler yararına sonuçlar verebilmesi, ya da bu yönde birikim sağlaması için şarttır. Kapitalist çıkarlar tarafından yönlendirilen politikaların teşhirini yaygınlaştırmak; sosyal-iktisadi ve politik taleplerin elde edilmesi için burjuva devlet iktidarına karşı mücadeleyi örgütlemek büyük önem gösteriyor.

[1] Hakan Arslan’ın derlediği veriler, yağmanın büyüklüğüne işaret ediyor. Buna göre, Fruko-Tamek şirketinde 1991 yılı itibarıyla 70 milyar lira değer biçilen yüzde 36’lık kamu hissesi bu fiyata satılırken, satın alan şirket iki yıl sonra aynı hisse payı için 10 trilyon liraya yabancı ortak arayışına girmiştir. Yani şirket değerinin çok altında özelleştirilerek alıcıya kaynak aktarılmıştır. Bir diğer örnek KÜMAŞ’tır. Şirketin 1994-95 yılları karı 45.6 milyon dolardır. Şirkete 99.5, bağlı maden rezervlerine ise 82. 1 milyon dolar değer biçilmiştir. Ancak şirket, kasasındaki 40 milyon dolar nakit parayla birlikte Zeytinoğlu Holding’e 108 milyon dolara satılmıştır. Yağma pastasının bir diğer örneğine termik santrallerinin satışında karşılaşıyoruz. İşletme hakları 1.2 milyar dolar karşılığında 20 yıllığına satılan 10 termik santralin yıllık kâr toplamı 750 milyon dolar civarındadır. Santrallerin kurulu oldukları topraklar satış fiyatının içindedir. Hakan Arslan, Küreselleşmenin Emek Üzerindeki İdeolojik Etkileri ve Seçenek Sorunu, Küreselleşme içinde, İstanbul: İmge Kitabevi, sf. 220

[2] Taner Timur, 30 Mayıs 2000 tarihli Milliyet gazetesi “Ekonomi Servisi”ni kaynak göstererek, 1992’de kurulan “TBMM Hayali İhracat Araştırma Komisyonu Başkanı”nın bir açıklamasına işaret eder. Buna göre, 1984-1990 yılları arasında hayali ihracatçılara, 1992 fiyatlarıyla 240 trilyon lira ödenmiştir. 2001 yılında Maliye Bakanlığı’nın istemiyle yapılan operasyonlarda ise 1996-1998 arası üç yıllık sürede 3 milyar dolar hayali ihracat yapıldığı tespit edilir. “Türkiye Nasıl Küreselleşti?”, İstanbul: İmge Kitabevi, s.57-58

[3] 24 Aralık 1995 seçimlerinde oyların yüzde 21.38’ini alan Refah Partisi ilk sıradaydı.

[4] ANAYOL hükümeti başbakanı yapan Tansu Çiller‘in örtülü ödenekten 500 milyar lira çektiği açığa çıktı. Bu yöndeki iddiaları “milliyetsizlerin iftirası“ diyerek inkar eden Çiller, Hüriyet Gazetesi‘nde belgesi yayımladığında (11 Mayıs 1996), bu kez de, “Nereye harcadığımı açıklarsam savaş çıkar, dünya birbirine girer“ diyerek kestirip attı.

[5] İdeolojik-kültürel etkin görüşler, dini ideolojinin geleneksel etkisi, önyargı ve alışkanlıklar kuşku yok ki, insanların politik yönelişinde işlevlidir. Ancak, geniş halk kitleleri açısından “karın doyurmayan söylemler“in etkisi ile maddi gerçeklikleri arasındaki ilişki eninde-sonunda ikincisi yönünde değişim geçirmeye mahkumdur. Gerçeklikle çelişen ideolojik yönlendirmeler ve önyargılar maddi yaşamın gerçekleriyle çatışarak inandırıcılıklarını uzunca bir süreçte de olsa yitirirler.

[6] Tablo I bu durumu çarpıcı şekilde gözler önüne seriyor. Bkz. S. 8

[7] “Yabancı Sermaye Derneği Başkanı“nın açıklamasına göre, 1954-2000 arası elli yıla yakın sürede giren toplam doğrudan sermaye miktarı 13.5 milyar dolardır. Aktaran T. Timur, Türkiye Nasıl küreselleşti?, s.96

[8] Prof. Mahfi Eğilmez, UNTAC ve World Inwestmend Report’un 2006, 2010 ve 2016 verilerine dayanarak Türkiye’ye gelen yabancı doğrudan sermayenin 2003’te 1.8; 2007’de 22.0; 2010’da 9.1 ve 2015’te 16.5 milyar dolar olarak verir. Ekonomi Bakanlığı, 2016 yılı Ocak-Ekim döneminde net doğrudan uluslararası yatırım girişi 8,1 milyar ABD doları olarak açıkladı.

[9] Korkut Boratav röportajı, Evrensel, 18 Şubat 2017

[10] Dışsatım(ihracat) ve dışalım(ithalat) rakamları, herhangi bir dış tekel ya da firmanın doğrudan ya da ortaklıklar üzerinden ülke içindeki üretimi ve dışarıya satımı ile ülke içinde bulunan ve fakat ülke dışındaki bir alanda kurduğu şirketler üzerinden yaptığı işlemler, vergi kolaylıkları vb. gibi uluslararası sermayeye tanınmış ayrıcalıklardan yararlanmak üzere ithalat içinde göstermesi nedeniyle gerçek durumu yansıtmamaktadır.

[11] Hakan Arslan, Küreselleşmenin Emek Hareketi Üzerindeki İdeolojik Etkileri ve Seçenek Sorunu, “Küreselleşme; Emperyalizm, Yerelcilik, İşçi Sınıfı” içinde, s.166 (İmge Kitabevi)

[12] Bağımlı ülkelere sermaye ihracı 1986 sonrasında, 1970-1986 dönemine kıyasla hızlı bir artış göstererek 50 milyar dolardan 1980’de 100 milyar dolara, 1996 da ise 349 milyar dolara yükselmiştir. UNTAC 1997 verilerini kaynak gösteren E. Ahmet Tonak, bağımlı ülkelere dış sermaye akışında görülen hızlanmaya karşın, toplam yabancı sermaye stoğunun %75’inin Kuzey Amerika, Avrupa Birliği, Japonya ve Güneydoğu Asya ülkelerine yapıldığını yazar. Türkiye’nin de aralarında bulunduğu bağımlı kapitalist ülkelere yapılan sermaye ihracı ise ağırlıklı olarak devlet tahvili, hisse senedi, bono alım-satımı üzerinden faiz ve rant getirisi sağlayan “spekülatif“ ya da “rantiyer“ sermaye olarak gerçekleşmiş; doğrudan yatırımlara yönelen kısmı ise “devede kulak“ olarak kalmıştır. E. Ahmet Tonak, Küreselleşme, Emperyalizm, Yerelcilik, İşçi Sınıfı, İmge yayınevi, s.38-39

[13] 1986-2002 arasındaki 17 yıl süresince toplam 8 milyar dolarlık özelleştirme yapılırken AKP iktidarının ilk 7 yıllık süresinde 30.6 milyar dolar; 1986-2016 arası dönemde ise toplam olarak 68 milyar dolarlık özelleştirme gerçekleştirilmiştir. www.bloomberght.com/haberler/haber/1936127-özellestirme-gelirleri-.

[14] Her yıl olduğu üzere, bu yılın(2017) ilk aylarında da Türkiye’deki zenginler listesini açıklayan Forbes Türkiye Dergisi’nin 12 kez hazırladığı “En Zengin 100 Türk” listesinde, 3 milyar 700 milyon dolarlık servetiyle Yıldız Holding patronu Murat Ülker ilk sırada bulunuyor. Forbes’in ilk 100 listesinde 31 dolar milyarderi yer alıyor ve sıralamada 3 milyar dolarla Fiba Holding Yönetim kurulu Başkanı Hüsnü Özyeğin ikinci; 2 milyar 400 milyon dolarla Koç Holding Yönetim Kurulu Başkanı Semahat Arsel ile Enka Holding Başkanı Şarık Tara üçüncü; 2.2 milyar dolarla Koç Holding Onursal Başkanı Rahmi Koç altıncı sırada yer aldı. Dolar milyarderleri arasında 24 kadın da bulunuyor.

[15] AKP hükümeti, “kamu taşınmazları”nın Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın oğlu Bilal Erdoğan’ın yönetimindeki TÜRGEV’e “49 yıllığına bedelsiz tahsis edilmesini” yasalaştırdı.

[16] İnönü Üniversitesi, İİBF öğretim üyeleri Doç. Dr. Hakan Erkuş ile Dr. Kadir Karagöz’ün ortak çalışmasına göre, “kayıt dışı ekonominin tahmin edilen büyüklüğüne bağlı olarak hesaplanan vergi kaybının GSYH’ye oranı“ 2005 yılı itibarıyla yüzde 35,37’i bulmuş; kayıtdışı ekonomi 2016’da yüzde 28.72 ile OECD’nin 34 ülkesi içindeki en yüksek orana yükselmiştir. Ekonomik faaliyetlerin üçte biri kayıtdışıdır. 4.5 milyon işçi bu alanda hiçbir sosyal güvenceye sahip olmaksızın asgari ücretin de altında bir ücretle çalışıyor. Kaçakçılık, uyuşturucu ticareti vb.’den elde edilen milyarlarca dolar karapara pazarıyla birlikte rüşvet ve yolsuzluğun artışı ekonomik-sosyal ve kültürel yaşamın unsurları arasına artan şekilde “nüfuz etmiş”tir. (Maliye Dergisi, sayı 156, Ocak-Haziran 2009)

[17] Al Monitor, 2014’te yayımladığı bir makalede o güne dek olan 12 yılda 36 milyar dolar kayıt dışı para girişinin olduğunu yazdı. İndigo dergisine göre ise 2015’te 13 milyar dolar kayıt dışı para daha giriş yaptı. 2003-2015 arası dönemde toplam kayıt dışı para girişinin 40 milyar dolar olduğunu belirten Ekonomistler Platformu, 2016 Nisanı’nda 3 milyar dolar daha girdiğini belirtti.(www.ekonomistler.org.tr/arsivler/4562)

[18] Kalkınma Bakanlığı 2015 yılı Programı verilerine göre, özel sektör işçilerinin reel ücretleri 20 yılda (1994-2014) yerinde sayarken, kamu işçilerinin reel ücretleri yüzde 13 oranında geriledi. 1994’te 100 lira olan reel ücret 2014’te 86.6’ya geriledi. www.habertürk.com/…/1047666-ozel-sektorde-reel-ucretler-son-..

[19] Taner Timur, 24 Temmuz 2004 tarihli Milliyet Gazetesi’nin ekonomi servisini kaynak göstererek, TMSF tarafından yayımlanan rapora göre 1997-2004 arası dönemde, 45.6 milyar dolar kaynağın 22 bankaya aktarıldığına, bunun ancak 2.2 milyar dolarının geri alınabildiğine işaret eder. (Türkiye Nasıl Küreselleşti?, s.105)

[20] Ziya Gökalp, Türkçülüğün Esasları, s.97 (İnkılâp Kitabevi)

[21] Akçuraoğlu Yusuf, Türkçülüğün Esasları, s.21

[22] Prof. Ayhan Aktar, İstanbul Bilgi Üniversitesi Öğretim Üyesi, Haftalık Siyasi ve Kültür Gazetesi Şalom‘a 7 ekim 2015 tarihli ropörtaj

[23] Bu birinci gruptakilerden “sosyal devlet“ savunuculuğu, “demokratik haklar“, “laik devlet“ söylemiyle ayrılan CHP yönetimleri ise, Kürtlerin ayrı bir ulus olma gerçekliğini ret politikasında onlarla birleşti. Erdoğan’ın kendisi ve hükümetlerinin daim sloganına çevirdiği “Tek millet, tek devlet, tek bayrak!“ söylemi CHP yönetimleriyle aşırı Türk milliyetçisi kesimi tarafından da benimsendi. CHP yönetimi, Kürtlere yönelik saldırıların “terör“ gerekçesiyle desteklenmesi, Kürt milletvekillerinin dokunulmazlığının kaldırılması, ülke dışına asker çıkarılması için tezkerenin onaylanması, Almanya ve Hollanda’ya karşı “milli seferberlik“ ilanı başta olmak üzere “kritik durum“larda, “ulusal dava“ söylemiyle AKP hükümetinin yanında yer aldı.

[24] Taner Timur, AKP hükümetinde Başbakanlık Müsteşarı koltuğuna oturtulan Ömer Dinçer’in bir makalesine atıfta bulunur. Dinçer, o makalede başka şeylerin yanısıra “İslam“ın “hayatın bütün yönlerini kapsayan bir sistem“ ve “bir hayat tarzı“ olduğunu belirterek İslamist tarikat, cemaat, parti, örgüt ve vakıflar etrafında örgütlenenlerin tümünü “birden temsil etmek ve böyle tek ve bütüncül bir İslam’ı ülkede egemen kılmaya çalışmak“tan söz eder. Başbakan müşteşarıdır ve sözleri, sokaktan geçen birinin sözleri değildir! Aynı makalede, bu amaçlarının karşısındaki engelin “modern, bürokratik ve dayatmacı devlet“ olduğunu ve cumhuriyetin kendileri için “artık çok fazla bir mana ifade etmediğini“ de söyler. Taner Timur, age, s.166

 

[25] 20 Mart 2003’teki Irak’ı işgal harekâtı, petrol ve doğalgaz kaynakları başta olmak üzere bölgenin zengin rezervleri üzerinde hegemonya kurma stratejisiyle bağlıydı. Hesaplamalara göre toplam olarak (işlenen+rezerv) 300 milyar varil olarak tahmin edilen Irak petrolleri bu bakımdan ABD ve AB’nin başlıca emperyalistlerinin iştahını kabartıyordu.

[26] Aktaran, Adnan Gümüş, Prof. Dr., Çukurova Üniversitesi Eğitim Fakültesi Sosyal Bilimler ve Türkçe Eğitimi Bölümü

Teori ve Eylem, Mart 2017, Sayı: 4, s. 59

[27] “Bir toprağın vatan olması için onun şehit kanıyla sulanması lazım, bir bayrağın bayrak olabilmesi için uğrunda kan veren şehitlerinin olması gerekir. Bayrakları bayrak yapan üstündeki kandır, bu toprağın uğrunda biz çok şehit verdik“ diyerek “şehadet“ çağrısı çıkaran Tayyip Erdoğan, Bayrampaşa Çevik Kuvvet Merkezi’ndeki konuşmasında ise, artık “vatan toprakları içinde” mücadeleyle yetinmeyeceklerini, Irak’ta, Suriye’de de olacaklarını belirterek, “Sevgili peygamberimiz ağuşunu açmış, şehitleri bekliyor. Ve peygamberlik makamından sonra en yüksek makam şehitlik makamıdır” diyordu. (25 Mart 2016, Evrensel, Cumhuriyet, Milliyet, ayrıca Erol Anar, Evrensel, 12 Aralık 2016)

[28] Burjuva iktidar yöneticilerinin, ABD’nin 7 Nisan‘da Humus’taki Suriye Hava Üssü’ne füze saldırısını hararetle desteklemesi bunun göstergelerinden en sonuncusu ve çarpıcı olanıydı. Suriye’ye Amerikan hava saldırısını ilk destekleyen üç ülke yönetiminden biri olan -diğerleri İngiltere ve İsrail- Türkiye yönetimi, “saldırının önemli olduğunu, ancak yeterli olamayacağını, devamının geleceğini umduklarını“ söyleyerek “Tampon bölge kurulması“ istemini yeniden dile getirdi ve Suriye’de yer kapma beklentisiyle Amerikan emperyalizminin ardı sıra safa girdi. “Haç ile Hilal’in savaşı“ söylemiyle milliyetçi hezeyanları dalgalandırmaya soyunan şef değneğini Amerikan “Hacı“na kaldıraç yapmak için Amerikan savaş destroyerleri ve Tomahawk’lar yeni bir işaret fişeği ya da “umut ışığı“ olarak görüldü. Bu politika, Amerikan emperyalizmi başta olmak üzere bölgede pazar ve etki alanı mücadelesi yürüten emperyalistlerin çıkarınadır. Amerikan emperyalizmi ve onun komutasındaki NATO ile bütün ilişkilerini aksatmaksızın sürdürenlerin, bir yandan ABD’ni Suriye ve Irak’a ve Suriye Kürtlerine düşmanlığa çağırıp diğer yandan “ABD, bir terör örgütü üzerinden ülkemizi çevrelemeye, kuşatmaya çalışıyor“ söylemine başvurmaları, işbirlikçi ikiyüzlülüğün tüm boyasını dökerken, milliyetçi propaganda ile aldatılmak istenenlerin Türkiye’nin emekçi kitleleri olduğunu da açığa çıkarıyor.

[29] Erdoğan iktidarının sözcüleri, “Bu ülkenin, bu milletin tarih yürüyüşü olağanüstü bir güce ulaşmıştır, durdurulması artık mümkün değildir” propagandasıyla yayılmacı emellerini açık ediyor. İçişleri Bakanı S. Soylu, Türkiye’nin kenara itilerek çevre coğrafyanın şekillendirilmeye çalışıldığını belirterek, “Bizim dışımızda da burada kimsenin oyun kurmasına müsaade etmeyeceğiz” diyor. “Ben göçten de sorumlu bir bakanım” diyen Bakan, biz diyor, “Karlofça’dan beri son 300 yılın en güçlü dönemindeyiz.” (10.04.2017, cumhuriyet.com.tr.)

[30] Beyaz Saray sözcüleri oysa daha üç gün önce, Suriye’de “siyasal çözüm“ için çalışmaların sürdürüleceğini ve Beşar Esad’ın Başkan olarak kalıp kalmayacağına Suriye halkının karar vermesi gerektiğini açıklamışlardı. ABD’nin gerekçesi, İdlib’teki saldırıda “rejim güçlerinin kimyasal silah kullandığı“ idi ve aynı gerekçe, destekçilerinin dilindeydi. Suriye yönetimi kimyasal silah kullanımı suçlamasını reddederken, Rusya ve İran, içinde ABD’nin yer almayacağı ve “tarafsız ülkelerin temsilcilerinden oluşmuş bir komisyonun durumu araştırması“nı önerdi. Bunun üzerine, ABD, “saldırıda Rusya’nın rolünün de araştırılacağını“ açıkladı. Ardından Ruhani ve Putin’in telefonda konuştukları ve “ABD’nin saldırıyla kırmızı çizgiyi aştığını, tekrarlanması durumunda karşılık verileceğini“ söyledikleri basına yansıdı. Misilleme diplomasisine Lavrov ile Tilerson’un ilkin telefonla ve sonra Moskova‘daki yüz yüze görüşmesi eşlik etti. Trump yönetimi diğer yandan Pasifik bölgesindeki askeri hareketliliği artırdı ve Kuzey Kore ile artan gerginlik gerekçesiyle Kore körfezine en büyük savaş gemisini gönderdi.

[31] Erdoğan iktidarı ve yayılmacı generaller komutasındaki Türk ordusu, Suriye topraklarında sürdürdüğü “Fırat Kalkanı Operasyonu“nu “başarıyla tamamladığını“ ilan ettikten birkaç gün sonra, Tayyip Erdoğan ve Savunma Bakanı, “yeni operasyonların yapılacağını, ancak adlarının farklı olacağını“ açıkladı. “Müslüman ülkesi“ Irak ve Libya’yı sattığı ve büyük katliamların suç ortağı olduğu gibi, Suriye’nin iç savaşa sürüklenmesinin başaktörlerinden biri olarak bu ülkedeki “Müslümanlar“ın birbirlerini toplu kırımdan geçirmeleri için 56 ülkeden İslamist terör militanlarını devşirip savaşa sürmekte Amerikan suç çetesiyle işbirliği yapan burjuva iktidarı, Rusya ve ABD’nin “anlaşmalı“ belirlemeleriyle Rakka operasyonuna alınmamış ve Menbiç’e yönelik emellerini gerçekleştirmesinin önü, ABD askerinin Menbiç batısında ve içinde, Rus askerlerinin doğusunda ve güneyinde oluşturdukları barikatlarla kesilerek, yüzgeri edilmişti. ABD savaş heyeti, daha önce, Türk tarafına, “bölgedeki tüm güçlerin IŞİD ile mücadeleye odaklanmaları gerektiği mesajı vermek“ ve Menbiç’te, “Menbiç Askeri Konseyi adlı Arap ağırlıklı bir kuvvetin şehre egemen olduğunu, IŞİD teröristlerinin bulunmadığına Türkiye’yi temin etmek amaçlı bulunduklarını” açıklamıştı. Rusya ise, M. Çavuşoğlu ve Erdoğan’ın “El Bab’dan sonra sırada Menbiç ve Rakka var“ açıklamalarının ve bir tür koalisyon ortağı koltuğundan konuşan Bahçeli’nin “Türkiye için Fırat Kalkanı harekatı beka konusudur. Asla tavizi geri dönüşü yoktur” şeklindeki bağırtısının hemen ardından, “Türklerle yaptığımız anlaşmanın sınırına gelinmiş bulunuyor“ mealindeki açıklamasıyla “bundan sonrası yasak!“ demişti. Rusya ve ABD, Erdoğan iktidarının “fırsattan yararlanma“ politikasıyla ve Suriye Kürt özerk bölgesine saldırma planlarını bozguna uğratarak yayılmacı emellerini gerçekleştirme olanaksızlığını bir kez daha gösterdi. AKP iktidarı, IŞİD koordinatörlüğü ve destekçiliğinden IŞİD’e karşı savaşa sürüklenerek ciddi tutarda parasal, askeri ve politik kayıplara da uğradı ve bu durumun Trump yönetiminin politikalarıyla bağlı olarak değişmesi olasılık dahilinde olmasına ve ileride ne olacağının bugünden bütün yönleriyle bilinmesi olanaksızlığına rağmen, rest çekilerek geri gönderildi.

[32] Sorunu “Müslüman Türk’e karşı olan nefret“ söylemiyle çarpıtarak siyasal rant sağlayıcı bir bezirgan bağırtısına dönüştüren iktidar sözcülerine katılan Devlet Bahçeli, “Türk milletinin bekası“nın söz konusu olduğunu söylüyor, “İşte, bu sebeple, işte bundan dolayı 16 Nisan’da Türklüğün bekası için ‘Evet‘“ denmesini istiyor; “Milli birlik ruhuyla“ tuzakların etkisizleştirileceğini söyleyerek “Ergenekon yiğitleri“yle “Alperenler“i ve de kendine bağlı “Ülkücüler“le Osmanlıcı Tayyip milislerini coşturuyor; Kılıçdaroğlu gibi iki arada bir derede muhalif Türkçülerin yürek ateşini de harlıyordu! “Türk milleti kenetlenmiş halde bütün haysiyetsiz akınları bozguna uğratmaya muktedir“di! Yoksa ne mi olurdu? Yoksa, “Türkiye kaynar“; ateşinde “Berlin yanacak“, “Londra kaosa yatacak“tı! Erdoğan, Bozdağ, Çavuşoğlu ve Bahçeli’nin yedeklikleri çoğaltma, sefer halindekileri coşturma söylemine, Kılıçdaroğlu ve ekibi de, “en Türkçü biziz!“ anlayışıyla   “daha etkili“ protestolar örgütlenmesi çağrılarıyla dahil oldu.

[33] Türkiye’deki gelişmeler Türkiye gericiliği ve kapitalist parti fraksiyonları tarafından Türkiye kökenli “göçmen emekçilerin“ varlığı dolayımıyla Avrupa ülkelerine taşınırken emekçilerin varlığı ve durumu hem bu ülkelerin yönetimleriyle ilişkilerde bir araç olarak kullanılıyor hem de bu ülkelerdeki işçi ve emekçilerin Türkiye’deki politikalara yedeklenmeleri hedefleniyor. Bu, kuşkusuz önemli bir sorundur ve Arap ülkelerinden göçmen akınıyla birlikte daha da belirginleşen ve ekonomik-sosyal, etnik-ulusal ve dinsel-mezhepsel etkenlerle bağlı farklı anlayış, alışkanlık, kültürel yaklaşımların rol oynadığı yeni sorunları doğuran bir durumdur. Türk ve Kürt emekçiler başta olmak üzere bu ülkelerin bazılarında yoğun olarak bulunan “göçmen“ emekçilerin, bu sorunları dolayımıyla yaşadıkları sıkıntı, özellikle Türk burjuva politikasının sabotör işlev gördüğü Türkiye’den müdahalelerle daha da artarken, milliyetçi ve dini ideolojik etki altındaki kesimler, “ulusal“ ve dini aidiyet örtüsüyle daha fazla sarınmakta; bulundukları ülkelerin emekçileriyle aralarına mesafe koymakta, örnek olsun AKP Hükümeti‘nin manipülatif ve bölücü politikaları nedeniyle de, karşı milliyetçiliği kışkırtarak Avrupa ülkeleri sermayesine ve bu ülkelerin burjuva yönetimlerinin politikalarına yardım etmektedir.

[34] Türkiye’nin 2016‘daki 141 milyar dolarlık ihracatının %11’i Almanya ile gerçekleştirilmiş; Almanya’dan 22.4 milyar Euro’luk   dışalım yapılmış, bu ülkeye 14.5 milyar Euro’luk dışsatım yapılmıştır. Türkiye’de 6 bin Alman kökenli şirket faaliyet halindedir ve 9.2 milyar Euroluk doğrudan yatırım yapmıştır. (Hürriyet, 03.03.2016)

[35] Genelkurmay Başkanı Hulisi Akar, “Bugüne kadar olduğu gibi bundan sonra da tarihimizden aldığımız ilham ve milletimizden aldığımız destekle, son terörist etkisiz hale getirilinceye kadar mücadeleye devam edeceğimizden kimsenin şüphesi olmasın. Bu gazi ve kahraman millet, tarihin her döneminde olduğu gibi şu yaşadığımız sıkıntıları da en kısa sürede atlatıp aydınlık gelecekte, kendinden ve yarınlarından emin olarak yaşamaya devam edecektir” şeklinde Erdoğan’ın söylediklerini tekrarlayarak, “millet”in sorunlarının “kahramanlık” söylemiyle çözüleceği yanılsamasının yaratılması kampanyasına katılıyor. (ensonhaber.com, 19.09.2016)

[36] 1992 Newroz kutlamalarına katılan onbinlerin üzerine zırhlı araçlardan, binaların çatılarından, sokak ortalarından açılan makineli ateşiyle, 57’si Cizre’de olmak üzere 94 kişi katledildi.

[37] Ancak bu işbirliği sağlam değildir: Erdoğan ve Türk Genel Kurmayının, Barzani’nin bağımsız devlet kurma yönündeki her açıklaması ya da bu yönde olabileceğini düşündükleri her gelişmeye anında “olamaz, yapılamaz, bırakmayız!“ yönlü açıklamalarla tepki göstermeleri, Suriye Kürtlerinin Rojava’da oluşturdukları “özerk yönetim“in ve bölgedeki Kürt Kantonları’nın birleştirilmesi girişimlerinin Türkiye’nin bölünmesine gidecek bir mücadelenin “cephe gerisi“ olacağını belirterek karşı çıkmaları; Rusya ve ABD yönetiminden bu durumun “sona erdirilmesini“ istemeleri, aksi durumda saldırıp “yok edeceklerini“ açıklamaları bunu gösterir.

[38] Buradan ulusal kaderini tayin hakkının engellenmesi, emperyalistlerin çıkarcı politikaları dolayımıyla tanınmaması ya da zorla bastırılması biçimindeki şoven milliyetçi ve gerici tutum ve politikaların haklılığı çıkmaz. Bu türden tutum ve politikalar tümüyle gerici ve halklara düşman karakterdedir.

[39] AKP İstanbul Milletvekili Metin Külünk, Diriliş Postası gazetesine yaptığı açıklamada “200 yılın hesabının sorulacağını“ söyledi. (Cumhuriyet.com.tr/13.01.2017) Ergenekon, Balyoz gibi kontra örgütlenmelerle birleşerek Erdoğan iktidarını destekleyen D. Perinçek, “Bugün AKP, geleceğini İkinci İstiklâl Savaşının başarısına bağlamıştır. Bu anlamda kendi geleceğini Türkiye’nin geleceği ile birleştirmiştir. Varolan koşullarda Türkiye için de, AKP için de birinci mesele, İkinci İstiklâl Savaşından zaferle çıkmaktır.“ diye yazdı. Tayyip Erdoğan’ı bunun için, kendilerinin de dahil olduğu “iç cephe“ oluşumuna önem vermeye çağıran Perinçek’e göre, “Vatan Savaşında milletin en geniş kesimlerinin devletle birlikte harekete geçirilmesi, başarının anahtarıdır.“ (12.01.2017/Odatv.com)

[40] Muş Alparslan Üniversitesi’nde görevli akademisyen Abdülkadir Şen, Halep’in Suriye ordusu tarafından kurtarılmasının ardından yazdığı tweetlerinde, “Cemevi, Ali, insana saygı, Madımak, hoşgörü diyen ne kadar namussuz mezhepçi varsa Halep’te katillerle beraber. Lanetliler topluluğu…”, “… Sizi bu coğrafyada yeni Malazgirtler bekliyor”, “Bu coğrafyanın her köşesinde bir Malazgirt yaşanacak. Şah İsmail’in bağnaz mezhepçi piçleri hesap verecek. Şahlaştınız Yavuzlaşacağız”, “Suriye direnişi başarısız olursa savaş Anadolu’da Şahİismail’in mezhepçi vahşileriyle yaşanacak. Herkes hesabını buna göre yapsın” diye yazdı.

[41] 4 bine yakını KESK üyesi olmak üzere Devlet kurumlarında çalışan 100 bin kişi tasfiye edildi. Öğretim Elemanları Sendikası Genel Başkanı Vahdet Özkocak, açığa alınan akademisyen sayısının 3 bini geçtiğini ve yeni KHK’larla 7.500’e yükseleceğini açıkladı.(https:/www.kamugundemi.com/haberler-acıga-alınan-akademisyen sayisi-8-bine-yaklasti-h 10096.html)

[42] Sakarya’nın Serdivan ilçesindeki bir alışveriş merkezinde, “Türkiye laiktir, laik kalacak” yazılı pankart açıp slogan atan üç genç saldırıya uğradıktan sonra polis tarafından gözaltına alındı. Konu üzerine Twitter hesabından açıklama yapan Serdivan ilçesinin AKP’li Belediye Başkanı Yusuf Alemdar, “Vatandaşlarımızın huzurunu kimsenin bozmaya hakkı yoktur. Türkiye laiktir ve laik kalacak gibi söylemler ancak teröre destek olmaktır” dedi. (10.01.2017, Cumhuriyet, ayrıca Burak Abatay haberi)

[43] İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, Akçaabat’ta gerçekleştirilen “Referandum İstişare Toplantısı”nda yaptığı konuşmada, Ertuğrul Özkök’ü, yazdığı makale dolayısıyla tehdit etti. Özkök, Başbakan Binali Yılldırım’ın “Vekil iktidarından millet iktidarına geçiyoruz… Tek adam olacak, millet de patron olacak…” sözlerine karşı, “vergisini veren vatandaş olarak”, “Madem sadece bir başkan ve ona bütün yetkileri devreden bir millet var. Aradaki 600 kişiye, benim verdiğim vergiyle, niye maaş ödemeye devam edeceksiniz?” diye sorma hakkı bulunduğunu belirttiği için, Bakan Soylu tarafından aşağılanırken, “Sayın Başbakanımıza laf ediyorsun, dilin çok uzamış senin. Bak Sayın Başbakanımıza laf ediyorsun, senin kimlerin sözcülüğünü yaptığını biz bu ülkede biliyoruz. Çok net ve açık bir şekilde söylüyorum, …. Sen bu ülkenin tarihini bilmiyorsun. Sen bu ülkenin ne noktada, nasıl geldiğini bilmiyorsun. … Sen bize bildiğimiz tarihi mi unutturuyorsun? Kimin sözcülüğünü yapıyorsun Ertuğrul Özkök? Edepsizliğin yeri yoktur. Kimlerle birlikte olacaksan git onlarla birlikte ol.” şeklinde tehdit edildi.

[44] Türk büyük burjuvazisinin tutumuna ilişkin bir açıklama, Koç Holding’in 53. Genel Kurulu’nda Rahmi M. Koç tarafından yapıldı. “Mezhep ve hükümranlık çatışmaları ile terör eylemleri”nin “birçok ülkede milliyetçi, ayrımcı, korumacı ve içe kapanık siyasi akımların ortaya çıkmasına neden oldu”ğunu belirten Rahmi M. Koç, “böyle bir küresel ortamda tehditlerden korunmak ve çıkabilecek bazı fırsatları kaçırmamak için” iç sorunların çözülmesine öncelik verilmesini istiyordu. Bunun için ve her şeyden önce, “toplumsal kutuplaşmanın ve derinleşen görüş ayrılıklarının, gecikmeden giderilmesi” gerektiğini söyleyen Koç, “Cumhuriyet, demokrasi, laiklik ve çağdaşlık gibi yıllardır ülkemizin saygınlığını artıran ve milletimizi bir arada tutan ilke ve değerlerin ön plana çıkarılarak, rasyonel ekonomik ve sosyal politikaların uygulanmasının yanında yapısal reformların yapılması elzemdir.” diyordu.

[45] Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı 3 milyon aileye yardım yaptığını açıklamıştır.

[46] Türkiye, 2001 krizi sonrasında içine girdiği toparlanmayla birlikte yıllık bazda yüksek sayılabilir bir büyüme gösterdi. 2001 kriziyle % 5.7 oranında daralan ekonomi 2010 ve 2011 yıllarında sırasıyla % 9.2 ve % 8.5 gibi yüksek bir oranda büyüdü. Bu hızlı toparlanmada ABD’nin uyguladığı “genişleyici para politikası“ dolayımıyla büyük miktarı “sıcak para“ olmak üzere artan sermaye akışı özel bir rol oynadı. 2008 krizi imalat sanayi kapasite kullanım oranını düşürdü. Bu oran 2008‘deki % 80 den 2009 Şubat‘nda % 63’e geriledi. Krizinden sonraki iki yılda gerçekleşen toparlanmayla birlikte, şirketlerin kâr oranları yeniden yükseldi ve işgücü verimliliği arttı. Ancak bu durum 2014’ten itibaren değişmeye başladı. Büyüme oranı 2016‘da % 2.9’a geriledi. Bir kıyaslama yapıldığında da görülen, AKP dönemi ortalama büyüme oranı olan %4.83 ile AKP öncesi uzun dönemin büyüme oranı ortalaması olan %4.8 arasında sözü edilir bir farkın olmadığıdır.

[47]Evrensel Gazetesi, 10.04.2017