Nuray Sancar

  1. yüzyılın ikinci çeyreğinden itibaren Avrupa kıtasının iki büyük ülkesi, Fransa ve İngiltere’de yardım ve dayanışma dernekleri etrafında örgütlenmeye başlayan, birikmiş talepleri için bildirgeler yayınlayan, illegal sendikal örgütler kurmaya çalışan, irili ufaklı grevlerden Chartistler’in yaptığı gibi kent meydanlarına taşan, amorf bir sosyalizm fikrini durmaksızın tartışırken örgütlendikleri dernekler adına süreli yayınlar, broşürler yayınlayan işçi sınıfı hareketi ile, Marx ve Engels’in bilimsel sosyalizm adını verdikleri teorinin gelişimi birbirine paralel ilerler. Komünistler Birliği’nin talebiyle kaleme aldıkları ve proletaryanın uluslararası hareketinin ilk politik programı olarak adlandırılmayı hak eden Komünist Manifesto’nun yayınlandığı 1848 Şubatı ayı aynı zamanda kıtanın devrimlerle sarsılmaya başladığı zamandır.

1848’e doğru işçi sınıfı saflarından giderek yükselen uğultu ile, 1789’da kralı tahtından etmiş ama henüz politik egemenliğini kalıcı bir biçimde sağlamlaştıramamış; iktidarını, başka toplumsal güçlerle paylaşmak zorunda kaldığı bir sürecin sonunda neredeyse yitirmekle yüz yüze kalmış burjuvazinin huzursuzluğunun yakında bir patlamaya yol açacağı; bunun yalnızca Fransa’yla sınırlı kalmayarak kıtanın diğer ülkelerinde de köklü değişimleri tetikleyeceği görülüyordu.

1848 örneğin Almanya’da olduğu gibi, vaktiyle senyörlerin egemenlik alanı olarak bölünmüş, bu haliyle sermaye birikim süreci ile pazar hareketinin önünde yeni bir engel olarak beliren parçalı coğrafyaların “vatan”a dönüşmesinin; bu coğrafyada yaşayanların da aynı dili konuşan, “kaderde ve kıvançta ortak” bir ulus kimliği altında toplanmasının egemen sınıf için yakıcı bir ihtiyaç haline geldiği dönemdi. Burjuvazinin ulus-devleti hayal ettiği o koşullarda proletarya da tekil talepler uğruna verilen mücadelelerinin sonucunda Manifesto’nun, komünistlerin önüne bir görev olarak çıkardığı üzere “kendisi için sınıf” haline dönüşmenin eşiğindeydi. Ve “iktidarda egemen sınıf olarak örgütlenme” fikri bu ilk programı aracılığıyla   aklına düşmekteydi.

Manifesto’nun girişindeki “Avrupa’da bir hayalet dolaşıyor” ifadesi rasgele seçilmiş bir cümle değildir. Gerçekten de içeriği farklı biçimlerde tarif edilse de ezilen sınıflar arasında çeşitli komünizm anlayışlarının tartışıldığı bir dönemdi bu. Proletaryanın ortalama bilincinde hasar bırakan, çoğu, eski ütopyaların kusurlarını taşıyan komünizm çeşitleri o zaman oldukça yaygındı. Komünizm fikrinin arkaik kalıntılarından, sınıf dışı ideolojik yüklerinden arındırılması ve bilimsel bir analizin sonucundaki bulgularla gerekçelendirilmiş olarak proletaryanın sarih bir stratejik hedefi olarak tanımlanmasının onuru Marx ve Engels’e ait olacaktır.

Ancak işçi sınıfının tutarlı bir eylem kılavuzu olarak Marksizmin teorik sistematiğinin oluşması Marx ve Engels’in zihnine bir vahiy olarak doğmamıştır. O dönem yaşanan sınıf mücadelelerinin bulunduğu düzeydeki sorunlara yanıt arayarak, bu gelişimle paralel ve dönemin, bu sorulara bir şekilde yanıt verme uğraşındaki en yaygın ideolojik referanslarla mücadele ederek şekillenmiştir.

Sonradan, inşa ettikleri kuramın Fransız sosyalizmi, İngiliz ekonomi politiği ve Alman felsefesinden beslendiğini yazacak olan Marx’ın teorik çalışmalarının başlangıcı ve seyri de, bu çalışmaların, içinde gerçekleştiği toplam toplumsal ve siyasal koşullar tarafından şekillendirilmiştir. Onun bir hukuk öğrencisi olarak Epikür ve Demokritos felsefelerini karşılaştırdığı bir doktora tezi hazırlamayı tercih etmesinde de Fransa ve İngiltere’den farklı olarak kapitalizmle gecikmeli tanışan, sanayisi ve ticareti bir hayli geri, iç pazarı parçalı, tarihin neredeyse kaplumbağa adımlarıyla ilerlediği Almanya’da henüz bir varlık gösterebilecek kadar cisimleşmemiş, işçilerin kıtadaki kardeşlerine nazaran eleştirel bir güç olarak sahneye çıkmadığı; bununla yakından ilişkili olarak eleştiri ile siyasal mücadelenin felsefeyle, felsefe yoluyla yapılmasının bu ülke için “çağın ruhu”nun başlıca belirimi olmasının ilişkisi vardır. Zira Fransız işçilerinden farklı olarak Alman işçi sınıfının devrimci sürece gecikmeli girmesinin entelektüellerin zihnindeki karşılığı, ülkenin değişim ihtiyacını, kavramlardan kavramlara doğru süren bir yolculuk sayesinde, düşünsel olarak çözebilecekleri kanısıydı. İdealizmin zirvesine çıkmış ama orada içsel çelişkilerinin, onu adım adım çözüleceği noktaya doğru evrilttiği Alman felsefesi; üzerine yoğunlaştığı, “şey-nesne”, “doğa”, “insan” gibi kavramları ve aralarındaki ilişkileri tanımlamaya, bunları Hıristiyan dininin etkisinden kurtarmaya çalıştıkça dönüp dolaşıp yeniden Tanrıya ulaşmanın paradoksunu taşıyordu.

Dolayısıyla da bilincin tüm biçim ve ürünlerinin zihinsel eleştiri yoluyla ‘özbilince’ indirgenmesiyle ya da ‘heyula’ya ‘hayaletler’e, ‘Saplantı’ya vb. dönüştürülmesiyle değil, aksine ancak ve ancak, bu idealist martavalları doğuran gerçek toplumsal ilişkilerin pratik olarak alaşağı edilmesiyle ortadan kaldırılabileceği”nin[1] kanıtlanması için tutarlı bir felsefi sistemin oluşturulması Marx ve Engels’in doğduğu ülkedeki komünistlerin birincil sorunu haline gelmişti. Felsefe nesnel dünyanın, ilahi kudretin müdahalesi dışındaki özerk varlığını ve hareketini açıklama noktasına gelmiş ama bu icazetli özerklik, üzerine düşen Tanrının gölgesi sayesinde çoktan ortadan kalkmıştı. Yine de bu, gerçek hayatın bilgisinin idealist “martavallar”dan ayıklanmasını kolaylaştıracak bir müdahaleye açık alan bırakan önemli bir gelişmeydi.

1789 Devriminin bir çağ dönümü başlattığını fark eden ve kısmen coşkuyla karşılayan Alman entelektüellerinin, kıtada başlayan devrimci sürece ulusal katkısını Marx’ın şair arkadaşlarından Heinrich Heine ironik üslubuyla şöyle tespit etmişti: “Siz Fransızlar biz Almanlarla karşılaştırılınca yumuşak ve ılımlı kişilersiniz. Bizim Kant yıldırıcılıkta (terörizmde) sizin Robespierre’i çok geride bırakır. Siz topu topu bir kralın kafasını kestiniz. Arı Usun Eleştirisi ise Yaradancılığı (deizm) idam eden kılıçtır.[2]

Gerçekten de o sıralarda klasik Alman felsefesi, bir yandan devrimci ayaklanmalarla kıtada başlayan işçi sınıfı hareketinin yıkıcı ve kurucu gücünün, eski paradigmaları sarsmaya başlamasının dolaysız sonucu olarak; diğer yandan da hücrenin bulunuşunun, Evrim Teorisinin ortaya çıkmasının, buharlı makinanın icadıyla açığa çıkan “insan”ın dönüştürücü kudretinin, icazeti zaten yerinden oynatmış olmasıyla gerekçelerini yitiren monarşiye daha seküler bir açıklama getirme derdindeydi. Ama bunu yapmaya çalıştıkça, devrimle kapanan bir tarih öncesinde hala debeleniyor olmaktan kurtulamamıştı; Üstündeki tanrısal hale ne kadar bulanıklaştırılırsa bulanıklaştırılsın monarşi monarşiydi ve Hegel onu ne kadar “gerçek olan ussal, ussal olan gerçektir” diyerek imtiyazlı yerine iade etmeye çalışsa da, yıkılışının başladığını gösteren çan çalmaya başlamıştı. Göksel olanın yerini yersel olan, tanrının yerini artık, 1789’dan itibaren yapabildikleriyle rüştünü ispatlamış olan insan alacaktı.

Bu mantıksal sonuç, insanı tanrı katına çıkaran bir felsefi kuramın doğuşuna yol açtı. Fransız Devrimi’nin tüm yurttaşlara özgürlük, eşitlik, kardeşlik vaat eden sloganı da bunu tescillemişti bir bakıma. Alman aydınının, önünde eğilmek zorunda kaldığı dünyevi gelişmelerin dolaysız sonucu olarak, bu gelişmelerin faili olan “insan” Feuerbach’tan itibaren yeni bir tanrısal güç olarak felsefeye dahil oluyordu. Doğrusu Alman felsefesinin “insan”ı, alt sınıflar sayesinde devrim yapan burjuvazinin eşitlik, özgürlük ve kardeşlik sloganının içerdiği dışlayıcı genelleştirmesine uygundu. Orada insan sınıflarına ayrışmamış olarak burjuvazinin dayattığı gömleği giymek zorundaydı. İçeriği burjuvazinin çıkarları tarafından belirlenmiş devrim, sonuçları itibarıyla insan tanımından ilk önce alt sınıfları elemiş, kavramın anlamını da burjuva birey ile eşleştirmişti. Engels, insanın, Fransa’da nasıl burjuvaziyi temsil ediyorsa Almanya’da da dar kafalı esnafı temsil ettiğini not düşmüştü.

1789 devrimi sonrasındaki Napolyon restorasyonu döneminde Fransız ordusunun işgaline uğrayan Almanya’nın kırılmış gururunu, Alman birliği ütopyasına tarihten ve mitolojiden gerekçeler arayarak onarmaya çalışırken, bu ütopyayı gerçekleştirecek bir özne olarak sıradan Alman insanının muhtemel yeteneklerini onun “biricik varlığı”nda, ya da “ben”inde inşa etmeye çalışan romantik yazın, bu “ben”lerden oluşturmaya çalıştığı toplumun imkanlarını, açıkça sınıflarına bölünmeye başlamış mevcut sosyal dokuda bulamadığı için, felsefenin en olgunlaşmış düzeyinde bile inşa edici güç olarak Hıristiyan Tanrısına sığınmaktan başka bir şey yapamıyordu böylece. Ya da en fazla Feuerbach gibi “insan” kavramına hale yerleştirmekle meşguldü.

Kıtanın başka yerlerinde tarih hızla yazılırken zamanın durmuş gibi göründüğü Almanya’dan, zamanın ruhuna verilebilecek en yetkin zihinsel yanıtı vermeye çalışan Hege; İngiltere’de ütopik sanayici Owen fabrikalarında işçi komünleri kurmaya, Fourier Fransa’da ütopik sosyalist teorisini düşünmeye başlamışken değişime bir açıklama ihtiyacındaki Alman entelektüelinin, ülkenin içinde bulunduğu koşullarla sınırlı bilincinde bir aydınlanma yaratmıştı. Marx Hegel’in felsefesini çürütünceye kadar geçen süre içinde onun fikirleri, içinde materyalizmin beslendiği, Alman devrimcilerini buluşturan bir kaynak olmayı sürdürdü.

Hegel’e göre, doğada cereyan eden her şey ve tüm toplumsal olaylar kendisini yeryüzüne yayan yüce Tin’in eseriydi. Tin ya da diğer bir deyimle “mutlak bilinç”, kendisini doğaya ve yeryüzüne açmak suretiyle gerçekleştiriyordu. İnsan bilincindeki en kusursuz haline varıncaya kadar kendisine yabancılaşan mutlak bilinç, gerçekleşme tamamlandıktan sonra nihayet kendisine dönecekti. Tarih, başlangıçta kendinde bilinç olarak var olan Mutlak Tinin yeryüzünde kendisini açarak mükemmelleşme sürecinin aşamalarından başka bir şey değildi. Hegel mutlak bilincin, kendisini geçmiş uygarlıkların en parlak coğrafyalarında açtığını iddia ediyordu. Sonra Doğu uygarlıklarından, Antik Yunan’a, Roma İmparatorluğuna doğru gelişmiş, en sonunda da Prusya’da doygunluk noktasına ulaşmıştı. Prusya’yı art arda gelen medeniyetlerin ulaşmaya çalıştığı son nokta, mutlak bilincin kendisine döndüğü bir zihinsel yetkinlik noktası olarak gören Hegel için Prusya monarşisi de mutlak bilincin açılımının son noktasıydı. Böylece felsefe başladığı yere geri dönmüş oluyordu.

Fakat Hegel’in iyiliği, olayların düzensiz sıralandığı; çoğunlukla geçmiş ile şimdi arasında sınır tanımayan, olgular arasında neden sonuç ilişkisi kurma gereği duymayan, bu yüzden anakronik benzeştirmelere açık bir tarih anlayışı yerine, gelişimin ve değişimin bir içsel amaca göre gerçekleştiği noktasına kadar ilerlemesidir. Bu amacın mutlak bilincin hedefli hareketi tarafından önceden belirlendiğini iddia ettiği teleolojik bir tarih anlatısı geliştirmesine rağmen, onun tarih felsefesinin idealist kuruntulardan kurtulması artık an meselesidir. Böylece Hegel Ortaçağ metafiziğini aşan zihinsel yeteneği sayesinde, devrimin ortaya attığı sonra da yanıtladığı, dünyanın nereye gittiği sorusuna, tarihin ilerleyerek geliştiği yanıtını vererek yeni bir çığır aşmıştır.

Hegel felsefesinin, kendisini tanrının yeryüzündeki tecellisi olarak ilan eden Prusya monarşisini olumlayarak görünür ilk mantıksal sonucuna ulaşması, felsefesine içkin diyalektiğin bundan fazlasını vaat ettiğini düşünen müritlerini ayrıştırdığı bilinir. Prusya İmparatorluğuna karşı mücadele eden genç Hegelciler, ki başlangıçta Marx’ın da yakınlık duyduğu kesim, Hegel zemininde kalmak suretiyle tarihsel gelişmeleri anlamanın artık mümkün olmadığı, toplumsal değişimin de zihinsel sınırlar içinde kalamayacağının anlaşıldığı ana kadar onun ateşli savunucuları oldular ve kendi aralarında örgütlendiler. Hegel felsefesinin yaygın etkisini kıran ise, Hegel’in felsefesine içrek bir damardan devam ederek onu aşan, bu felsefenin vardığı kolay ve zahiri sonuçlardan bağımsız olarak içerdiği devrimci özün imkanlarından başlamak suretiyle, Alman felsefesinin idealizmiyle hesaplaşan henüz çok genç yaşlarındaki Marx olmuştur. Hegel’in diyalektiğini aşıp geliştirerek, onun yabancılaşma teorisini ters yüz edip dünyevileştirerek, tarihin, kendinde bilincin yeryüzüne açılarak kendisini gerçekleştirmesinin art arda gelen aşamalarından ibaret olmadığını; sınıflara bölünmüş bir toplumda ilerletici gücün sınıflar mücadelesi olduğunu kanıtlayarak yapmıştır bunu.

Marx’ın Hegel felsefesiyle hesaplaşması Genç Hegelciler’in çıkardığı gazeteden başlamak suretiyle 24 yaşında kaleme aldığı 1844 Elyazmaları’nda, Kutsal Aile’de devam eder ve nihayet Hegel’in bir başka eleştirmeni Feuerbach’ın ve Hegel’den neşet eden, klasik Alman felsefecilerinin tezlerinin eleştirildiği Alman İdeolojisinde derinleşir. Sonraki yıllarda da zaman zaman Hegel’e döner, onun felsefesinin işçi sınıfı teorisine olan katkısını teslim etmekle birlikte Hegel’in düşünce tarihindeki bütün etkisiyle mücadele etmeye devam eder. Bu felsefenin toplumsal hareketlere değişik kılıklarda sirayet eden hayaletleriyle ve işçi sınıfı teorisinin oluşma sürecinde bir zihni bariyer olarak zuhur eden mümkün bütün kalıntılarıyla savaşır. Marksizm işte bu idealizme karşı verilen sürekli mücadelenin içinde ve onun ürünü olarak da adım adım inşa edilmiştir.

Hayatı boyunca “maddeci tarih anlayışı”nı metafizikle ve idealizmle mücadele içinde inşa etmiş olan Marx’ın (ve Engels’in) kuramının, başlangıcından itibaren bütün unsurlarıyla tamamlanmış olarak doğduğunu varsaymak, Marksizmin gökten inmiş hazır bir paket olduğunu sanmak anlamına gelir. Son tahlilde de bu, Marksizmi sürekli mücadele ettiği Hegel felsefesinin metafiziğiyle açıklamak demektir.

Marksizmin Marx’ın gençlik yıllarına tekabül eden; doğuşu dönemin sınıf hareketlerinin düzeyinin, zamanın düşünsel atmosferini şekillendiren egemen kavramların, teorik muhakeme araçlarının ve bilimsel gelişmelerin sınırlılığının izlerini taşır. Ama bu sınırlar artık geçmiş düşünsel birikimin yanıt veremez hale geldiği yeni sorunlar karşısında, insan zihninde yeni fikirlerin doğmasının zorlayıcı koşulu haline gelmiştir. Marx’la Engels’in teorisi de onların yaşadığı çağdaki devrimci dönüşümlerin, giderek gelişen işçi sınıfı hareketinin ve yeni doğan komünist eleştirinin zorladığı imkanın zihinsel olarak mümkün son sınırına kadar zorlanmasının ürünüdür.

Marx da Engels de mevcut üretim ilişkilerinin, üretici güçlerin düzeyinin, toplumsal ilişkilerin kaynakları ve gelişmelerinin yönü ile ilgili bilginin insan zihnine yansıyış biçiminin koşullara göre farklılaşmasına sürekli işaret etmişlerdir. İmza attıkları felsefi çerçeveyi oluştururken de Almanya’da kapitalizmin gelişme özellikleri ile, bunun dünya kapitalizminin seyri içindeki konumuna, ülkenin siyasi özelliklerine özel başlıklar açmaları bir tesadüf değildir. Şöyle yazmışlardır Alman İdeolojisi’nde: “Her bireyin ve her neslin verili bir şey olarak hazır bulduğu üretim güçleri, sermaye kaynakları ve toplumsal ilişki biçimleri toplamı, filozofların ‘töz’ ve ‘insanın özü’ olarak tasavvur edip tanrılaştırdıkları ve savaştıkları şeyin gerçek temelidir: Filozofların ‘öz-bilinç’ ve ‘biricik’ diye tanımlayıp başkaldırdıkları halde, insanların gelişimi üzerindeki etkisini ve tesirini zerre kadar sarsmayan gerçek bir temeldir. Farklı nesillerin mevcut halde buldukları bu yaşam koşulları, tarihte periyodik olarak meydana gelen devrimci sarsıntıların var olan her şeyin temelini yıkmaya yetecek kadar güçlü olup olmayacağını da belirler.”[3]

Ortalama düşünürü, “öz-bilinç” ve “biricik” kavramlarıyla oyalanarak dünyayı açıklamaya zorlayan toplumsal zemin aynı zamanda proletaryanın kendi makus talihini yenmek ve maruz kaldığı haksızlıklara, eşitsizliğe, kötü yaşam koşullarına karşı mücadele etmek için hazırlandığı koşulları da yaratmıştı. Dünyaya, nesnel ilişkilere proletaryanın bulunduğu yerden bakmakla onca değişime rağmen değişimin sonraki potansiyelleri hakkında dar bir ufka takılıp kalmak arasında bir fark vardı. Marksizm proletaryanın eyleminden yola çıkarak sınıf mücadelelerinin içeriğini, yönelimini, bunun içinde cereyan ettiği kapitalizmi inceleyerek bütün sınıflı toplumların sonunu getirecek olan proletaryanın tarihsel rolünü güçlendirecek teoriyi inşa ediyordu. Ancak bu, kendisinden önceki teorisyenlerin yaptığı gibi, zekice spekülatif bir çerçeve çizmekten ibaret bir faaliyet değil, gerçek koşulları ve gerçek yaşamsal etkinlikleri içindeki insanların nesnel tanımını yapmaktan da ibaret değil, bütün bir dünyayı egemenliği altına almakta olan kapitalizmin yakın sonunu getirecek çelişkilerini tanımlayıp ondan zorunlu olarak doğan kurtuluş imkanını kanıtlamaktı. Marksizm külliyatı bu kanıtlamanın ta kendisiydi.

Marksizmin Marx ve Engels’in eserindeki süreç içindeki gelişimi, bir dönem Hegel sayesinde, tarihi ve toplumsal gelişmeleri açıklayan temel bir postulat haline gelmiş Yabancılaşma teorisinin eleştirisiyle başlar. Marx’ın 24 yaşında kaleme aldığı 1844 Elyazmaları ve sonraki Kutsal Aile, nihayet Alman İdeolojisi, teorinin sonraki birikiminin kazanımlarını nüve halinde içeren ilk yapıtlar olarak, yazıldıkları dönemdeki düşünsel araçların yani kavramların esinlerini içinde taşıyacak, Alman İdeolojisi’nden itibaren de artık sonu ilan edilmiş Klasik Alman Felsefesi’nin, Feuerbach’çı bir terimle söylemek gerekirse, “momentler”ini aşacaktır.

Giderek ciddi bir ihtiyaç haline gelen kesin ve açıklayıcı dil, üslup ve kuramın kavramsal hazinesinin yaratılması, kapitalizmin bilimsel analizinden çıkan sonuçlarla devrimci bir kurtuluş programı oluşturan proletaryanın hareketinin gelişimiyle paralel ilerler.

Bu, Engels’in deyimiyle “şeylere ait zihinsel imgeler gibi düşüncelerin de benzer şekilde değişime ve dönüşüme tabi olduğunun, biçimlendikleri tarihsel ya da dinamik mantıksal süreçler” içinde geliştirildiğinin kanıtıdır. Engels Kapital’in İngilizce baskısına yazdığı girişte şöyle der: “…Bir bilimin her yeni yorumu, bu bilimin teknik terimlerindeki bir devrimi de içerir… Ekonomi politik, genel olarak, ticaret ve sanayi yaşamının terimlerini oldukları gibi almakla ve bunlarla iş görmekle yetinmiş; böyle yaparken de kendisini bu terimlerle ifade edilen fikirlerin dar çerçevesine hapsettiğini tümüyle gözden kaçırmıştır… Buna karşın modern kapitalist üretimi yalnızca insanlığın iktisadi tarihindeki bir gelişme aşaması olarak gören bir teorinin, bu üretim tarzına ölümsüz ve nihai gözüyle bakan yazarların alışkın olduklarından farklı terimler kullanmak zorunda olduğu açıktır.”[4]

O halde “Yabancılaşma Teorisi”ni de “modern kapitalist üretimi yalnızca insanlığın iktisadi tarihindeki bir gelişme aşaması olarak gören bir teori”nin gelişme aşamalarından biri olarak okumak gerekir. Yazı evreninin çok boyutluluktan yoksunluğu ve bu teorinin doğuş koşulları ile teorinin kendisi arasındaki iç bağıntıları aynı anda gösterme imkanı tanımaması Marksizmin doğuşuyla eşzamanlı nesnel gelişmeleri farklı başlıklar altında birbirinin peşi sıra sınıflandırmayı zorunlu kılıyor. Adet olduğu üzere bu nesnel gelişmelerin teorisyenin zihnindeki yansımalardan başlamakta yarar var. Diğer başlıklar; işçi sınıfı hareketi ve dönemin kurtuluş teorilerinin (ütopik sosyalizm) yer aldığı bölümleri ayıracak. Ancak gerçek hayatta bunların başlıklarla sınıflandırılabilecek kadar birbirinden yalıtılmış, ayrı bir akış halinde bulunmadığının altını çizmekte yarar var.

YABANCILAŞMA TEORİSİ: İDEALİZMDEN MATERYALİZME

Doğada ve toplumda olan biten her şeyin özbilincin yabancılaşmasının ürünü olduğunu söyleyen Hegel’e Marx’ın yanıtı özetle üretici güçlerin belirli bir gelişim düzeyinde, maddi ilişkileri tarafından koşullanan insanların bu düzeye karşılık gelen tasavvurlar, fikirler ürettiğini; bilincin bilinçli varlıktan başka bir şey olmadığını söyleyerek, Hegel’in fikirlerinin de bir spekülasyon olduğunu ilan etmesidir. Öyle ki gerçek hayatın başladığı yerde bu spekülasyon bitecek, bilinç hakkında söylenen boş lafların yerini gerçek bilgi alacaktır. O zaman, etten kemikten insanlara ulaşmak için ne insanların söylediklerinden, hayal ettiklerinden, kavradıklarından ne de anlatılan hayal edilen ve kavranan biçimiyle insanlardan yola çıkılır; aksine, bu yaşam sürecinin ideolojik yankı ve yansımaları gerçek, faal insanlardan yola çıkılarak ve onların kendi yaşam süreçleri temelinde ortaya konur. Kendi hayatını “emek yoluyla” üreten insanlar hangi koşullarda ve hangi amaçla yapıldığından bağımsız olarak elbirliği içinde bulunurlar. Bu elbirliği birçok bireyin dahil olması bakımından toplumsal bir ilişkidir.[5]

Toplumsal ilişkilerin kuruluş biçimini belirleyen özel mülkiyet sistemi Alman felsefesinin üzerine çalıştığı ve konuştuğu, özellikleri bakımından ayrışmamış, nüfusun bütününü temsil eden bir tür olarak soyut insanı değil; bir kısmı özel mülkiyet sahibi sınıfın mensubu, diğer yanda proletaryaya dahil olanlardan oluşan, somut insan topluluğunu üretir. Sermayenin az sayıda insanın elinde birikmesi sayesinde emek gücünü satmaktan başka bir geçim yolu bulunmayan işçinin işgücü metalardan biri, en sefil meta haline gelir. O aynı zamanda sermaye sınıfının mülkiyetine sahip olduğu makinalar derekesinde, üretim araçlarından biri, yaşamsal faaliyetleri kendisinden esirgenmiş bir cihaz olarak bizzat sermayenin mekanik unsurları arasında yer alan bir “şey”dir. Ürettiği metaların çokluğuyla ters orantılı olarak işçinin bedeninde soğurulmuş metanın fiyatı ucuzlar; ürettiği nesnelerin pazardaki değeri arttıkça kendisi değersizleşir. “Emek yalnızca meta üretmekle kalmaz; genel olarak meta ürettiği ölçüde kendini ve işçiyi de meta olarak üretir.”[6]

Emek gücünün bu metalaşma sürecinde işçinin, kendi ürünüyle ilişkisi onun zihninde tersine çevrilmiştir. Meta işçilerin elbirliğiyle ürettiği, onların faaliyetinin doğrudan ürünü bir nesne olarak değil, toplumsal ilişkilerin nesnelerin kendi arasındaki ilişkiye eşitlendiği bir resim olarak belirir. İşçinin nesne üreten kudreti kendisine karşı döner. Dünya metaların hüküm sürdüğü bir yer haline gelmiş; işçi faaliyetinin öz ürün ve sonuçlarından ayrılmıştır.

Marx’ın yabancılaşma teşhisi koyduğu bu süreçte işçi, bütün doğal yeteneklerinden, faaliyetinden, insani ilişkilerinden soyularak etten kemikten edilgin bir varlığa dönüşür.

İnsanın kendi türüyle, diğer insanlarla, üretici etkinliğiyle, ürünüyle olan ilişkisinin ters yüz olduğu bir halidir bu. Çalışmanın yaşamsal bir etkinlik olmaktan çıkarak, temel ihtiyaçların karşılanması için zorunlu, karşılığının ancak insanın gündelik var oluşuna yetecek kadar alınması, işçi için, faaliyetinin bir eziyet haline dönüşmesi anlamına gelir. İnsanın en temel faaliyeti, yabancı bir güç olarak, kendisini hapseden bir kapana dönüşür.

İşçinin emeğine ve emek ürününe karşı yabancılaşması onun kendi doğası ve kendi dışındaki doğa ile organik ilişkisini bozmuş, “proletaryada tüm insanlığın, hatta insanlık görünüşünün soyutlanması, pratik olarak tamamlanmış(tır). Güncel toplumun tüm yaşam koşuşları en insanlık dışı yanlarıyla proletaryanın yaşam koşullarında yoğunlaşmış bulunur.   Proletaryada insan, gerçekte kendi kendini yitirmiştir.”[7]

Marx, yabancılaşma kuramını işlediği ilk yapıtlarında, işçi sınıfının mevcut içler acısı halinin nedenini toplumun, özel mülkiyet sistemine göre örgütlenmiş olmasında ve kapitalist işbölümünde görür. Böylece Hegel’in “Mutlak Tin”inin insan faaliyeti ve bilincinde yabancılaşmasının ürünü olan bir dünya tasavvuruna karşı, gerçek insanların gerçek faaliyetleri içinde kendi özvarlıklarına ve doğalarına karşı yabancılaşmasının altını çizmesi demektir. Dünya tarihi bakımından belirleyici olanın bu, kendi günlük hayatlarını sürdüren işçi sınıfının kendi ürünlerine ve çalışmasına karşı yabancılaşmasını sona erdirmek için gerçekleştirecekleri devrimdir. Tarihi yapan Mutlak Tinin hareketi değil, kendi yabancılaşmalarından kurtulmak için özel mülkiyet sistemini ortadan kaldırma potansiyeline sahip; böylece doğayla, kendi türüyle “insanal” ilişkilerini yeniden kurabilme kudretine, nesnel koşulları nedeniyle sahip insanın eylemidir. Bu insanı temsil eden güç işçi sınıfıdır.

Ortaçağ’dan o güne, insan zihninin, tek entelektüel uğraş biçimi olan dinin hizmetindeki felsefeden Marksizmin ulaştığı bu noktaya gelebilmesi için bütün geçmiş çağların tortusunu ve ağırlığını taşıyan zihinsel meşguliyetin özgürleşmesi gerekmişti. Ne var ki bu spekalüsyondan spekülatif bir yolla kurtulmak anlamına gelmiyordu.

Engels Kant’ın felsefesini bitirenin sanayi olduğunu yazar ve sanayinin gelişmesiyle “kendinde şey”in (tanrının) işinin bittiğini not düşer. Hegel’in “mutlak bilinç”ini, “özbilinç”ini bitiren de, “insanal” bütün yaşamsal süreçlerine yabancılaşmış, ürününün kendine hükmeder hale geldiği işçi sınıfında, Marx’ın gördüğü değiştirici kuvvet ile hareketin gelişiminin adım seslerinin Hegel’in yabancılaşmış diyarında işitilir olmaya başlamasıydı. Bunun zihinsel yansıması ise Engels’in terimleriyle şöyle gerçekleşti:

Descartes’tan Hegel’e, Hobbes’tan Feuerbach’a giden bütün dönem boyunca, filozoflar, sanıldığı gibi hiç de saf aklın gücüyle ileri itilmemişlerdir. Tersine gerçekte onları ileri iten şey, özellikle doğa bilimindeki ve sanayideki gitgide daha coşkunlaşan büyük ilerlemedir. Materyalistlerde bu, hemen yüzeyde kendini gösterir, ama idealist sistemler de gitgide daha çok olmak üzere materyalist bir içerik kazanmışlar ve kamutanrıcı (panteist) görüş açısından tin ile madde arasındaki ayrılığı o şekilde uzlaştırmaya çalışmışlardır… Feuerbach’ın gelişmesi, bir Hegelcinin materyalizme doğru gelişmesidir. Biçim bakımından o gerçekçidir, hareket noktası olarak insanı alır… Feuerbach, doğa her türlü felsefeden bağımsız olarak vardır… Doğanın ve insanın dışında hiçbir şey yoktur ve bizim dinsel imgelemimizin yarattığı üstün varlıklar bizim kendi özvarlığımızın hayali yansısıdırlar (der). Büyü bozulmuştu, sistem parçalanmış ve bir kenara atılmıştı, çelişki çözümlenmişti çünkü yalnız imgelemde vardı.[8]

Ne var ki idealizmin büyüsünü bozarak insanın Tanrının yansıması değil Tanrı’nın insanın imgeleminde yarattığı bir varlık olduğunu ileri süren Feuerbach’ın insanı, maddi bir dünyada, maddi ilişkiler içinde yaşamayan bir insandır. Onun bir tapınma nesnesi haline getirdiği insan hala soyut bir varlıktır. Marx, kendi geçim araçlarını kendisinden önce oluşmuş, belirli toplumsal ilişkiler içinde üretirken özel mülkiyet sisteminin kendisine ve faaliyetine yabancılaştırdığı insanı, toplumsal ilişkileri içinde yerli yerine oturtarak Feuerbach’ın insanını kanlı canlı hale getirmiş, onu bir tapınma nesnesi haline getiren idealist soyutlamanın evreninden çıkarmıştı. Yabancılaşma teorisi gerçek insanların ve onların tarihsel gelişiminin zihinde inşa edilmesi gerekliliğinden doğmuştu. Aynı zamanda bu, sanayileşmenin o anki düzeyine bağlı toplumsal ilişkilerin mümkün kıldığı teorik soyutlama düzeyinin de ürünüydü. Yabancılaşma teorisinin önemi, dönemin sosyalistlerinin de zaten fark ettiği üzere bütün kötülüklerin anasının özel mülkiyet sistemi olduğunun bir kez daha altının çizilmiş olmasında yatmaz. Marksist teorinin sonraki gelişimi için üzerinde hareket edilecek ilk zemini, özel mülkiyet sistemini, sermaye ve emek arasındaki uzlaşmaz çelişkinin ürünü olarak tarif ettikten sonra bu antagonizmanın zorunlu olarak özel mülkiyet sisteminin yıkılışına yol açacağını saptamasıdır esas olan. Marx Kutsal Aile’de insanın proletaryada kendisini yitirdiğini yazdıktan sonra devam eder:

Ama aynı zamanda bu yitirmenin teorik bilincini de kazanmıştır; Üstelik ne sakınabileceği ne de allayıp pullayabileceği sefalet, kendini ona önüne geçilmez bir biçimde zorla kabul ettiren sefalet -Zorunluluğun pratik dışa vurumu- onu böylesine bir insandışılığa karşı doğrudan doğruya başkaldırmaya zorlar; bu nedenle proletarya kendi kendini kurtarabilir ve zorunlu olarak kurtaracaktır da. Nedir ki, o kendi özyaşam koşullarını kaldırmadan kendi kendini kurtaramaz. Güncel toplumun, kendi öz durumunun özetlediği tüm insandışı yaşam koşullarını kaldırmadan da kendi özyaşam koşullarını kaldıramaz.[9]

Marx, Feuerbach’ın insanını gerçek ve yaşayan bir insan olarak ayakları üstüne diktikten sonra, onun kendi koşullarına yabancılaştığı tek düzeyin proleterleştiği düzey olmadığını söyler. İnsanlığın özel mülkiyet sahibi olan kısmı da, yani sermayedar da insanın kendi faaliyetine, türüne ve yaşamsal etkinliğine karşı bir tür yabancılaşma içindedir. Proletarya insanlığın bu iki karşıt sınıfa bölünmüş haline son vermek suretiyle, bunu özel mülkiyet sistemini devrimle tasfiye ederek gerçekleştirecektir. Dolayısıyla işçi sınıfının mücadelesi bir sınıfın kurtuluşundan çok daha fazlasını gerçekleştirmeye yazgılıdır, onun eylemi insanın bir tür olarak kurtuluşunun baş koşuludur.[10]

Yabancılaşma ile özel mülkiyet düzeni, özel mülkiyet düzeni ile onun özel bir biçimi olan kapitalist sistem arasında kurduğu tarihsel ilinek Marx’ı çağdaşlarından ayıran diğer önemli, ayırt edici yönüdür. Üretim faaliyetinin, belirli toplumsal ilişkilerin yaşandığı belirli üretim tarzlarına göre değişkenlik gösterdiğini kanıtlamak suretiyle tarihsel akışın kendisini de soyut bir kurgu olmaktan çıkarmış; özel mülkiyet esasına dayalı kapitalizmin tarihsel, geçici bir evre olduğuna işaret ederek egemen sınıfların iktidarlarının etrafında koruyucu bir zihinsel kalkan oluşturan dinin ve idealist felsefenin karşısında işçi sınıfı hareketinin henüz nüve halindeki siyasal içeriğini açığa çıkarmıştı. Marx diyordu ki:

… kendi ürünümüzün bize hükmeden, denetimimizin dışında gelişen, beklentilerimizi boşa çıkaran, hesaplarımızı suya düşüren nesnel bir güç haline gelmesi, tarihsel gelişimin ana etmenlerinden biridir. İşte, özel ve ortak çıkar arasındaki bir çelişkiden hareketle ortaklaşa çıkar, devlet adı altında, gerçek bireysel ve çıkarlardan ayrı, bağımsız bir biçim alır… Egemen olmak gayretindeki her sınıf, proletaryanın durumunda olduğu gibi, kendi egemenliği eski toplum biçiminin tamamının ve genel olarak egemenliğin ortadan kaldırılmasını gerektirse de, kendi çıkarını yeniden genelin çıkarı olarak sunmak için -ki başlangıçta bunu yapmaya mecburdur- Her şeyden önce politik iktidarı ele geçirmek zorundadır.[11]

Böylece Marx özel mülkiyet sisteminin bütün bedeni, kanıyla-canıyla sermayenin bir dişlisi, bir makine parçası haline getirdiği, kendisine, türüne ve ürününe yabancılaşmış proletaryanın “sefil” görünümünden yola çıkarak bu görünümün gizlediği gerçekliği zihinsel olarak soyutlamış, bu sefaleti yaratan kapitalizmin antagonist çelişkisini çözebilecek kudreti onda görmüş ve nihayet tarihsel akışın yönünü tespit etmişti.

Proletaryanın ve tüm insanlığın yabancılaşmadan kurtulacağı düzen komünizm idi. Marx komünizm ile ilgili yine çağdaşlarından farklı olarak ütopik bir tablo yapmaya çalışmaz. Onun şimdi neden bir nesnel gereklilik olduğunu anlatır ancak hangi nesnel koşullar halinde yaşanacağına dair teolojik cennet betimlemelerine karşı çıkar.

Çalışmayı bir zulüm haline getiren kapitalizmin tersine komünizm, insanın öz etkinliğine yabancılaşmadığı bir düzen, işbölümünün ve onunla “özdeş” mülkiyet sistemini ortadan kaldırma mücadelesinin dolaysız sonucudur. “İşbölümünün koşullandırdığı, çeşitli bireylerin elbirliğinden doğan on kat büyümüş üretici gücün, yani kendi toplumsal gücünün” farkında olmayan bir sınıfa yüklenen bu rol, Marx’ta yeryüzüne indirilmiş bir Mesih hakkında köksüz bir kehanet değildir. Marx Yabancılaşma Teorisinde bu gücün kaynağını açıklar. Ancak henüz ilk yapıtlarında ücret, değer, artı değer ile ilgili analizlerin tamamlanmamış olduğu Marksizmin sonraki yapıtlarında, tüm bağıntıları ve ilişkileri içinde çerçevesi çizilecek olan kapitalist sistemi yıkacak olan güç, işçi sınıfı, ilk yapıtlarda olduğundan daha sarih bir teorik bir zenginlikle, toplumsal rolü de daha berrak bir ifadeyle kanıtlanacaktır.

Kimi Marx okurları ya da Marksologlar Yabancılaşma Teorisi ile Marksizmin sonraki yetkinleştirilmiş hali arasında bir kopukluk olduğunu tespit etmekten hoşlanırlar. Marx’ın “gençlik” yapıtları ile “olgunluk dönemi” yapıtları arasında bir farklılık olduğunu yazarlar. Ne var ki teorinin böyle birbiriyle; sonraki önermeleriyle öncekiler arasında bir kopma, aşma ilişkisi tarif edilerek ilişkilendirilmesi Marksist teorinin gelişiminin bir süreç olarak ele alınmasını engeller. Yabancılaşma Teorisi Marksizmin temel önermelerini içeren; sonraki bilimsel gelişmelerin, işçi sınıfı hareketinin gelişme düzeyinin, teorisyenin içinde bulunduğu tarihsel toplumsal koşulların, teorik üretim sürecinin, önüne çözmek üzere koyduğu sorunlarla yüzleşerek zenginleştirilip geliştirilen bir sürecin başlangıcıdır. Ortaya çıkışını belirleyen tarihsel bağlam Marksizmin, ilk inşa sürecinde hesaplaşmak zorunda kaldığı genel entelektüel iklim, bu düzeyin yarattığı kavramsal ortalama ve nihayet proletaryanın hareketinin gelişme özelliklerinin açığa çıkardığı sosyalizm anlayışları gibi sınırlılıklardan malul olsa da Marx’ın Yabancılaşma Teorisinin geçerliliği bu bağlamla sınırlanmaz. Zira Marx’ın sonraki eserlerinde de, örneğin Kapital’de işbölümü esaslı kapitalist örgütlenmenin işçinin hem kendi ürününe ve kendi dışındaki insanlara yabancılaşmasına yol açtığı sık sık ele alınır. İşçiyi makinenin bir aksamı haline getiren sömürü sürecinin onu nasıl kötürümleştirdiğine, emekgücünün nasıl metalaştığına, ürettiği metanın işçinin üzerinde nasıl hakimiyet kurduğuna nasıl dikkat çeker.

ÜTOPYALARDAN SONRA

Eşit ve adil bir düzende yaşama isteği öteden beri ezilenlerin uğruna mücadele ettiği bir hedeftir. Sınıfsız, sömürüsüz bir dünya hayal eden yoksulların zihninde parlak, ışıltılı bir tasvirle beliren gelecek imgesinin harekete geçirici gücü sayısız isyanın nedeniydi. Ne var ki onca çeşitliliği içindeki tasvire rağmen yine de çok belirgin olmayan gelecek, insanlığın çocukluk günlerinin geçtiği Altın Çağ’ın hafızadaki kalıntılarıyla şimdinin tuhaf bir karışımıydı. Ama ne olursa olsun insanlar “ballı incirleri hep beraber yiyebilmek” istiyorlardı. Bunun için kimi kez hayal edilen “yok ülke”ye giden yolun tarikat biçiminde örgütlenmekten, kimi zaman vaat edilen Mesih’in gelişini beklemekten, kimi zaman da kendiliğinden patlamalara eşlik eden dağınık ve disiplinsiz, bölük pörçük isyanlardan medet umdular. Sıklıkla niyetlerinden bağımsız sonuçlara ulaşmalarına yol açan beklentilerin ara boşluğunda, kurtulmak istedikleri egemen sınıfların çıkarlarının peşinde sürüklendikleri de olur.

  1. Henry’nin danışmanı, arkadaşı, sonra da Başbakanı olan, Krala itaatsizliğinin bedelini kellesi uçurularak ödeyen Thomas Moore’un yazdığı ilk eşitlikçi ütopya kapitalizmin şafağında köylülerin ortak kullanım alanlarının, dokuma manifaktürüne yün sağlamak amacıyla çitlendiği ve bunun sonucunda sayısız İngiliz köylüsünün zorla proleterleştirildiği zamana denk düşer. Moore Ütopya’sında, köylülerin kovulduğu meralara yerleştirilen koyunlardan şöyle bahseder: “Başka yerlerde o kadar tatlı, o kadar tok gözlü olan koyunlar, sizin memleketinizde (yani ingiltere’de) öyle açgözlü, öyle doymak bilmez olmuşlar ki, insanları bile yiyorlar, kırları, evleri silip süpürüyorlar.” Önerdiği kurtuluş yolu ise eşitlikçi, özel mülkiyet sisteminin adilane düzenlendiği bir krallıktır. İnsanlığın zihni, krallıkların ötesinde bir tasavvur için henüz hazır değildir çünkü. Ancak hiyerarşisi yumuşatılmış, adil bir kralın himayesinde bütün tebaanın mutlu ve hoşnut yaşadığı bir ütopyadır bu. Onun ütopyasındaki düzen Şeyh Bedrettin’in, Karmatilerin, Babai isyanlarının, Thomas Münzer’in köylülerinin, hatta Luther’in peşine takılan Almanlar’ın ve diğer Avrupa ve Ortadoğu halklarında gelişen ilkel komünist hareketlerin içerdiği belirsiz hedeflerin, genel hatlarıyla buluşturulmuş halidir.

Ezilenlerin kadın cinsinin Ortaçağ Hıristiyanlığı boyunca gizlice sürdürdükleri Dionysos tapımından kalan ritüelleri bir dayanışma alanı haline getirmelerinden başlayarak 1789 Devrimi’nden sonra, eski ütopyaların romantizmini bir kenara bırakarak kadınların kurtuluşu sorununu işçi sınıfının erkek üyelerine de mal etmek için “kadınların eğitimi ve özgürleşmesi işçi sınıfından erkeğin özgürlüğü için zorunlu bir koşuldur”[12] diyerek ütopyasını gerçek ve nesnel ilişkiler üzerine kurmaya çalışan Flora Tristan’a gelinceye kadar kadın ütopyaları da bin bir kılığa girdiler. Ortak paydaları eşitlik ve özgürlüktü. Ütopyalarının peşinde koştukları için ödedikleri bedel, tarihin sayfalarında ancak bir dipnot olarak veya emekçi kadın yazınının bir parçası olarak kalsa da toplam bir insanlık tarihinin yapıcısı da onların caydırılamadığı mücadeleleriydi. Fakat Fransa’da, üç renkli bayrağı barikatların üzerinde taşıyan Marianne ya da eşitlikçi devlet himayesinin çocuklarını emziren Catherine Ana figürüyle temsil edilen devrim, ekmek ve özgürlük için sokaklara çıkan kadınlara bu imgelerin vaat ettiği hiçbir şeyi vermemişti. Kadınların kendi ütopyalarını taşıyarak sosyalizme yönelmesi de bu tarihte başlar.

  1. yüzyılda çeşitli gelecek tahayyülleri bizzat geleceğin bir hayalden ibaret kalmaması için duyulan kesinlik ihtiyacına da kapı açmış; işçi sınıfı hareketinin sosyalist teori ile buluşmasının önünde zihinsel ve pratik bir engel haline de gelmişti. Böylece ütopik sosyalist görüşlerin biriktirdiği kavramsal araçlar Marksizmin, onlarla mücadele ederek gelişmesinde önemli bir rol oynadılar. Engels’in dediği gibi “Her yeni teori gibi, modern sosyalizm de, kökleri maddesel ekonomik olguların derinliklerine bulunmakla birlikte, önceki eldeki hazır zihinsel birikime bağlanmak zorundaydı.[13]

Hazır zihinsel birikim, artık rasyonel taleplerini sistemleştirerek harekete geçmekte olan, dolayısıyla bunlarla artık yürümesi zor sınıf hareketi için ütopik görüşlerin dayanıksızlaşmasının da kaynağıydı. Bu geçmiş birikimi sınaya-yanıla eleyen işçi sınıfı hareketi ile, eski bilgiyi tasnif ederek, adım adıp eleştirip ayıklayarak ve nihayet aşarak işçi sınıfının yeni teorisini oluşturan Marx ve Engels işçi sınıfının bağımsız bir sınıf olarak tarih sahnesine çıkacağı düşünsel zemini de hazırladılar.

Bu, ütopyaların oyalayıcı rolünün sonsuza kadar bittiği anlamına gelmez. Bugün hala, daha çok orta sınıf menşeli olmak üzere, Sovyetlerin yıkılmasının ardından sosyalizmin başarısız bir “proje” olduğunu tespit ederek yeni, modern ütopyalar geliştiren kesimler; ya da yıkılamayan kapitalizmin nihayet bir ur gibi büyüdüğü, teknolojinin insan üzerinde hakimiyet kurduğu korkutucu distopyalar üretenler vardır. Marx ve Engels’in yaptığı, yüzyıl içinde giderek hakim bir gelecek perspektifi, örgütlenme gerekçesi haline gelmiş sosyalizm versiyonlarının ütopik içerikleriyle mücadele ederek bilimsel bir sosyalizm anlayışı oluşturmaktı. Buraya ileride tekrar döneceğiz.

1789 burjuva devrimi halk kesimlerinin açlıktan, yoksulluktan kurtulmak, ayrıcalıklara son vermek ve nihayet eşitlikçi bir düzen tesis etmek için katıldığı bir devrim olmasına rağmen en ileri amacı Kralı tahtından etmek olan yeni egemen sınıf, bu temel hedefine ulaştıktan sonra emekçiler için devrimin kazanımları, soyut sloganlardan ve ayrıcalıkların devam etmesinden ibaret oldu. Demokrasi üst sınıfların bir oyun alanı, eşitlik; parası olanların yararlanabileceği bir lüks, özgürlük; yoksulluk tarafından kanatları bağlanmış kuştu. Devrim devrime katılan sınıfların kardeşleşemeyeceğini de göstermişti. Köylülerin toprakları hala onlara ait değildi ve toplumsal zenginlikler hala bir azınlığın elinde toplanmaktaydı. 17 yüzyılda başlayan rasyonel eleştirinin sahadaki karşılığı olarak ortaya çıkan devrimin bildirgesinin dayandığı ussal zemin, işçi ve emekçileri de içeren toplam nüfusun hareket düzlemi olduğu sürece ortaya çıkan sonucun içerdiği çelişkiler yüzünden devrim bitmeyecekti. Rousseau ve döneminin aydınlarının bir toplumsal sözleşme aracılığıyla, sayesinde oluşabilecek eşitlikçi toplum düşünün büyüsü daha ilk kritik eşikte sone ermiş görünüyordu.

İlk ütopyacılardan Babeuf yoksulların ruh haline tercüman olmak üzere “Her insan gereksinimlerini karşılama ve doğanın bütün iyiliklerinden yararlanmada eşit bir hakka sahiptir: toplum bu hakkı pekiştirmelidir[14] diyordu ve arkadaşlarıyla birlikte oluşturduğu Eşitler Komplosu’nun faaliyetleri yüzünden giyotinde can verdiğinde devrimin sınırlarının altı bir kez daha çizilmiş oldu. Özel mülkiyet sisteminin kaldırılmasını talep eden Eşitler Komplosu’ndan Babeuf’un yakın çevresi ve polis dışında aslında kimsenin, esas olarak halkın haberi olmamıştı.

Kötü sonlanmasına rağmen bu hareket tekil bir örnek olarak kalmayacaktır. 19. yüzyılın ilk on yılından itibaren ütopik sosyalist görüşlerin, tecrübelerin ve örgütlenmelerin yaygınlaştığı, işçi sınıfı arasında da önemli bir ilgi gördüğü ve böylece harekete geçirici bir güç de kazandığı görülecektir. Ancak bu sosyalist ütopyaların başlıca kusuru, Fransız Devrimi’nin hitap ettiği, onunla yakın ve eşzamanlı olarak ortaya çıkan, Marx’ın Almanya’da iken uğraştığı Feuerbach’çı Alman materyalizminin, Fransa’da Descartes, Rousseau ve diğer Aydınlanmacı düşünürlerin geleneğinden gelenlerin düşünce nesnesi olan bir insan figürü üzerine tezlerini geliştirmesiydi. Fakat işçi sınıfı için artık “…sadece sınıf ayrıcalıklarının bitmesi değil bu sınıf ayrılıklarının da ortadan kaldırılması önemli hale gelmekteydi. (Ütopiklerin) hiçbiri tarihsel gelişimin o arada yarattığı proletaryanın çıkarlarının temsilcisi olarak ortaya çıkmamıştır. Onlar da Fransız filozofları gibi önce belirli bir sınıfı değil, tersine bütün insanlığı hemen kurtarmak istemişlerdir.”[15]

Ütopik sosyalistler toplum modelleri tasarlamışlar, bazıları bunları bir saha çalışması olarak örgütlemeye çalışmış, bir kısmı da zihinde canlandırılan gelecek uğruna örgütlenme işine girişmişti. Devletin en geniş ve en yoksul kesimin durumunu iyileştirmesi gerektiğini söyleyen Sanint Simon’un (1760-1825), giderek, yoksul sınıfların yok edilmiş beden ve ruh bütünlüğünü sağlamayı hedefleyen yeni bir Hıristiyanlık dini oluşturmak gerektiği noktasına gelinceye kadar inancı, toplumun aylaklar ile çalışanlar arasında ikiye bölündüğüydü. St. Simone’un eski ayrıcalıklı sınıfların, çalışmadan yaşayanların, mülksüz kesimlerin bir tarafta; işçilerin, burjuvaların, bankerlerin diğer tarafta olduğu sınıflandırması Fransız Devrimi’ni gerçekleştiren figürlerin kompozisyonuna kısmen uygundu. Çalışıp yükselmenin, zenginliğin ve saygınlığın kuşaktan kuşağa aktarılan pederşahi hiyerarşiye göre itibar kazandığı paradigmanın bir tür tekrarıydı bu. Öte yandan, daha çok insan muamelesi görme, iş güvenliği, adil ücret talep eden işçi sınıfının, “aynı babanın oğulları” olduğunu düşündüğü patronuyla kendilerine eşit muamele gösterilmesini isteyecek durumda olduğu bilinç düzeyiyle de uyuşuyordu. [*Ne var ki diye yazar Harvey, “Örneğin işçiler onlara güvenilir işler vermek yerine eğitmeye çabalayan radikal küçük burjuvazinin özellikle Saint Simoncuların buyurgan tavrına karşı çıkıyor, bu kendini beğenmişliği neredeyse işverenlerinin kayıtsızlığı kadar katlanılması güç buluyorlardı. Agricol Perdiguer adındaki bir işçi tam da bu tür bir eşitlik üzerinde duruyordu: “Bizim zenginlerden daha kaba ya da bozuk bir özden oluşmadığımızı anlamalısınz, kanımız ve bünyemiz onlarda gördüklerimizden farklı değil. Aynı babanın çocukları olarak kardeş gibi yaşamalıyız. Özgürlük ve eşitlik birlikte getirilmeli ve büyük insanlık ailesi içinde uyum içinde egemen olmalıdır.” (Harvey, Paris, Modernite’nin Başkenti, sf. 29)]

Fourier ise (1772-1832) yoksulluğu doğuran şeyin zenginlik olduğuna inanıyordu, Hegel’inkini andıran bir tarih görüşü geliştirmişti ama devrimin de kanıtladığı gibi tarihsel ilerleme tanrının istediği bir yazgı değildi; insanlık yabanıllık, barbarlık, ataerki ve uygarlık merhalelerinden geçmiş ve bugüne ilerlemişti. Daha da ilerleyecekti. Ona göre bu ilerleme bundan sonra Falanster adını verdiği toplulukların kurulmasıyla mümkün olacaktı. 1200-1500 kişilik bu topluluklar Fourier’nin kelebek olarak adlandırdığı tutkularına göre yaşayacaklardı. Kelebek, “insanın belli bir işe sürekli bir şekilde katlanma olanaksızlığı ve o işi değiştirme hakkıdır.”[16] [**Fourier’nin işbölümünün yıkıcı etkisinden kurtuluş için kapitalizmin temel ilişkilerine dokunmaksızın geliştirdiği öneriyle Marksizmin işbölümünün ortadan kalkması için onu yaratan nesnel koşulların, kapitalizmin yıkılması gerektiği tespiti arasında açık bir fark vardır. Alman İdeolojisi’nde Marx ve Engels şöyle yazar: “Gerçekten de iş paylaştırılmaya başlar başlamaz herkesin kendisine dayatılan, onun dışına çıkamadığı, yalnızca kendisine aitbelirli bir faaliyet alanı olur; o kişi avcıdır, balıkçıdır ya da çobandır ya da eleştirel eleştirmendir, ve eğer geçim araçlarını yitirmek istemiyorsa bunu sürdürmek zorundadır. Oysa herkesin bir başka işe imkan vermeyen bir faaliyet alanının içine hapsolmadığı, herkesin hoşuna giden faaliyet alanında kendisini geliştirebildiği komünist toplumda toplum genel üretimi düzenler, bu da, benim için, bugün bu işi, yarın başka işi yapmak, canımın istediğince, hiçbir zaman avcı, balıkçı ya da eleştirici olmak durumunda kalmadan sabahleyin avlanmak, öğleden sonra balık tutmak, akşam hayvan yetiştiriciliği yapmak, yemekten sonra eleştiri yapmak olanağını yaratır…. Üretimin komünistçe düzenlenmesiyle, yani insanın kendi ürününe karşı yabancı tutumunun ortadan kalkmasıyla … insanlar değişimi, üretimi ve karşılıklı ilişki tarzlarını yeniden kendi denetimleri altına alırlar.” (Marx, Yabancılaşma, sf. 100-101)] Ancak o işin, çalışmanın gerçekleştiği kapitalist koşulların farkında değildir. Ve onu iradeyle değiştirebileceğini düşünür.

Sonuçta Fourier, diğer ütopik sosyalistlerin de arazlarını fark ettiği ama nedenlerini açıklayamadığı kapitalist (onun uygarlık dediği) işbölümünün sonuçlarının yumuşatılabileceği bir formül öneriyordu. Ne var ki Falansterlerin toplumsal bir karşılığı da, bir alıcısı da olmadı. Onun, kendiliğinden kurulacağını beklediği bu ütopik yapılar başarısız bir proje olarak kaldı. Bu Fourier’nin diğer görüşlerinin etkisinin az olduğu anlamına gelmez. Zira ütopik sosyalizmin ortaya çıkmasını mümkün kılan iktisadi ve toplumsal koşullar; kapitalist ilişkilerin yüzyılın başındaki düzeyi, sınıf ilişkilerinin ve çelişkilerinin içeriği konusunda işçi sınıfı arasındaki yaygın bulanıklık bu kuramların şu veya bu bölümüne belirli bir ilgi yaratıyordu.

Ütopik sosyalist, romantik deneyimlerden biri de İngiliz sanayici Robert Owen’ın (1771-1858) işlikleriydi. 1800 ile 1829 yılları arasında İskoçya’da New Lanark adını verdiği dokuma fabrikasında 2500 kişiyi istihdam edip iş saatlerini düşürerek, kazançtan prim dağıtarak yaratmaya çalıştığı ütopik cennet, kapitalist piyasanın gerçeklikleriyle ve dönemin siyasi yaptırımlarıyla karşılaşıncaya kadar ayakta kaldı. Ama onu başka hiçbir sanayici takip etmediği gibi, devlet de New Lanark’ın varlığından huzursuz olmuştu. New Lanark kapandıktan sonra Owen, aynı deneyi Amerika’da gerçekleştirmeye çalıştıysa da New Lanark geçmişe ait bir hayal olarak kaldı.

Saint Simon, Fourier ve Owen, fikirlerini sistemleştirdikleri kitaplarla ya da özgün deneyleriyle 19. yüzyılın ütopik sosyalistleri arasında öne çıkan üç isimdir. Ne var ki onların tarihsel kalıcılığının, peygamberler çağında yüzlercesinin aynı anda ortaya çıkmasına rağmen aralarından birinin peygamber olarak sıyrılmasına benzetmek yanlış olmaz. Zira 19. yüzyılın ilk yarısı bir ütopyalar mevsimi olarak yaşanmıştır. Daha fazla öne çıkan ve üzerine konuşulan, Fourier’nin Falansterlerinin, Robert Owen’ın New Lanark’ının yanı sıra sayısız ütopik sosyalist, komünal deneyim yaşanmış; Amerika’ya yol alan gemilerin orta sınıf aydınlardan, sanatçılardan oluşan yolcuları, her şeyi geride bırakarak gittikleri el değmemiş bölgelerde kiraladıkları çiftliklerde komünizm hayalini tatmin edecek girişimlere imza atmışlardır. Bunların hemen hepsi yıldırıcı başarısızlıklarla sonuçlandı. Owen’ın Amerika’ya gidiş de bu kapsamdadır. Engels şöyle der: “Ütopiklerin hepsine göre sosyalizm salt gerçeğin, sağduyunun ve adaletin dışavurumudur. Ve kendi gücüyle dünyayı fethetmesi için yalnız bulunmuş olması gerekir. Ve salt gerçek uzaydan ve zamandan bağımsız olduğu için nerede ve ne zaman bulunacağı, yalnızca bir raslantıdır.[17]

O halde ütopik sosyalistler kendi öznel donanımlarına göre, yeni bir dünya kurmaya veya onu bulmaya çalışmışlardı. Bu kör arayış tarihsel gelişmenin o anki aşaması tarafından kışkırtılıyordu. Aynı tarihsel gelişmenin verileri arasında bulunan, gelmekte olana ilişkin işaretleri tanıyamama hali ve bunun acıklı sonuçları da bu kışkırtmaya dahilldi.   Kapitalizmden insan zihninin kapsamlı soyutlama yapmasını engelleyen koşullar yeni sistemin gelişim düzeyiyle doğrudan ilişkili olduğu gibi, eksik verilerden eksik teoriler geliştirilmesini de kaçınılmaz kılıyordu. Toplam toplumsal ilişkiler eksiksiz analizlerin yapılmasını, doğru teşhislerin konulmasını engelliyordu. İnsanın (ütopyacıların temsil ettiği orta sınıf sosyalizmi savunucularının) kurtuluş isteğine denk düşen teorilerin aynı asude bir düzene varmak için ürettiği fikirler, yol yöntem önerilerinin çeşitliliği bu belirsizlikten de kaynaklanmıştı.

Ama bu çeşitlilik içinden kesin, açıklayıcı, bilimsel bir teorinin doğuşunun da emareleri ortaya çıkmıştı. Marx ve Engels’in kendi teorilerine bilimsel ön ekini seçmeleri kasıtsız değildir. Kurtuluşun spekülatif, zihinde gerçekleşen bir kavramsal hareketten değil bizzat toplumsal gerçeklikten, bu gerçekliğin bir parçası olan işçi sınıfı hareketinden çıktığının kanıtlara dayalı ispatı için de veriler, hem gerçeklik içinde hem de teorisyenin zihninde ve de kendi yapıtlarında olgunlaşmaktaydı.

KENDİSİ İÇİN SINIF…

1831 Yılında Fransa’da Lyon işçilerinin, 1844’te Almanya’da Silezya bölgesindeki dokuma işçilerinin 8 saatlik işgünü ve insanca ücret için günlerce süren grev ve eylemleri, işçi sınıfının ilk eylemleri değildi ancak hiçbir eylem burada gadre uğramış işçilerin eylemi kadar tarihsel bir önem arz etmedi. Bu iki ülkede işçilerin, ileri sürdükleri talepler için mücadele ederken devletin kolluk güçlerinin muamelesine maruz kalması, karşılığında bedel ödemiş olmaları kendiliğinden bir tarihsel önem arz etse de söz konusu olan, bu iki büyük grevin işçi sınıfının bağımsız bir sınıf haline gelebilmesi aşamasında geçtiği bir aşamaya işaret etmesidir. Lyon ve Silezya grevleri; biri ütopik sosyalizmin dorukta olduğu zamanın diğeri de sonuna yaklaştığı dönemin başında yer alarak dönemin sosyalist aydınlarının zihinsel soyutlamalarına yardımcı olmuştur.

Kuşkusuz 1838’den 1848’e kadar süren İngiltere’deki Chartistler de bağımsız bir işçi hareketinin uzun soluklu örgütlenme tecrübesinin örnekleri arasında yer alır. Manchester’da İngiltere İşçi Sınıfının Durumu adlı bir kitap yazarak işçilerin çalışma ve yaşam koşularına dikkat çeken Engels ve İngiltere’ye sürgüne gitmek zorunda kalan Marx da Chartist liderlerle sürekli iletişim halinde olacaklardı. İşçilerin temel taleplerini bir dilekçe yazarak iktidara ve kamuoyuna duyurdukları Chartist hareket, başlangıcından itibaren, sınıfın içinde bulunduğu durumun, bazı politik koşulların ve yasaların değişmesi gerektiğinin farkındaydı. Dolayısıyla hem bu koşulların düzeltilmesi hem de temel iş ve yaşam koşullarının sağlanması için mücadele ettiler. Fransız Devrimi’nden ölesiye ürken İngiliz burjuvazisinin baskısına da maruz kaldılar, kimi hakların tanınmasını da sağladılar. Trafalgar Meydanındaki son mitinglerinde dağıtılıncaya kadar, Chartist hareket kıtanın en güçlü işçi örgütlenmesi olarak dikkat çekti.

Sınıfın kıtadaki ülkelerin iktisadi ve siyasi örgütlenme düzeyleriyle kapitalizmin bulunduğu aşamaya bağlı eşitsiz gelişimine rağmen hem ulusal hem de uluslararası örgütlenme eğilimlerinin arttığı bir dönem yaklaşmaktaydı. 1848’e doğru Fransız işçi sınıfı artık giderek sosyalizme/komünizme aşinaydı. “İşçilerin kendi örgütlerini kurabileceği düşüncesi çeşitli işkollarında ve giderek yaygın bir fikre dönüşüyordu. O sırada Paris’te 120 meslekten üç yüz sosyalist derneğin yaklaşık 50 bin üyesi vardı. 1851 Hükümet darbesinde bastırılana kadar bunların yarısı hayatta kaldı.[18] [*** Fransız, ütopik sosyalist Etienne Cabet’nin (o da ütopyasını gerçekleştirmek üzere Amerika’ya gidenlerdendi) çıkardığı, 5 bin tirajlı Le Populaire’de bir işçinin imzaladığı bildiri şöyle ifadeler içeriyordu: “Yetersiz ücretler, işsizlik, hastalık, vergiler, erken gelen yaşlılık, bizi sefalete sürüklüyor. Pek çoğumuz için hayat korkunç, Ne bizim ne de çocuklarımızın bir geleceği var. Bu yaşamak değil! Oysa her şeyi biz üretiyoruz. Biz olmadan zenginlerin hiçbir şeyi olmazdı ya da yiyecek ekmek, giysi, eşya ya da kalacak yer için çalışmak zorunda kalırlardı. Bu haksızlık! Farklı bir işçi örgütü istiyoruz, bu nedenle komünistiz.” (Harvey, Paris, Modernitenin Başkenti, sf. 107)]

Sınıftan önce teorisinin geliştiği Almanya’da ise öğrenciler “saraylara savaş kulübelere barış” bildirileri dağıtmaktaydılar. Bu arada sürgündeki Marx ve Engels bulundukları ülkelerde bir yandan uluslararası işçi hareketini destekleyen yayınlar çıkarıyor diğer yandan da komünistlerin ve işçilerin uluslararası örgütlerini yaratmak için uğraşıyorlardı. Brüksel’de Belçikalı işçi örgütleriyle ilişkili Alman İşçi Birliğini kurdular. Daha önce kurulmuş Adiller Birliği’ne katıldıktan sonra örgütün adının Komünistler Birliği olarak değiştirilmesinde etkin rol oynadılar.   Birliğin 1847 yılında yapılan kongresinde bütün dünya işçilerine seslenmek üzere hazırlanacak manifestoyu yazma görevini üstendiler. Komünist Manifesto 1848 Devrimi patladığı sırada yayınlanmıştı.

Böylece Dünyanın bütün işçileri birleşin seslenişiyle biten Manifesto, 1848 Devrimi’nde artık 1789 Devriminden gerekli sonuçları çıkararak, bu kez kendi ulusal pazarları üzerinde hakimiyet kurmak ve kendi devletini kurmak için bu devrimde yer alan burjuvazinin bayrağı altında değil, kendi bağımsız ve somut talepleriyle katılan işçi sınıfının bir gelecek programı olarak elindeydi.

İşçi sınıfının Lyon’dan Silezya’dan, Chartistlerden başlamak üzere sayısız tökezlemeye rağmen belini doğrulttuğu; önce belli belirsiz sezgiyle anladığı, sonra kendi nesnel şartlarının bilincine vararak kalkıştığı devrim anında bir politik programa da sahip olmuştu. Sosyalizm sınıfın şahsında bir kuvvet olarak belirmeye artık başlamış bulunuyordu.

Manifesto’da işçilere gösterilen kurtuluş yolu üretim araçlarının özel mülkiyetine son vererek onları kamusal mülkiyet haline geçirmekten ve proletaryanın devletini kurmaktan geçiyordu.

Komünist Manifesto sadece proletaryanın, ne yapacağına ilişkin spekülatif teori ve iddialardan kurtuluşunun değil, aynı zamanda çağın, insanı dönüp dolaşıp ilahi güçlere teslim eden ya da eninde sonunda mevcut düzene boyun eğmeye zorlayan bütün eski teorik birikimin tarihsel bir kıymet olarak fikirler müzesine kaldırılışının ilanıdır da.

Marx da Engels de teorinin gelişimi sırasında Hegel’e ve Feuerbach’a borçlu olduklarını hiç saklamadılar. Çünkü sosyalizmin teorisinin inşası sırasında, onlar, kendileriyle kapışma imkanı yaratan bu düşünürler nezdinde bütün idealist yazınla ve ütopik-mesihçi kurtuluş teorileriyle hesaplaşma imkanı da bulmuş oldu. Hegel ile uğraşırken maddeci tarih anlayışına ulaştılar, Feuerbach ile tartışırken onun felsefesinin odağına koyduğu insan denen şeyin, tümünün özelliği ortak bir tür olmadığını; onun sınıflara bölünmüş bir kütle olduğunu anlattılar.

Çağlarında, bütün eziyetin kaynağı olarak görülen özel mülkiyetin kaynağını ve ortadan nasıl kaldırılabileceğini ve daha önemlisi bunu hangi toplumsal sınıfın kaldıracağını öğreten Marx ve Engels’ti.

Kapitalizmin, kendi geçim kaynaklarını üretirken bu kaynakların üretiminde kullandıkları üretim araçlarından yoksun bırakılan, bütün insani ilişkilerinin nakde çevrildiği işçi sınıfının kendi bağımsız eylemi sayesinde yıkılabileceğini ve ancak özel mülkiyet sisteminden bir devrim sayesinde kurtulunabileceğini daha ilk yapıtlarında yazmışlardı. Komünist Manifesto, kendiliğinden sınıf olma halini aşan proletaryanın, kendisi için sınıf olabilme yetisini gösterdiği ve hareketin teorisiyle, yani sosyalizm ile buluştuğu bir zeminin ürünüydü.

Aynı proletarya 1871 Paris Komünü’nde 72 gün boyunca iktidar olacak, 1917’de de Rusya’da gerçekleştirdiği devrimle kapitalist egemenliği, özel mülkiyet sistemini ve proletaryanın kendi emeğine, ürününe ve yaşamsal faaliyetlerine yabancılaştırıldığı bir dünyanın değiştirilmesi için doğru kapıyı açacaktır. “Günümüzdeki durumu ortadan kaldıran gerçek hareketi komünizm olarak adlandırıyoruz. Bu hareketin koşulları, bugün mevcut olan öncüllerden doğmaktadır” diyordu Marx.

Ve, evet doğmuştu artık.

[1] Marx, Karl ve Engels, Friedrich (2013) Alman İdeolojisi, Çev. Tonguç Ok ve Olcay Geridönmez, Evrensel Basım Yayın, İstanbul, sf. 45.

[2] Heinrich Heine’ın Almanya’da Din ve Felsefe Tarihine Katkı (1834) kitabından aktaran Botigelli, Emile (1976) “Marx’ın 1844 Elyazmaları’na Önsöz”, 1844 Elyazmaları, Karl Marx, Çev. Kenan Somer, Sol Yayınları, s. 16.

[3] Marx ve Engels, Alman İdeolojisi, sf. 50.

[4] Aktaran Ollmann, Bertell (2012) Yabancılaşma, Çev. Ayşegül Kars, Yordam Kitap, İstanbul, sf. 28-29.

[5] Marx ve Engels, Alman İdeolojisi, sf. 34-37.

[6] Marx, 1844 Elyazmaları, sf. 153.

[7] Marx, Karl ve Engels, Friedrich (1976) Kutsal Aile Ya da Eleştirel Eleştirinin Eleştirisi, Çev. Kenan Somer, Sol Yayınları, Ankara, sf. 62.

[8] Engels, Friedrich (1992) Ludwig Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu, Çev. Sevim Belli, Sol Yayınları, Ankara, sf. 18.

[9] Marx ve Engels, Kutsal Aile, sf. 62.

[10]İnsanın tüm köleliği işçinin üretim ile ilişkisinde içerildiği ve bütün kölelik ilişkileri bu ilişkinin çeşit ve sonuçlarından başka bir şey olmadığı için insanlığın evrensel kurtuluşu, işçilerin kurtuluşu içine konmuştur.” (Marx, Karl (2017) Yabancılaşma, Çev. Kolektif, Sol Yayınları, Ankara, sf. 33)

[11] Marx ve Engels, Alman İdeolojisi, sf. 41.

[12] Harvey, David (2012) Paris, Modernitenin Başkenti, Çev. Berna Kılınçer, Sel Yayınları, İstanbul, sf. 102.

[13] Engels, Friedrich (1993) Ütopik Sosyalizm ve Bilimsel Sosyalizm, Çev. Öner Ünalan, Sol Yayınları, Ankara, sf. 56.

[14] Botigelli, Emile (1976) Bilimsel Sosyalizmin Doğuşu, Çev. Kenan Somer, Sol Yayınları, Ankara, sf. 14.

[15] Engels, Ütopik Sosyalizm ve Bilimsel Sosyalizm, sf. 59.

[16] Botigelli, Bilimsel Sosyalizmin Doğuşu, sf. 19.

[17] Engels, Ütopik Soyalizm ve Bilimsel Sosyalizm, sf. 69.

[18] Harvey, Paris Modernitenin Başkenti sf. 107.