Yusuf Akdağ

KAPİTALİZMİN “YIKILMASI” TARİHLENEBİLİR Mİ?

Raymond Aron, “kapitalizmin yıkımı ve çelişkisiz bir toplumun ortaya çıkışı”nın kaçınılmazlığından sözedip gerçekleşme biçimi ve zamanının önceden bilinemeyeceği görüşünün “düşünce için doyurucu” olmadığını belirterek bu görüşü belirsizlikle niteler ve “Tarihi belli olmayan ve belirtilmeyen bir olay ile ilgili bir kestirimin fazla bir anlamı yoktur ya da en azından bu türden tarihsel bir yasa doğa bilimlerinin yasalarına hiç benzemez ” diye yazar.[1] Aron’a göre, “çatışmasız bir toplumun ortaya çıkışı”nın “genel, bütünsel ve doğru bir yorum”u yapılamaz. Tarihin yasalarına başvuran nesnelci görüş, tarihi bilinmeyen ve belirsiz bir olayı kaçınılmaz ilan etmenin temel güçlüğünü taşır; diyalektik yorum ise ne devrimin zorunluluğunu, ne kapitalizm sonrası toplumun çatışmacı olmayan niteliğini, ne de tarihsel yorumun bilimsel niteliğini bulur. [2]Eğer -diyor Aron-, her tarihsel özne, tarihi kendi durumuna göre düşünürse Marksistlerin ya da emekçilerin yorumu neden doğru, neden bütünsel olsun?”

Bu yorum, soruna mekanik bakış açısının bir görünümünü verir: İlkin, bir şeyin, bir olayın kaçınılmaz oluşu, kaçınılmaz olanın ne zaman kesin bir şekilde ortaya çıkacağı ya da gerçekleşeceğini, “an” açısından tarihlemeyi mümkün kılmaz.[3] Ya da böylesine bir tarihleme girişimi olayların akışı karşısında aykırı düşebilir. Bu türden bir girişim, doğmatizme saplanmaya mahkumdur.Olabilirliğin kaçınılmazlığı onun gerçekleşme zamanının kesin şekilde belirlenmesini şart koşmaz.

İkinci olarak toplumsal gelişmenin tarihselliği üzerine marksist analizi, tarihsel gelişmenin “her tarihsel özne” tarafından kendi durumuna göre düşünülmesi ve açıklanması şeklinde mekanik bir mantık çerçevesinde yorumlamaya kalkışmak, sorunu toplumsal formasyonların oluşumu, ilişkileri ve gelişim seyriyle bağlı olmaktan çıkarıp iradi tercihler düzeyine indirgemek olur ki, bunun materyalist tarih görüşüyle ortak bir yönü yoktur. Marksistlerin toplumsal analiz ve açıklamalarını “neden doğru olsun?” sorusuyla kuşkulu gösterme çabası ise “neden doğru olmasın?” basit-karşı sorusuyla pekâla yanıtlanabilir, ama bu bir kısır döngüden öteye gitmez. Yazarın, devrimin zorunluluğu ve sınıfsız toplumun olanaklı oluşunun diyalektik olarak açıklanamayacağı yönündeki görüşü bu kaba materyalist yaklaşımın ürünüdür. Bu değerlendirmede tarihsel özne belirsizleşleşir; toplumsal formasyon ve kategorilerin üretim süreciyle ve üretimin tarzıyla bağlı karakteristik özelliklerinin açıklık kazanması önemini yitirir ve onların birbirleriyle ilişkilerinin tarihsel ve diyalektik irdelenmeleri gerekliliği anlamsızlaşır. Tarihsel olanın diyalektik, diyalektik olanın tarihsel olması, yazar açısından önem göstermez.

Oysa diyalektik, nesnel-tarihsel olanın diyalektiğidir; nesnel gerçeklikten çıkar, ona etiketlenmez. Kaçınılmazlık ise bir mahkumiyet bildirimidir ve nedeni, sadece sınıflara bölünmüş ve onların birbirleriyle çatışan farklı çıkarlarının varlığıyla belirgin toplumsal nesnel gerçekliktir. Kapitalizmin içerdiği çelişkiler-ve Aron’un sözleriyle “çatışmacı” sınıfların varlığı dolayımıyla devrimci eyleme mahkum olması, tarihsel incelemenin varsayımsal verisi değil, kendi nesnel gerçekliklerinin ürünü ve sonucudur.

Aron, hareketin diyalektiğinin, tarihi hareketin diyalektiği olduğunu; toplumsal olanın da tarihsel olduğunu ya gözardı ya da reddeder! Marx’ın düşüncesini “devrimci eylemi tarihsel incelemenin haklı tek sonucu” olarak belirttiği; tarihsel analiz ile devrimci eylem arasında bağ kurduğu için “bilimsel olmak”tan uzaklaşır gören Aron‘un bakış açısı doğmatiktir: Haklılık ile bilimsellik arasında kurulan ilişki ya da tersinden söylenirse bilimselliğin haklılığı sorunu bu tartışmaya konu dışı ve fazladan iliştirilmiş olsa da, tarihsel incelemeden çıkarılabilecek başkaca “haklı sonuç”ların hanğileri ya da neler oduğunu yanıtsız bırakmakla yazar, ortaya attığı soruyu atlayarak devam eder. “Diyalektik kavramı”nın değişme düşüncesini ve “düşüncelerin ya da koşullara uygun ilkelerin göreliliği”ni içerdiğini; “Ama aynı zamanda bütünlük (totalite) ve anlam (signifıcation) düşünceleri”yle de ilişkili olduğunu belirten Aron’a göre, “Tarihsel dünyada toplumlar tam bir bütünsel birlik oluşturdukları” için, toplumsal bir gerçekliğin değişik alanlarının “temel olarak düşünülen bir öğeden, örneğin üretim güçleri ve ilişkilerinden hareketle” açıklanabilir olmakla birlikte, bu diyalektik ilişkilendirme Doğa’ya uyarlanamaz ya da Doğa’da yapılamaz. “Doğrusunu söylemek gerekirse,” diye yazıyor Aron, “maddi dünyanın bu diyalektik felsefesi, ne kapitalizmin Marksist incelemesini kabul etmek için, ne de devrimci olmak için zorunludur. -A x -A = A2’nin diyalektik bir örnek olduğunu kabul etmeden çok iyi bir sosyalist olunabilir. Engels’in ortaya koyduğu biçimiyle doğanın diyalektik felsefesi ile Marksist düşüncenin özü arasındaki bağ ne açıktır, ne de zorunlu.”[4]

Aron, “mantıksal olarak ve felsefi bakımdan, sınıf kavgasından hareket ederek tarihin ekonomik yorumunun ve kapitalizmin eleştirisinin doğanın diyalektiği ile hiçbir ilgisi yoktur. Daha genel olarak, kapitalizmin Marksist felsefesi ile metafizik   materyalizm arasındaki fark bana ne mantıksal, ne de felsefi bakımdan zorunlu görünüyor“diye yazar.[5]

Böyle “görünür” olunca buradan varılacak sonuçlar farklı olacaktır, ve öyle oluyor: İyi bir Marksist olmak için diyor Aron, “terimin felsefi anlamında materyalist olmak” gerekmez. “Felsefe konusunda olmasa bile devrim konusunda çok yetkili olunabilir. Her ne kadar diyor, Lenin, “materyalist felsefeyi terk eden Marksistlerin aynı zamanda devrim yolundan da sapacaklarını öngörüp göstermek istediyse de, “Mantıksal olarak ekonomi politik konusunda Marx’ın yandaşı olunabilir ve terimin metafizik anlamında materyalist olunmayabilir.”

İlişkilendirme tersten kurulup iradi belirlemelerin nesnel olgu ve gerçekliklere dayatıldığı mantığıyla Marx’ın ekonomik-sosyal ve felsefi düşünceleri yorumlanmaya çalışılınca, bağlantıların tersten kurulup sonuçların da ona göre formüllendirilmesi esas olanı örtme işlevi görebiliyor. Marx’ın tarih analizinde, ilkel komünal dönemi dışındaki tarihin sınıf mücadelesi tarihi olarak yaşandığının belirtilmiş olmasından hareketle “tarihin ekonomik yorumu”nun “sınıf kavgasından hareketle” yapıldığı ileri sürüldüğünde, tam da bu tersten ilişkilendirme yöntemine baş vurulmuş demektir. Aron da öyle yapmış, üretim tarzı ve üretim ilişkilerinin şekillenmesinden sınıf mücadelesine değil, tersinden hareket etmiş, oradan da materyalist tarih görüşünü “metafizik materyalizm” ile ilişkilendirmeye yönelmiştir. Çıkardığı sonuçlar ise mekanist akıl yürütme ürünüdür.

İyi bir sosyalist olmak için –A ile –A’nın çarpımının= A² yapacağını bilme şartı kuşkusuz yoktur. Ya da “her iyi marksist”in matematik testlerinden geçer not alması gerekmez. Ama günümüzde artık ilkokullarda da bu kadarı öğreniliyor. İyi bir sosyalist de pekâla ilkokul sıralarından geçmiş olabilir ya da geçecektir. Aron’un olumsuzlama mantığı bu kadarıyla dahi, geçerlililik ve açıklayıcılık göstermez. Diğer yandan, ekonomipolitik konusunda Marx’ın yandaşı olmak, kişinin bilincinde olup olmamasınndan bağımsız olarak materyalizm tarafında yer alması anlamına gelir. İyi bir Marksist olmak için ise, “terimin felsefi anlamında materyalist olmak“, çok açıktır ki gerekir! Kişi, felsefe alanında derin bilgiye sahip olmayıp iyi bir devrimci militan olabilir. Bu mümkündür ve istendiği kadar da örneklenebilir. Dini inancı olan bir işçi, kapitalizmin sömürü düzeni olduğunu, üretim araçlarının özel kapitalist mülkiyetine son vermenin bütün insanların yararına olacağını açıklayan bir dünya görüşünden yana tutum aldığında, materyalist-diyalektik ve tarihsel olan dünya görüşüne yandaş olmuştur. Onun materyalizmiyle irrasyonel inançları arasındaki çelişki, önünde- sonunda, maddi temeli ve dayanakları olmayan inançlarının açmazını görmesiyle çözüm bulur.

Liberal düşünceye sahip biri olarak Raymond Aron, Marksist değil ama materyalisttir. Ancak, Marksizm ile materyalizmi birbirinden ayıran bir bakış açısı materyalist olmadan marksist olunabiliceğini ileri sürebilir ki prof. Aron bunu yapıyor. Lenin’in söyledikleri ise, devrimin yenilgiye uğradığı, gericiliğin ideolojik hegemonyasını dini ideoloji ve bilinemezlik başta olmak üzere çok çeşitli araç ve argümanlar eşliğinde güçlendirdiği bir dönemde dogmacılığa ve metafizik sapmalara karşı mücadele kapsamında dile getirilmiştir. Materyalist felsefeyi terkederek skolastisizmin ve irrasyonalizmin göksel bulutuna sarılanlar devrim yolundan da sapmış ve mücadeleyi bırakmışlardı. Lenin’in, irrasyonalizm ve bilinemezcilikle devrim karşıtlığı arasında kurduğu ilişki bu bakımdan oldukça isabetliydi.

Aron bu tartışmaya “tarihi belli olmayan ve belirtilmeyen bir kestirimin fazla bir anlamı yoktur” diye başlamış, kapitalizmin “ne zaman yıkılacağı”nın zamansal olarak belirtilmemiş olmasından hareketle, ve bir sıçrayışta felsefi tartışmaya geçmişti. Bilimsel bir tartışmada bu türden kaçışlar, demagojik yöntemler ihtiyacına işaret eder. Kapitalizmin ortadan kaldırılmaya mahkum olmasının onun karakteristik özellikleriyle dolaysız bağını atlayarak, “ne zaman yıkılacağı belirtilmemiş öyleyse belirlemenin kendisinin fazla bir anlamı yoktur” sonucuna varmak için, toplumsal hareketin yasalarının mantık oyunlarıyla geçersiz kılınabileceğini düşünmek denli saçmadır. Kapitalizmin, çelişkileri dolayımıyla yıkılabilir olduğu görüldü, tarih tarafından kanıtlandı. Yeniden kanıtlanmasının maddi koşullarının yüzyıl öncesine göre misliyle daha fazla olgunlaştığını ise, bilimsel ve ussal olarak reddetmek mümkün değildir. Olsa olsa, burjuvazi hesabına buna iman edilir!

DEVLET SORUNUNDA SLATTERY VE ARON

Slattery ve Aron’un Marksist kuramda “sorunlu ve çelişkili” gördükleri bir diğer konu devlete; devletin rolüne ve “ortadan kalkma”sına dairdir. İki yazarın, devletin sosyalizmdeki işlevi ve ortadan kalkmasına dair düşünceleri belirli bazı farklılıklarına karşın ortak yönlere de sahiptir. Slattery, devletin sosyalizmdeki varlığını, devletin giderek ortadan kalkacağı yönündeki Marksist öngörünün “gerçekleşmediği”ne kanıt gösterirken; Aron, devletin zaten yönetim işleri nedeniyle ortadan kaldırılamaz olacağını; dolayısıyla da aksi yöndeki Marksist görüşün doğru olmadığını ileri sürer. İlki, burjuva devletin yıkılması ve proletaryanın egemen hale gelmesiyle birlikte devletin, tarih sahnesinden hemen ve anında silinmesi mümkünmüş ya da Marx böyle bir öngörüde bulunmuş gibi göstererek, bunun gerçekleşmediğini keşfederek Marksist devlet kuramını yanlışladığını düşünürken, Aron, devletin sınıfsız toplumda ortadan kalkacağını öngörmenin “yanlışlığı”nı kanıtlamaya çalışır. Slattery şöyle yazıyor: “Gelişmiş kapitalist ülkelerde, özellikle sosyalist toplumlarda, devlet ortadan kalkmak yerine büyümüş ve müdahalelerini artırmıştır. Kapitalizmde devlet, ekonomiyi düzenleyen ve fiziksel egemenlikle kalmayıp ideolojik egemenliği de sağlayan temel siyasal bir güç haline gelmiştir. Ekonominin bu siyasal egemenliği merkezi-plâncı ekonomilerde çok daha kapsamlıdır; ve aksi yöndeki ideolojik iddialara rağmen, devlet insan haklarını geliştirmekten çok baskı altına alan baskıcı totaliter bir gücü oluşturur. Marx ve Engels’in devlet konusundaki ve onun ya yönetici sınıfın sağ eli ya da basitçe özel bir sını­fın çıkarlarından ziyade sistemin çıkarlarını koruyan bir arabulucu olarak rolü hakkındaki görüşleri savaş sonrası Marksizm’de, özellikle Gramsci, Poulantzas ve Miliband’ın yazılarında görebileceğimiz kapsamlı bir tartışmaya yol açmıştır.”[6]

Fransız burjuva devriminin çeşitli klikleri arasındaki iktidar savaşını ve devrimci sosyalizm ile hiçbir bağı bulunmayan ve fakat adına bazılarının “Kızıl Khmer yönetimi” dediği Kamboçya’daki küçükburjuva barbarlığını, her tarafı kapitalist saldırganlarca kuşatılmış koşullar altında sosyalizmi inşa savaşı veren Sovyetler Birliği’nde uygulanan ve burjuva ideologlarıyla sol liberal yazar ve politikacılar tarafından “totalitarizm” ya da “oligarşik şiddet” olarak nitelenen politikalarla aynılaştıran yaklaşım Slattery tarafından da paylaşılır. Buna göre, ‘halk adına’ yola çıkan devrimci ve demokratik örgütler, iktidarı “devrimci sosyalizm bayrağı altında ve liderin çıkarları için milyonlarca insanı tasfiye ve imha etmekte” kullanmışlar; “Stalin Rusya’sından Çin’e kadar sosyalist ve komünist partiler üzerine araştırmalar” ise, demokratik olmayan “aynı oligarşik eğilimin varlığını” göstermiştir!

Bu yakmlaşımda, farklı nitelikte olan yönetim biçimleri, sınıfsal dayanakları, hedefleri, koşulları ve uygulamalarının içeriği gözardı edilerek aynılaştırılır. “Ortak yan”, baskı uygulanması ve parti ve liderliğin yönetici rolüdür. Şiddeti doğuran nedenler ve bağlandığı hedefler önemsiz görülür. Jakobenizm ile komünizmin tarihsel farklılığı; burjuva devrimiyle proletaryanın devrimci ihtilali ve yönetimi özdeş gösterilir. Marx’ın kuramıyla “totaliter toplum sistemleri” ve ekonominin “devlet bürokrasilerinin kontrolünde” olması arasında kurulan ilişki üzerinden sosyalizmin inşaası ve proletarya devletine karşı ileri sürülen bu suçlamalar, kapitalist devlet ve biçimsel burjuva demokrasisi kriter alınarak üretilmektedir. Bu yaklaşımda “genel oy hakkı” ve onun şu ya da bu biçimde kullanılması demokrasi krıteri olarak alınır ve burjuva devlet iktidarını belirleme olanağı bulunmayan işçi ve emekçi kitlelerinin durumu salt oy hakkı üzerinden değerlendirilir. Bu akıl yürütmeye göre, Rusya’da parti yönetimi ve liderlik varlığını sürdürmekle kalmayıp yönetimde doğrudan söz sahibi de olduğu için, proletarya ve emekçilerin kendilerini yöneteceği yönündeki söylem yanlışlanmıştır! Proletaryanın devrimci partisinin sosyalizm koşullarında, yönlendirici işlevini totalitarizmin göstergesi sayan bu liberal anlayış, azınlık bir sınıf ve kesimin, nüfusun geri kalanı üzerinde zora dayalı kesin hakimiyetini ifade eden totalitarizmi, nüfusun çoğunluğunu oluşturan işçi ve emekçi kitlelerinin ekonominin ve politikanın örgütlenmesinde dolaysızca söz sahibi oldukları sosyalizme etiketlemek için, burjuvaziye karşı baskı uygulanmasını dayanak gösterirler. Oysa, burjuvaziye baskı uygulanması ve onun ezilmesi, işçi ve emekçilerin ve onlarla birlikte tüm toplumun baskı ve sömürüden tümüyle kurtulması için zorunluluk gösterir. Emperyalist kuşatma altındaki devrim ülkesinde devletin (kuşkusuz yeni türden ve proletaryanın egemenliği elinde tuttuğu bir devlet, yani çoğunluğun çıkarlarına bağlı ve sömürünün ortadan kaldırılması hedefine bağlanmış bir devlet) varlığı, sınıfların ve sömürünün tümüyle ortadan kalktığı tarihsel sürece dek devam edecektir. Kapitalizmin ve kapitalist emperyalizmin henüz dünyanın beşte dördü ya da altıda beşine hakim olduğu koşullarda, iki sistem, “iki dünya”; iki sınıf arasındaki kıyasıya mücadele sürüyorken, kapitalist dünya, sosyalizmi tasfiye için tüm gücünü seferber etmişken, içeride işçi ve yoksul köylülerin sömürücü sınıflara karşı mücadelesi zorunluluk gösteriyorken, yani toplumu farklı sınıflar halinde bölen üretim ilişkileri henüz tümüyle ortadan kalkmamışken, proletarya devletinin devamı kaçınılmazdı. Bu bir savaştı ve devletin sosyalizm koşullarındaki bu “yok olmayışı”nın Marksizm-Leninizm’e karşı bir argüman haline getirilmesi, devlet sorunundaki çarpık anlayışlara işaret eder. Ülkenin savaş halinde olması koşullarında dahi giderek artan ve yaygınlık gösterecek şekilde halkın demokratik yönetimi, yöneticilerini belirleme ve görevden alma, görevlilerin ortalama işçi ücreti kadar ücretle çalışması, halkın silahlanmasına dayanan bir işçi-emekçi milisinin oluşturulması, yargının halka açık yapılması, bir avuç eski sömürücü haydut dışındaki tüm kesimler için anayasal ve yasal tam hak eşitliği, en önemli ve öncelikli işlerin başında geliyordu. Ülke yeni kurtarılmıştı ve sosyalizmin inşaası büyük fedekarlıklar gerektiriyordu ve bu zorlu mücadele içinde çeşitli zorluklar ve sıkıntılar yaşandı. Burjuvazi ise sadece içte değil dış kuşatmayla yıkıcı faaliyetleri eksik etmedi. Sosyalizmin yaşam savaşı verdiği bu koşullarda düşmanın yıkıcı faaliyetlerine ve içeride kapitalizmi yeşertmeye, bürokratik eğilimleri körükleyerek kolektif inşayı darbelemeye çalışanlara yönelik zorunlu baskı, uluslararası burjuvazinin borazanlığını yapanlarca malzeme olarak kullanıldı.

İçeride ve dışarıda sosyalizmi boğmaya koyulmuş kapitalizmin güçleriyle kıyasıya mücadele içindeki sosyalist Sovyetler Birliği’nde emekçi yığınlarının demokratik yaşama katılması için atılan adımlar, uygulanacak politikaların işçi-emekçi sovyetleri(konseyleri)nde tartışılarak kararlaştırılması yönünde gerçekleştirilen ilerleme, yasal hak eşitliğinin kararların ilanıyla kalmayıp fiiliyatta gerçekleşmesi için yapılan büyük değişiklikler, %80 gibi büyük bir orandaki okuma-yazma bilmeme durumunun kısa zamanda tümüyle ortadan kaldırılması, sağlık, eğitim, barınma, kadının sosyal-iktisadi durumunun değişmesi ve siyasal yönetim kademelerindeki yerinin hızla iyileştirilmesi vb.gibi çok çeşitli alanlarda gerçekleştirilen ilerlemelerin siyasal demokrasiyle bağı, bu çarpık görüşü savunanlar tarafından kurulmaz ya da görmezden gelinir.

Slattery Marx’ın iktidarın alınması üzerine görüşlerinin de sonradan değiştiğini ileri sürer ve şöyle yazar: “Sınıf mücadelesi ve devrimci değişim Marx’ın siyasal analizinin anahtar temaları olsa da, o hayatının sonlarına doğru Hollanda, İngiltere ve ABD gibi gelişmiş demokrasilerde işçi sınıfının parlamenter araçlarla iktidara gelebileceğini kabul etmiştir.[7]

Marx, kapitalizmin İngiltere örneği üzerinden “barışçıl devrim olanağı”nın 1848 devrimi ve özellikle de 1871 Paris Komünü deneyimiyle artık sözkonusu dahi edilemeyeceğini ortaya koymuştu. Sınıf mücadelesi pratiğinin ortaya çıkardığı ve açık hale getirdiği durumların varsayımlar üzerinden değil ama nesnel gerçeklikler gözetilerek değerlendirilmesi materyalist diyalektik düşüncenin en önemli özelliği ve güçlü bir özgünlüğüdür. Proletarya ve emekçilere şiddeti dayatan, iktidarını kaybetmemek ve sömürü ilişkilerini sürdürmek için her tür alçaklığı yapmaktan kaçınmayan burjuvazidir. Bu demektir ki, proletarya onu pembe güllerle karşılamayacaktır. Komün dersleri, Ekim Devrimi ve çeşitli ülkelerde halk cumhuriyetlerinin kuruluşunun gösterdiği, burjuvazinin iktidarını kendi isteğiyle terketmediğidir. Marx’ın, yaşamının sonuna doğru, belirli gelişmiş Batı ülkelerinde “işçi sınıfının parlamenter araçlarla iktidara gelebileceğini kabul ettiği” yönündeki Slattery’in iddiası, Marx ve Engels’te açık olan ve Gotha Programı tartışmaları dolayımıyla birkez daha net bir şekilde ortaya konmuş bulunan, ve burjuva iktidarının yıkılarak yerine proletaryanın devrimci iktidarının kurulması olmaksızın sosyalizme gidilemeyeceğini tüm netliğiyle ortaya koyan görüş atlanarak, koşullu bir olasılığı genelleştirmeye dayanır. Bu olasılık oysa, ancak çok özgün ve özel durum ve koşullarda gerçekleşebilirlik kazanır. Proletarya, dünyanın çok sayıdaki ülkesinde iktidarı alıp sosyalizmin inşaası yönünde önemli başarılar elde ederse, ve geriye kalan bir ya da birkaç kapitalist devlet bu ülkelerde direnme gücü göstermezse, iktidarın barışçı yollarla alınması mümkün hale gelebilir. Ancak bu olasılık, burjuvazinin dünya hakimiyeti koşullarında genel-geçer bir belirleme haline getirilemez. Bu bakımdan, “genel oyla iktidar olma” söylemine, Marx’tan destek bulmaya çalışmak, eski bir sözcükle beyhudedir! Marx’ın bulunduğu devrimci mevzilerden çünkü, burjuvazinin iktidar aygıtına muazzam etkide gülleler fırlatılmaktadır. Marx’ın kuramının bütünsel bağlamı ve içeriginin farkında olan herkes bilir ki, Marx ve Engels, iktidarın alınması sorununu sınıf mücadelesi kapsamında ve bu mücadelenin en önemli sorunu olarak ele alırlar. Mücadele tarihinin gösterdiği ise, işçi sınıfının burjuva devlet iktidarını darmadağın edip onu yıkmaksızın iktidar olamayacağıdır. Ulusal ve uluslararası koşullardan, içinde bulunulan durumdaki güç ilişkilerinden soyutlanmış bir iktidar alma yolu ya da yöntemi, çünkü yoktur. Slattery, Marx’ın hanği bağlam içinde, nerede ve ne tür gelişmeler dolayımında “parlamenter araçlarla iktidara gelinebileceği”ni yazdığına dair herhanği somut veri sunmaksızın, Marx’ta belirgin ve net olanı belirsizleştiriyor.

Prof. Aron da, makalesinin bitiminde sosyoloji-ekonomi ilişkisi dolayımıyla sözü bir kez daha devlet sorununa getirerek önceki bölümlerde söylediklerini bu kez de devletin rolü bağlamında yineler. Marx’ın sosyolojisi diyor Aron, “Ekonomik inceleme ile sosyolojik inceleme arasındaki, son olarak siyasal rejim ile ekonomik rejim arasındaki ilişkiler sorunu”nda “eleştiriye dayanıksızdır.” Örneklemek üzere şöyle yazar: “Hasım sınıflar ve bir sınıfın ötekiler üzerinde egemenliğine dayalı ekonomik-toplumsal rejimlerin tersine, Marx, sınıf egemenliğinin olmayacağı ekonomik-toplumsal bir rejim anlatır. Bunun için ve sanki tanım gereği devlet ortadan kalkmak zorundadır; çünkü devlet sadece bir sınıfın ötekileri sömürmek için ona gereksinim duyduğu ölçüde vardır.”[8]

Kapitalizmden komünizme ya da sınıflı toplumdan sınıfsız ve sömürüsüz topluma geçişte dememek için “Çatışmalı toplumla geleceğin çatışmasız toplumu arasında emekçi sınıfın diktatörlüğü vardır” diye yazan profesör Aron, Gotha Programının Eleştirisi’nde, Marx’ın, ve daha başka bir çok makalesinde Engels‘in sorunu nasıl ortaya koyduklarını bilmesine karşın, “Emekçi sınıfı diktatörlüğü” –der-, “Marx’ın metinlerinde pek az açıklıkla tanımlanmıştı.” Ardından da, “çatışmasız toplumda bu siyaset ve devletin ortadan kalkması anlayışı bana Marx’ın bütün eserleri içinde en kolaylıkla çürütülebilir sosyolojik anlayış olarak görünür.” Başlıca gerekçesi, her toplumda, ama özellikle de “çağdaş bir toplumda yerine getirilmesi gereken ortak yönetim ve otorite işlevlerinin” bulunmasıdır. Ona göre, toplumsal üretimin planlanlanması ve yönetim görevlerinin varlığı dolayısıyla devlet ortadan kalkamaz! “Eğer ekonominin bir planlaması tasarlanıyorsa, planlama düşüncesinin içerdiği temel kararları alacak merkezi organların olmamasını düşünmek anlaşılmazdır.” diye yazan Aron, çünkü diyor, “bu kararlar genellikle devlete ait olarak adlandırılan işlevleri gerektirir. Bu andan itibaren eşgüdümü sorununun artık olmadığı mutlak bir bolluk dönemi düşünülmedikçe planlı bir ekonomi rejimi merkezi bir güç tarafından kullanılan yönetimsel işlevlerin güçlendirilmesini gerektirir. Bu anlamda olabildiğince çok üretmek, planın emirleri uyarınca üretmek ve üretimi yöneticilerin düşüncelerine göre toplumsal sınıflar arasında dağıtmak önemli olacağı sürece, ekonominin planlanması ve devletin çökmesi düşünceleri görünür gelecek için çelişkilidir. Topluluğun yönetimsel işlevlerinin bütününe devlet denirse, devlet hiçbir sanayı toplumunda ortadan kalkamaz, planlı bir sanayi toplumunda ortadan kalkamaz, çünkü tanımı gereği merkezi planlama, karar gücünün merkeziyetçilikten kısmen ayrılmasıyla tanımlanan kapitalist bir ekonomiden çok sayıda kararın yönetim tarafından alınmasını içerir. Demek ki devletin ortadan kalkması sadece sembolik bir anlama sahiptir. Ortadan kalkan, dikkate alınan devletin sınıf nitelliğidir.”[9]

Bu söyledikleriyle aykırı düşecek şekilde, “Gerçekten sınıf rekabetinin olmadığı andan itibaren bu yönetimsel işlevlerin özel bir grubun bencil niyetlerini açıklamaktan çok, toplumun tümünün ifadesi olduğu düşünülebilir. Bu anlamda devletin sınıf niteliği egemenliğinin ve sömürüsünün ortadan kalkması anlaşılabılir şeklinde daha kabuledilebilir sözler de eden yazar, mekanik bağıntılar kurarak Marx‘ın, sınıfsız ve sömürüsüz toplumun gerçekleşmesini, burjuvaziyle “emekçi sınıfı” arasındaki “doğa farkı“yla kanıtlamaya çalıştığını da ileri sürer. Ona göre, “İktidarı alan emekçi sınıfının evrensel bir sınıf olduğunu söylemenin de sadece sembolik bir anlamı olabilir“. Çünkü diyor profesör Aron, fabrikalardaki işçi kitlesi, iktidarı kullanan egemen bir azınlıkla karıştırılamaz. İktidar olanlar, “kendilerini halk kitlesinden ilan eden parti ya da insan grubu“dur!. “Üretim araçlarının özel mülkiyetinin olmadığı toplumda bu mülkiyete bağlı çatışma”nın olmayacağı, ama “iktidarı halk kitlelerinin adına kullanan insanlar” var olacağı için, ve “gelişmiş her toplum için zorunlu yönetimsel işlevleri yerine getiren bir devlet de var olacaktır. Ayrıca, “devletin ekonomik kararlarla herkesin ve her bir kimsenin durumunu büyük ölçüde belirlediği bu türden bir toplumda, “yatay gruplar —bir yandan köylüler bir yandan işçiler— arasında ya da dikey gruplar —hiyerarşinin altında ve üstünde yer alanlar— arasında kuşkusuz çatışmalar” olacaktır! “Çatışmasız bir toplumun gerçekliği üretim araçlarının özel mülkiyetinin ortadan kalkması ve herkesin koşullarının devletin kararına bağlı olması basit olgusundan çıkartılamaz. Eğer devletin kararları bireyler ya da bir azınlık tarafından alınıyorsa bu kararlar onların çıkarlarına uygun düşer. Planlı bir toplumda çeşitli grupların çıkarları arasında önceden kurulmuş bir uyum yoktur. Böyle bir toplumda devletin iktidarı ortadan kalkmaz ve kalkamaz.” “Uyuşmazlıkların kesin biçimde ortadan kalkması ya gruplar arasındaki rekabetin sadece üretim araçlarının özel mülkiyetinden kaynaklanmasını ya da devletin ortadan kalkmasını gerektirecektir. Ama bu iki savın hiçbiri olanaklı değildir.[10]

Ekonomik ve toplumsal rejim ne olursa ol­sun siyasal sorun varolacaktır; çünkü o, kimin yönettiği, yöneticılerin nasıl seçildiği, iktidarın nasıl kullanıldığı, yönetenlerle yönetilenler arasındaki uyum ya da başkaldırı ikşkilerinin ne olduğunu be­lirlemekten ibarettir. Siyasetin düzeni ekonominin düzeni kadar temel ve özerktir. 36 belirlemesiyle Aron bizi, yeniden başa dönmeye çağırır. Ekonomi ve politika alanlarının birbirleriyle ilişkili olmasından hareketle “Üretimin ve ortak kaynakların dağılımının örgütleme biçimi, otorite sorununun çözülme biçimini etkiler; otorite sorununun çözülme biçimi de ay­nı şekilde üretim ve kaynakların dağılımı sorununu etkiler. Üretimin ve dağılımın belirli bir örgütlenme biçiminin yönetim sorununu kendiliğinden çözdüğünü düşünmek yanlıştır. Devletin ortadan kalkması miti devletin sadece üretmek ve kaynakları dağıtmak için varololduğu mitidir ve üretim, bu kaynakların dağılımı sorunu çözüldüğünde devlete, yani yönetime gereksinim yoktur. Bu mit iki bakımdan yanıltıcıdır. Önce ekonominin planlı yöne­limi devletin güçlenmesini getirir. Planlama devletin güçlenmesini getirmese bile çağdaş toplumda bir yönetim sorunu, yani otoritenin kullanım biçimi sorunu her zaman varolacaktır[11] diye yazar. Bununla da yetinmez Aron, “siyasal bir rejimi sadece iktidarı kullandığı var sayılan sınıfla” tanımlayan ya da tanımlamak isteyen birileri varmışçasına, bunun olanaksızlığından sözederek, “Kapitalist rejimde iktidarı kullananlar tekelcilerin kendileri değildir; sosyalist rejimde de iktidarı emekçi sınıfı kullanmaz. Her iki durum da söz konusu olan siyasal işlevleri kimlerin yerine getirdiği, bunların nasıl göreve getirildiği, otoriteyi nasıl kullandıkları, yönetilenlerle yönetenler arasındaki ilişkilerin belirlenmesidir. Siyasal rejimler sosyolojisi, ekonomi ya da toplumsal sınıfların sosyolojisinin bir bölümü haline indirgenemez.” dersine girişir. Ardından da, “Marx’ın kuramının temel konularından birini tam olarak” ortaya koyduğunu belirterek Marx’tan şu paragrafı aktarır. Sınıf uyuşmazlığı gelişmenin akışı içinde kaybolduğu ve bütün üretim bir araya gelmiş bireylerin elinde toplandığında kamu gücü siyasal niteliğini yitirecektir. Siyasal güç, terimin dar anlamıyla bir sınıfın bir başkasını baskı altına alması için örgütlenmesidir. Burjuvaziye karşı savaşımda emekçiler eğer bir sınıf olarak birleşmek zorunda kalırlarsa; eğer bir devrimle egemen sınıf olur ve böylece eski üretim ilişkilerini şiddetle ortadan kaldırırsa, o zaman bu üretim sistemi ile birlikte sınıfların uyuşmazlığının varlık nedenlerini ortadan kaldırır; o zaman genel olarak sınıfları ve bununla sınıf olarak kendi egemenliğini de ortadan kaldırır. Eski bıujuva toplumu, sınıfları ve sınıf çatışmaları ile bir birlik yaratır, burada bireyin serbestçe gelişimi herkesin serbestçe gelişiminin koşuludur.”[12]

Bu uzunca aktarmaların ortaya koyduğu genel sonuç, yazarın devlet sorununa ilişkin Marksist görüşü, Marx-Engels, Lenin ve Stalin’in açıklamalarının aksine, onlarda olmayanı var kabul edip-var göstererek yanlışlamaya çalıştığıdır. Marx‘ın, iktidar alındığı anda kapitalizmin ve sınıfların hemen ortadan kaldırabileceğini düşündüğünü varsayan yazar, bu kendi varsayımı üzerinden Marksist devlet görüşünü yargılamaya çalışır. Aron’un yorumunu “yanlış anlama ürünü” saymak ona haksızlık olur! Bu durumda, karşı karşıya olduğumuz düpedüz bir çarpıtmadır.

Bu anlatımda, Marx’ın devlet üzerine düşünceleri muğlaklaştırılmış; Marx ve Engels‘in söyledikleri söylenmemiş, söylemedikleri söylenmiş gösterilmiştir: Şöyle ki; ı-) Kapitalizmde, “aksi yöndeki ideolojik iddialara rağmen, devlet insan haklarını geliştirmekten çok baskı altına alan baskıcı totaliter bir gücü oluşturur. Bunun tartışılacak bir yanı bile yoktur: Burjuva devletinin insan haklarını geliştirme” iddiası burjuvazi ve propagandacılarına aittir ve bir yalandan ibarettir. Burjuva devletinin kapitalist sınıfın özel çıkarlarının ifadesi olduğuna dair Marx-Engels-Lenin ve Stalin’de yüzlerce vurgu bulunur. Modern temsili devlet”-yani burjuva devleti-ücretli emeğin sermaye tarafından sömürülmesinin aletidir.” Savaşım durumundaki sınıfların denge tutmaya çok yaklaştıkları” istisnai durumlar dışında-ki böylesi durumlarda “devlet gücü sözde aracı olarak, bir zaman için bu sınıflara karşı belirli bir bağımsızlık durumunu korur”-, o çok açık şekilde bir sınıf egemenliği aracıdır ve sadece ekonomiyi hakim sınıf yararına düzenlemekle kalmaz; yığınların kapitalist sınıfın çıkarlarını ifade eden düşünceler doğrultusunda eğitilmesi ve yönlendirilmesini sağlayıp denetler. 1848 devrimlerinden, özellikle de 1871 Komün Devrimi ve deneyiminden çıkarılan sonuçlar ise, Slattery ve Aron’un da bilgisi dahilindedir. Marx’ın Gotha Program Taslağı’na “kenar notları”, Engels’in devlet üzerine açıklamaları, ikisi arasındaki ve ikisinin başka birçok kişiye mektupları, devlete ilişkin düşüncelerinin anlaşılmasını sağlayacak içerik ve kapsamdadır. Marx ve Engels, sosyalizme giden yolun, devlet iktidarının ele geçirilmesinden geçtiğini, özellikle Komün deneyiminden sonra, Komün dersleri bağlamında çok net şekilde açıkladılar. Bu düşünce Alman İdeolojisi’nde de dile getirilir: “Egemen olmak gayretindeki her sınıf, proletaryanın durumunda olduğu gibi, kendi egemenliği eski toplum biçiminin tamamının ve genel olarak egemenliğin ortadan kaldırılmasını gerektirse de, kendi çıkarını yeniden genelin çıkarı olarak sunmak için-ki başlangıçta bunu yapmaya mecburdur-her şeyden önce politik iktidarı ele geçirmek zorundadır.”[13]

ıı-) Devletin sosyalizm koşullarındaki varlığını, ortadan kalkacağı yönündeki Marxist “öngörü”nün yanlışlanmasının kanıtı göstermek, toplumsal-tarihsel gerçekliklere aykırıdır. “Ortadan kalkma”, ya da Engels’in deyişiyle sönümlenme sorunu, sömürü ve sınıfların yok olmasıyla bağlı oluşundan soyutlanarak hemen gerçekleşebilir/gerçekleştirilebilir iradi bir soruna indirgenemez. Proletaryanın ya da proletarya önderliğinde emekçilerin burjuva devlet iktidarını paramparça edip dağıtarak iktidarı aldığı “an”dan başlayarak kapitalizmin, sınıfların ve bir devlet gereksinmesinin ortadan kalkacağı şeklindeki görüşün Marksizm-Leninizm ile ilgisi yoktur. Bunların hemen ve iktidarın alınmasıyla birlikte ortadan kaldırılabilir olduğunu Marx ve Marksistler değil, anarşistler kurgulamışlardır. Marx ve Engels’te-kuşkusuz Lenin ve Stalin’de de- devletin sınıf niteliği, toplumsal ilişkilere belirli bir sınıfın çıkarları doğrultusunda müdahale aracı olması, tarihselliği ve dolayısıyla da ortadan kalkmasının-sönmesinin koşulları olanca netliğiyle açıklanır: Buna göre, kapitalizm ile komünizm arasında bir siyasal geçiş dönemi vardır ki, bu dönemin devleti proletaryanın devrimci diktatörlüğüdür. Yani devrilmiş ve eski sömürü koşullarını ve sınıf hakimiyetini geri getirmek için direnci misliyle artmış burjuvaziyi baskı altında tutarak onu tümüyle ortadan kaldırmak, henüz dünyanın büyük çoğunluğunda hakim durumdaki kapitalist kuşatma karşısında devrimi sürdürmek ve sosyalist ekonomiyi ve halkın kendini yönetmesini gerçek anlamında işler hale getirmek için, devlete ihtiyaç devam eder. Engels’in açıklamasında bu en net biçimde dile getirilir: “Devlet, savaşımda, devrimde devrim düşmanlarını bastırmak için yararlanmak zorunda olduğumuz geçici bir kurumdan başka bir şey olmadığına göre, özgür halkçı devletten sözetmek saçmadır: proletaryanın devlete gereksini olduğu sürece, o, bunu özgürlük için değil, hasımlarını altetmek için kullanacaktır. Ve özgürlükten sözedilmesi olanaklı olduğu gün, devlet, devlet olarak ortadan kalkmış olacaktır. Onun için biz, devlet sözcüğünün yerine, her yerde, topluluk(Gemeinwesen) gibi Fransızca komünün karşılığı olan mükemmel eski bir Alman sözcüğünün kullanılmasını önermekteyiz.[14]

Ancak bu koşullardaki devlet eski burjuva ve sömüren sınıfların devletinden temel önemde farklılık gösterir. Bu devlet azınlığın değil çoğunluğun her kademesinde yönetime katıldığı ve kendini yönetmeyi öğrenip sınıf düşmanlarına karşı savaş aracı olarak kullandığı bir devlettir. Tarafsız değildir; basbayağı baskı aracıdır, sömürücülere baskının aracı. Ama, devletten devletsizliğe gidişin de “devleti”dir! Devrim burjuva devlet iktidarını yıkacak ve yerine işçi ve emekçilerin dolaysızca tüm yönetim organlarında yer alacağı, savunma gücünü silahlanmış halkın kendisinin oluşturduğu(halk milisi) üretim ve dağıtımın örgütlenmesinde işçi-emekçi konseyleri(sovyetler)nin görevli olduğu yeni bir tür devlet örgütlenmesi gerçekleşecek, sınıf karşıtlıkların ortadan kalkmasıyla bağlı olarak belirli bir tarihsel süreçte gereksiz hale gelecek, ancak toplumsal insanın yaşamı devam edip gidecektir. Sonrası ise, kendi zamanın insanının sorunu olacaktır. Bugünden kehanet edilemez ve ne Marks ve Engels ne de Lenin ve Stalin böylesi bir kehanete soyunmadılar. İşçi sınıfı sömürüsüz ve sınıfsız topluma ulaşma mücadelesinde devlete gereksinim duyar ve onu devrilmiş burjuvaziye ve kapitalist kuşatmaya karşı onu kullanır. “Herkese emeğine göre” düsturu ihtiyaç gösterdiği sürece devletin varlığı devam eder. Ancak bu süreç aynı zamanda devlet gibi özel bir baskı aracına gereksinim duyulmamayacak bir toplumsal gelişme evresine yükselişin koşullarının oluşturulması sürecidir. Proletarya devleti, sömürü sistemine geri dönüşü isteyenlerin dirençlerini bastırma ve üretim araçlarının kolektif mülkiyetine dayanan toplumsal üretimin sınırsız gelişimiyle bağlı olarak gereksiz hale gelecektir. ııı-) Sosyalizmde, işçi sınıfı iktidarının yönetim organlarını sınıftan ayrı bir kategori konumuna yerleştirerek onun iktidarı karşısında göstermek, kasti bir tutumdur. İşçi sınıfını onun yönetim organlarındaki kesimiyle ve onlarla birlikte sınıfın amaç ve hedefleriyle birleşmiş ve artık farklı bir statüsü olmayan aydın öğelerle karşı karşıya göstermek, sosyalizmin kapitalizmden farklı, onun tümüyle reddi olması gerçekliğini gözardı etmektir. İşçi sınıfının evrensel bir sınıf olması, sınıfın “doğa”sı gibi, maddi ilişkilerini ve üretim sürecindeki işlevini muğlaklaştıran kavramlara gereksinim olmaksızın, üretim içindeki konumuyla, emekgücünü satmak zorunda olma ortak özelliği gibi toplumsal maddi-manevi kimliğiyle ilişkindir. Dünyanın her tarafında işçiyi işçi yapan özelliğidir bu. Burjuvaziyle sınıf farklılığı bu bakımdan üretim araçlarının mülkiyetiyle ilişkilerinin, yani maddi gerçekliklerinin farklılığından kaynaklanır. Sınıfın evrenselliği sorunu iktidarın kullanılmasıyla bağlı olmayıp ilkin üretimin toplumsallaşması dolayımıyla ve toplumun çeşitli kesimlerinden insanların üretim araçlarından koparak proletaryanın saflarına katılmalarıyla ve ikinci olarak üretimin evrenselliği dolayımıyla belirlenen bir gelişmeyle bağlıdır. Kapitalist uluslararasılaşma, burjuvazi ve proletaryanın uluslararası sınıf olma niteliğinin önemli etkenidir. ıv-) Profesör Aron, politika-ekonomi ilişkisi üzerine Marx’ın sosyolojisini “en azından kehanetli biçimi altında” indirgemecilikle suçlarken, gerekçe olarak siyasetin ve siyasal yönetimin her durumda ihtiyaç olacağını gösterir. O, “üretim araçlarının ortak mülkiyetinin ve planlamanın zorunlu olduğu andan itibaren devletin yıkımını” öngörmenin, “siyasal düzenin ekonomik düzene indirgenmesi” olacağını ileri sürerek Marksizm muhalifi sol liberal entelektüalizmin, Marx karşıtı sosyolog ve iktisatçıların külliyatına ihraç ederek yaygınlaştırdıkları “Ama siyasal düzen esas olarak ekonomik düzene indirgenemez” nakaratını yinelerken, ekonomi-politika; altyapı-üstyapı ilişiklerine kapitalizm koşullarındaki hallerinden hareketle yaklaşır. v-) Slattery ve Aron’un devlet sorununa ilişkin görüşleri, toplumların, sınıfların ve devletin tarihsel olarak ortaya çıktıkları düşüncesine mesafeli duruşları ya da bu düşünceyi reddedişleriyle bağlıdır. Aron, tarihselliği reddetmediğini belirtmesine karşın, devletin varlığını planlı ekonomi ve yöneten-yönetilen ilişkisi çerçevesinde süreklileştirir, ve hatta, ortadan kalkması “anı”nın belirsiz bırakıldığı iddiasıyla da, devletin hemen ortadan kaldırılabilir gören Slattery’in anlayışıyla birleşerek toplumun zorunlu ortak işlerinin yerine getirilmesi görevini devlet gibi bir özel cihazın varlığı ve gerekliliğinin koşulu düzeyine çıkarır. Oysa, tarihte, insan türünün ortaya çıkışıyla birlikte değil ama belirli bir aşamada, ürünlerin zorunlu olarak doğada ve doğa güçleriyle boğuşarak en ilkel biçimde toplanıp birlikte tüketildiği binlerce yıllık süreçte devlet denen bir özel örgütlenme biçimine ihtiyaç duyulmamıştı. Devlet ya da sınıflar veya sınıf mücadelesi denen şey çünkü insan aklının ürünü olmayıp nesnel gelişmelerin ürünü olmuşlardır. Belirli bir ürün “bolluğu”nun ortaya çıkması, insanın yerleşik yaşama geçişi, toprağın ve üretilen ürününlerin payedilmesinde gücün devreye girdiği yer ve zamanda devlet bugünkü biçimi ve anlamıyla değilse de bunun ilkel biçimiyle ve sahiplenme-mülkiyetine geçirme ilişkileriyle bağlı olarak tarih sahnesine çıkmıştır. Onun toplumlar tarihi boyunca hanği biçimler alarak bugünkü en modarn biçimine geldiği burada bizim konumuz değil. Ancak tarihsel olanın sabit olmayıp değişken olduğu; tarihte ortaya çıkan üretim tarzları ya da örgütlenme biçimlerinin değişmeye ve yerlerini başka biçimlere bırakmaya zorunlu oldukları; doğada ve toplumda değişmezliğe yer olmayıp hareketliliğin esas olduğu reddedilip değişmezlik ve kalıcılık iddialı metafizik irrasyonel görüşler savunulmadığı sürece, sınıflar ve devlet gibi toplumsal formasyon ve kategorilerin ortadan kalkmazlığı da savunulamaz. El değirmeninden lazerli kesiciye, sudan ve topraktan akım üretmeye; insan türünün belirli bazı edimlerinin robotlarca yerine getirilmesine ilerleyen; ağaç ve sonra metal uçlu ok ve taş baltadan süpersonik bombardıman uçaklarına ve bir anda yüzbinlerce insanı yok edip yaşam alanlarını yüzyıllarca yaşanmaz kılacak nükleer silah teknolojisine ‚ilerleyen‘; biyoloji ve alt dallarında, kimya ve genetik biliminde kaydettiği devasa buluşlarla laborutuvarda insan üretmeye yol alan ve daha bugünden bazı vücut parçalarını üretmeye başlayan insan türünün, devlet gibi özel bir baskı örgütlenmesine başvurmaksızın kendi toplumsal yaşamını kimsenin kimseyi sömürmediği ve fakat çalışabilir herkesin zevle işe sarılıp yaşam gereçlerinin üretilmesine katılmakla birlikte zihni ve bedeni gelişmesinin tüm olanaklarını kullanma zamanı da bulacağı bir düzeyi niye yakalamasın? vı-) Siyaset, kuşkusuz devletle özdeşleştirilemez. Marx ya da marksistler siyaset=devlet bağlamı kurmadılar. İktidar sorununun siyasal mücadelenin en üst biçimi olması, devlet iktidarının bu biçimi dolayısıyla siyasetin tümünü temsili ya da içermesi anlamına gelmez. Ne var ki, Aron’un siyaset soruna yaklaşımı kapitalist-burjuva siyaset anlayışını veri almakta, devletin politik işleviyle çeşitli toplumsal kesimlerin farklı çıkarlar kaynaklı farklı siyasetleri arasındaki kopukluklar ve karşıtlıklar çerçevesinde kalmaktadır. vıı-) Aron, ideolojinin sınıfsal karakteri ya da sınıfların ideolojisi olmasıyla bireyin, sınıfın, topluluğun kendi durumuyla ilişkin yanılgılı bilinci arasındaki farklılığı belirsizleştirerek karşıt konuma yerleştirir, ve hatta birini diğerinin yerine geçirir. Gerçeklikle düşünce ilişkisinin ondaki kuruluşunda-her ne kadar arada düşüncenin gerçeklikle ilişkin olduğunu söylese de- düşünce belirleyicilik gösterir. Bu idealist bir yaklaşımdır. Sınıfların ya da bir sınıfın “kısmi ve yan tutan düşünme biçimi”ne sahip olması durumunda gerçekliğin kalmayacağı iddiasıyla da yazar metafizik mekanizme saplanır.

SONUÇSAL BİRKAÇ VURGU

Kapitalizmin karşı karşıya olduğu kaçınılmazlıkları yok sayan anlayışların, işçi hareketinin zayıflıkları, dağınıklığı ve sosyalist örgütletmesinin geri düzeyi gibi bazı dönemsel olgulardan güç aldığı bir gerçekliktir. Bu durum, sistemin temel karakteristik özellikleriyle bağlı ve onlarca belirlenen yıkıcı çelişkilerini perdeliyor ve onların işlevli olduklarının görülmesini zorlaştırıyor. Günümüz dünyası gerçekliğinde, Çin gibi bazıları emperyalist, diğer bazı daha küçük olan ülkelerin yönetimleri, kendilerini “sosyalist”-“komünist” olarak adlandırsalar da, sosyalist herhanği bir ülke ve yönetim yoktur. Komünizm için girişilen mücadelenin, zafere ulaştığı ülkede,-ki sözü edilen onun ilk hali ve aşaması olarak sosyalizmin Sovyetler Birliği’ndeki otuzbeş-kırk yıllık bir süre boyunca kapitalizmin güçleriyle giriştiği savaş içindeki inşaasıdır- ve uluslararası alanda işçi sınıfının sömürüsüz yeni dünya kurma olanağı ve gücünü kanıtlayarak oluşturduğu somut alternatifle dünya kapitalizmi ve gericiliğinin tüm güçlerinin saldırı ve kuşatmasıyla karşılaşmış, geçiciliği kesin olan bir dönem açısından pratik alternatif olma durumundan çıkmıştır. Peki bu durum, kapitalizmin ve kapitalist emperyalizmin çöküşe mahkum oluşunu olanaksız mı kılıyor? Böyle olması için, kapitalizmin çelişkilerinden arınmış olması gerekir. Kapitalizm oysa savaşlarla, ayaklanmalar ve karşı saldırılarla, krizler ve yeniden “atılım”larla malul bir sistem olmaya devam etmektedir. Bu da, eğer işçi sınıfı ve ezilen emekçiler ve halklar yeterince kararlılıkla kurtuluşları için mücadeleye atılırlarsa, onun eninde-sonunda ortadan kalkmaya mahkum olması demektir.

Kapitalizm, emek ve sermaye ilişkileri dolayımında temel nitelikleri açıklık kazanan bir üretim tarzı ve toplumsal sistem olmasıyla tüm öncellerinden ayrışan, sömürüye dayalı toplumların en gelişmişi en moderni ve en son biçimidir. Emperyalizmin, kapitalizmin yeni ve en üst aşaması; kapitalizmin “tepe noktası” olması, temelde olanın kapitalizm olduğunu gösterir. Banka ve sanayi sermayesinin birleştiği mali sermaye ve tekellerin hakimiyetindeki “çağımız kapitalizmi”, kapitalizmin tüm temel karakteristik özelliklerini en yoğun, en belirgin ve en rafine halleriyle taşır.

Marx ve Engels, tekellerin ortaya çıkışına, ancak yaşamlarının sonuna doğru tanıklık edebildiler. Kapital( Üçüncü Çilt)de, kredi sistemi ve hisse senetli şirketlerin ortaya çıkmasını irdeleyen Marx ve Engels, tekellerin ve kartellerin, kapitalizmin sonal gelişmesinin örneklerini verdiklerini ve onun yok olması öncesindeki en gelişkin biçimlerini oluşturduklarını yazdılar. Lenin kendi döneminde çok daha belirgin biçimde ortaya çıkan bu olgudan hareketle Marx-Engels’in analizini geliştirdi ve “Emperyalizm, Kapitalizmin En Yüksek ve Son Aşaması” adlı çalışmasında, 20.yüzyıl kapitalizminin başlıca özelliklerine açıklık getirdi. Bu açıklamalar bugün de geçerliliğini sürdürüyor.

Marx ve Engels’in devrimci görüşlerinin kapitalizmin varlığını sürdürüyor olması dolayımında “doğrulanmadığı”nı ileri sürmek, çöküş ya da “yok oluş”u, oluşan-gelişen-dönüşen-yadsınıp yok olan diyalektiğinden soyutlayarak mücadele gerçekliğini ve varolanın iç çelişkileri dolayımında yadsınması olasılığını reddetmektir. Kapitalist emperyalizmin bir devrimler sürecini kaçınılmazlıkla gündeme getirdiği; mali sermaye ve tekellerin egemenliğinde kapitalist çürüme ve çöküşün daha fazla kaçınılmazlık gösterdiği; ancak devrim için savaşçı proletaryanın ezilen tüm öteki emekçi kesimlerin başına geçerek çelişkilerin en keskin ve zincirin en zayıf halkasında onu kırarak birbirini izleyecek devrimlerle kapitalizmi tasfiyeyi tüm dünyada gerçekleştirmesinin ayrı ve zamana yayılan bir durum olarak algılanması gerektiği düşüncesi, kapitalist toplumsal gerçekliğin materyalist analizinin bir ürünüydü.

Marx, kapitalizmin “ulusal olan”ın ayakları altındaki toprağın kaymasına yol açarak geliştiğini, eski topluma ait ne varsa değişime sürükleyerek yeni güçler doğurduğunu ve bu yöndeki gelişmenin devam ettiğini olgulara dayanarak ve muhtemel olanı da işaret ederek açıkladı. Gelişmenin bu yönlü olduğu sonraki süreçte olgusal olarak daha net şekilde görüldü. Eskinin köylü ülkeleri iktisadi-sosyal çözülmeden geçtiler, kırdan kente nüfus akışı hız kazandı, sanayi gelişti, üretimin teknik-bilimsel yöntemler ve araçlarla gerçekleştirilmesinde devasa ilerlemeler kaydedildi. İleri teknolojinin üretimde kullanılması, üretimin toplumsallaşmasında daha büyük mesafeler kaydedilmesini sağladı. İletişim ve ulaşım alanında büyük ilerlemeler gerçekleşti.

Diğer yandan sadece eski köylü toplumların kapitalistleşmesiyle değil, kültürel-sosyal ilerlemeyle birlikte yaşam gereksinmelerinde görülen artış yeni ürünlerin üretimini ve bunun için yeni işyerlerinin açılmasını, eve parçabaşı iş verme ve evde üretimin genişlemesini; kadın ve çocukların daha fazla üretime çekilmesini getirdi. Böylece ücretli emekçilerin sayısında muazzam artışlar oldu ve işçilerin sayısal büyüklüğü milyarları buldu. Uzlaşmaz karşıtlıkların ortadan kalkması bir yana, etki sahası daha da genişledi. Çin’de, Arnavutluk ve Doğu Avrupa ülkelerinde eskinin gerici güçleri basitçe boyun eğerek kaderlerine razı olmadılar. Kıyasıya mücadele sonucu Rusya’da, Doğu Avrupa’da ve Çin gibi Asya ülkelerinde devrimler gerçekleşti. Batı Avrupa’da işçi-emekçi ayaklanmaları yaşandı ve burjuva iktidarları kendilerini ancak bu ayaklanmaları kanla bastırarak sürdürebildiler. Sınıf mücadelesini kaçınılmaz kılan tüm olgu ve çelişkilerin ağırlaşarak varlığını sürdürdüğü kapitalist dünyada, insanlığın yeni devrimlerle ilerleyebileceği böylece kanıtlandı. Ekim Devrimi başta olmak üzere tarihsel örnekler bunun mümkün olduğunu gösterdi. Rusya’da işçilerin öncülüğünde devrim gerçekleşmekle kalmadı, Almanya, Macaristan,İtalya’da devrimci ayaklanmaların başını çeken işçi sınıfıydı. Yeni örneklerin ortaya çıkması mümkün ve kaçınılmazdır. Aksi yönde kuşku belirten düşünürlerin yaşanan süreçteki olumsuz gelişmelerle bağlanan “çıkarımları”, dönemsel ve geçici bazı olguların kalıcı ve değişmez gösterilmesine dayanıyor. Bu ise, başkaca olgular ve gelişmeler tarafından boşa çıkarılabilir bir gerekçedir ve sağlam dayanaklardan yoksundur. Yirminci yüzyılın devrimler yüzyılı olarak yaşandığını tarihin kendisi tarafından kanıtlandı. Kapitalist-emperyalist barbarlığa karşı “dalgalar” halinde başkaldırılar gerçekleşti ve Rusya dışındaki çok sayıdaki ülkede de burjuva-emperyalist gericiliğe büyük darbeler vuruldu. İşçi sınıfı ve halklar, sosyalizmin kazandığı başarıdan aldıkları ilham ve güçle sömürgeciliğe, gerici-ilhak savaşlarına, sömürü ve hak yoksunluğuna karşı mücadeleye giriştiler. Burjuvazi, işçi sınıfı ve halkların büyüyen mücadelesi karşısında sosyal haklarda ve iktisadi alanda önemli tavizler vermek zorunda kaldı. Bunlar belki kara propagandanın gücü dolayısıyla geçici olarak unutturulabilir, ama bütün karakteristik özellikleriyle proletarya ve emekçierin karşısında sömürü ve baskıyı temsil eden kapitalizm gerçekliği, onlara bu kendi tarihlerini anımsatacaktır.

Kapitalizmi yıkıma, çürüme ve çöküşe sürükleyecek sosyal-iktisadi olgu ve kategoriler işlevli olmayı sürdürüyorlar. Emekgücü sömürüsü kapitalizmin varlıksal koşulu olmaya devam ediyor. İşçilerle kapitalistler birbirleriyle ücret, çalışma ve yaşam koşulları, sosyal haklar, siyasal özgürlükler üzerinden mücadele halindeler. Grevlerin, gösterilerin, direnişlerin tarihe karıştığını ancak sosyal gerçekliğe göz kapayan biri ileri sürebilir. Zengin-yoksul uçurumu günümüzde daha da derindir. Hemen tüm kapitalist ülkelerde nüfusun en üst-zengin kesimi toplam toplumsal üretim ve gelirin yarısına yakınına veya fazlasına sahiptir. 348 dolar milyarderinin serveti 3.8 milyar insanın toplam gelirinden daha fazladır. 1 milyara yakın insan açlık sınırında, 2.8 milyarı yoksulluk sınırında yaşıyor. 250 milyon işsiz var. Temiz içme suyu bulamayanların sayısı 800 milyon. Savaşlar ve ırkçı politikalar gizlenemeyecek denli pervasızca sürdürülüyor. Ortadoğu “batağı”nda devam eden savaş(lar), Ukrayna’daki çatışmalar, Pasifik bölgesinde büyüyen çatışma potansiyeli, Yemen ve diğer Afrika ülkelerinde askeri hareketlilik ve çatışmalar kapitalizmin ürünüdür. Libya paramparça edildi, Afganistan’da savaş ve işgal devam ediyor. Irak ve Suriye hala savaş sahası. İktisadi kriz ise, 2008 bugüne çok uzak değil. Nedenlediği yıkımın izleri henüz silinemedi. Milyonlarca işçi ve ‚kamu emekçisi‘ işsizliğe sürüklendi. Binlerce küçük ve ortaboy işletme kapandı. Trilyonlarca Dolar, Euro ve Sterlin bankaların ve özel şirketlerin “kurtarılması” için hükümetlerce aktarıldı. Kriz nedeniyle….milyar dolar zarar edildiği açıklandı. Bu demektir ki, çöküş ya da yok oluş mahkumiyeti, onu zorunlu kılan hareketin yasalarıyla bağlı biçimde geçerli olmaya devam ediyor.

Kapitalizmin rekabet içinde eşitsiz ve sıçramalı gelişmesiyle bağlı “zayıf halka” teorisini Marxist devrim teorisiyle “çelişir” gösteren görüşlerle, 1917 Ekim Devrimi ile girilen sürecin kendiliğinden ve kesintisiz olarak tüm dünyanın komünizme yol almasına varılacak bir süreç olarak gösteren anlayışlar Lenin‘e, ve onun üzerinden Marksizm‘e mal edilemez. Marx, üretim araçlarının kolektif mülkiyete geçirilmesini komünizmin hemen gerçekleşmesi olarak görmez. Kapitalizmin güçleriyle sosyalizm arasındaki mücadeleyle bağlı bir süreç olarak ele alır. Bu durumda zafer kadar geçici yenilgiler de mümkündür. Sonal olarak ama kaybetmeye mahkum olan kapitalizm, kazanacak olan ise komünizm olacaktır.

Kapitalizmin, kendinden önceki diğer toplumsal biçimler gibi tarihsel bir biçim ve “uğrak” olmasının başlıca iki anlamından sözedilebilir: İlkin o, ebedi değil geçici-tarihsel ve sona ermeye; yerini bir başka ve daha ileri bir üretim sistemine bırakmaya mahkumdur. İçerdiği çelişkileri onu bu sona mahkum etmektedir. İkincisi ise, bu son bulma/sona erdirilme, karşıtların mücadelesiyle bağlı olarak gerçekleşecektir. Kimi troçkist – yarı troçkist anlayışlara göre, kapitalizm bir tek dünya tekeline yaklaştığında sermaye birikimi için yeni kapitalist olanaklar kalmayacağı için kapitalizm kendiliğinden çöküp yok olacaktır . Kapitalizm rekabete dayalı bir üretim tarzı ve sistemidir. Rekabet ve aynı pazara mal sürme zorunluluğu, kapitalistin kapitalistle karşıkarşıya gelmesine, büyüklerin küçükleri pazardan silecek yöntem ve araçları geliştirmesine, daha az maliyetle daha fazla kazanç sağlamak için teknik-bilimsel araçları geliştirip tekeline almasına, yeni ve daha çeşitli ürünlerin ve üretim dallarının ekonomik faaliyete dahil edilmesine yol açar. O ayrıca kâr için daha fazla üretime ve aynı pazara mal sürümü zorunluluğu nedeniyle aşırı üretim bunalımlarına da mahkumdur. Kapitalizmin, üretimin toplumsal karakteriyle mülk edinmenin özel kapitalist niteliği arasındaki çelişki dolayımında, ve özellikle de sistemin hemen tüm sektörlerini etkisi altına alan bir kriz sonucu kendiliğinden çöküp ortadan kalkacağı/ya da kalkabileceği görüşü, kapitalist üretim gerçekliğinin ekonomist tek yanlı yorumunun ürünüdür; onu sosyal formasyonlardan soyutlar ve sınıf mücadelesiyle bağını gözardı eder. Bu ekonomist ve anarşizan görüş, teorik yanlışlığı bir yana, başlıca aşırı üretim kaynaklı olmak üzere ve bazı konjönktrürel etkenlerle bağlı çeşitli krizleri izleyen yeniden canlanma ve büyüme gerçekliğince de boşa çıkarılır. Üretim ve sermayenin uluslararasılaşmasının ileri düzeydeki gerçekleşmesiyle bağlı olarak genel bir kriz durumunda sistemin çökeceği ve kapitalizmin son bulabileceği yönündeki Kautksit görüş sadece emperyalistler arası çelişkileri gözardı etmez, sınıf mücadelesini de reddeder.

Kapitalizm kuşkusuz, bazılarının vaazettikleri ve hatta Marksizmin çarpıtılmış yorumları üzerinden ileri sürdükleri üzere “kendi kendini” yok etmeye karar vermiş ve imha pimi elinde dolaşan bir yaratık değildir. Buna karşın, kapitalizmin, canlı emekgücü olmaksızın varolamayışı, kendi mezarkazıcıları olan proleterleri gereksinmesi, yıkımının güçlerini kendinde taşıması, varetmesi ve harekete geçirmesini de kaçınılmazlaştırır. Burjuva devlet iktidarına son verecek olan devrim yalnızca kapitalizmin gelişem düzeyi ile değil sınıflararası mücadelenin düzeyi ile de dolaysızca bağlıdır. Ekim Devrimi sadece tarihin belirli koşullarında, savaşın yol açtığı yıkım karşısında ayağa kalkan kitlelerin “spontan eylemleri”nin sonucu olarak görülemez. Kapitalizmin dengesiz ve sıçramalı gelişmesiyle bağlı, ve kapitalist-emperyalist zincirin en zayıf olduğu yer ve halkada, çelişkilerin en keskin ve mücadelenin en gelişkin olduğu toplumsal gelişmenin ürünü ve sonucu olarak gerçekleşti. Üretici güçlerin en gelişkin olduğu Avrupa ülkelerinde devrimin nesnel koşulları olgunlaşmış halleriyle vardılar. Ancak, proletarya ve emekçilerin mücadelesi ve ayaklanmaları bu ülkelerde capitalist gericiliğin güçlerini alaşağı edecek başarıyı sağlayamayarak yenildi. 1789 burjuva devriminin de kanıtladığı üzere devrimler sınıf mücadelesinin düzeyi ile dolaysızca bağlı ve proletarya ve emekçilerin birleşik kuvvetinin seferber edilmesi sonucu ancak mümkün olabilmektedirler.

Özel mülkiyetin son bulması için proletarya devrim yoluyla iktidarı almalı, burjuva gericiliğinin tüm erklerini yok ederek kendi devrimci iktidarı altında sosyalist üretim tarzı ve ilişkilerini inşaya girişmeli, tavizsiz ve kararlı şekilde kapitalist barbarlığın dünya güçlerine direnmeli ve komünizm dünyada zafer kazanana dek en küçük rehavete kapılmaksızın mücadeleyi sürdürmelidir. Tarihsel tüm deneyimin gösterdiği en önemli sonuç budur.

Bitti…

Yararlanılan Kaynaklar:

Kapital I. II. ve III. Ciltler, Alman İdeolojisi, Artıdeğer Teorileri(I ve II), Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, Gotha ve Erfurt Proğramlarının Eleştirisi, Anti Duhring, Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu, Ütopik ve Bilimsel Sosyalizm, Emperyalizm Kapitalizmin En Yüksek Aşaması, Devrimin Cebiri(Hans Heinz Holz), Protestan Ahlâkı ve Kapitalizmin Ruhu(Max Weber), Finans Kapital(Rudolf Hilferding)

[1] Age, s.168

[2] Age, s.169

[3]Özelikleri nedeniyle asla özdeşleştirilemez olmalarına karşın salt bir benzetme yapılarak söylenirrse, duvarları çatlamış bir evin yıkılmaya mahkum olduğu söylenebilir ama hanği gün ya da saatte yıkılacağını kesinlik ölçüsünde belirlemek zordur. Çürük tahta köprü çökecektir; bu bilinir, hatta hanği noktada baskı görürse çatlayıp yıkılacağı da teknik olarak belirlenebilir. Ama hanği gün, hangi saat ve dakikada çökeceği üzerine ancak spekülasyon yapılabilir.

[4] Aron, age, s.172

[5] Age, s.172

[6] Martin Slattery, age, s.109-110

[7] Slattery, age, s.111

[8] Age, s.184

[9] Age, s.184-185

[10] Age, s.186-187

[11] Age, s.187

[12] Aktaran Aron, Sosyolojik düşüncenin Evreleri, Kırmızı Yayınları, s.142

[13] Alman İdeolojisi, Evrensel basım Yayın, s.41

[14] F. Engels, A. Bebel’e mektup, Londra, 18-28 Mart 1875, G. Program Eleştirisi içinde, s.57