Cevriye Aydın

TSK’nın Afrin Harekâtı, yaşadığı sıkışmışlığı aşma yolunda AKP iktidarına içeride bir nefes aldırmış gibi görünüyor. Bu vesileyle ulusal duyguları ayağa kaldıran hamasi milliyetçilik ve şehitliği kutsayan bilcümle dini klişeler, birlikte bir Afrin dayanağına dönüştürüldü.

OHAL koşulları altında KHK’larla temel hukuk ilkelerini bertaraf eden uygulamaların ardından TSK’nın Afrin harekâtı, sürek avına benzer günlük bir rutin içinde gözaltı ve tutuklamaların yayılmasına gerekçe yapıldı. İnsanların özgürlüğü, reisin işaret ettiği her yerde hak hukuk aranmadan ellerinden alındı. İhbarcılık bir furya halini aldı. Kişisel sohbetleri, kulak misafiri olduğu konuşmaları ihbar edenlerin yanında önünde oturan yolcunun cep telefonundan kişisel verilerine izni dışında bakarak ihbar konusu eden bir vatandaş profili ortaya çıktı. Özel dokunulmaz alanına girilerek kişisel verilerine ulaşılan şahsın tutuklanacağına kesin gözüyle bakmak, bugünün Türkiyesi’nde belki de kesinlikle öngörülebilir olan tek şey.

Yıllar boyunca o meydan, bu açılış, öteki toplantı, her vesileyle günde beş vakit ayrıştırıcı bir dille, kendi siyasi görüşlerini benimseyenler dışında kalan kesimlere sürekli bir ayrımcılık, aşağılama, kin ve nefret beslenmesi için sınırsız bir emek ve gayret sarf edildi. Ortaya çıkan derin toplumsal bölünme beklenen sonucu vererek, böyle ‘vatansever’ler imal etti.

Düşünce ve ifade özgürlüğü kapsamındaki görüş açıklamaları, gazete yazıları, sosyal medya paylaşımları hakkında göz altı, tutuklama, hapis cezası, hatta Altan Kardeşler davasında olduğu gibi ağırlaştırılmış müebbet hapis cezaları kolayca karar altına alınabilmekte.   Görüntüde bile hak, hukuk, adalet, eşitlik, demokratik işleyiş gibi yükümlülüklerden tamamen kurtulmuş bir erk kullanma pratiği, bu siyasal tablonun en önemli belirleyeni, dönemin karakteristiği haline geldi.

Savaşa karşı çıkmak, barış talebini dile getirmek, bu kadar eski, doğal ve evrensel bir hak vatana ihanetle eş tutuluyor. “Suç” da –ceza yasasının nasıl tanımladığına bakılmaksızın- sübjektif ve güncel siyasi amaçları çerçevesinde, tanımlayanla aynı fikirde olmayanları otomatik bir şekilde vatan haini sayan bir “subliminal”   işlemle belirlenmiş oluyor. Yukarıdan “vatana ihanet” denmişse, onun gibi düşünmeyen herkes artık aynı tanımın içinde kendini bulacaktır. Zira, hükümetin hiçbir KHK’sı ve KHK’lar kapsamında hiçbir hiyerarşinin işlemi, eylemi yargısal denetime açık değil. Denetim mekanizmalarının tümü ya lağvedildi, ya işlevsizleştirildi. Yönetenlerin, yargısal denetime elverişli olmayan “KHK”larla istedikleri her alanı düzenleyebildiği Türkiye, hukukun üstünlüğü endeksinde 113 ülke arasında 99. sıraya, yani 14 ülkenin yer aldığı en son gruba, basın özgürlüğü listesinde “özgür olmayan ülkeler” kategorisine düştü.

Tarihin benzer bütün dönemlerinin ortak özelliği bu. Savaş tamtamları çalmaya başlayınca, evrensel her hak, suç; suçlar ise özgürlük haline geliyor. Nazi Almanyası’nda milyonlarca insanın toplama kamplarına doldurulması “milli” gerekçelerle oldu. Dayandıkları meşruiyet zemini üstün ırk, üstün millet, üstün dinsel akidelerdi. O dönem ancak tarih olduktan sonradır ki, herkes, Nazilerin sayısız insanlık suçu işlediğini söyleyip kabul etti. Oysa yaşanırken “siz suç işliyorsunuz”   diyebilmeyi bir yana bırakalım, ulusal kökeninden, inancından, ırkından, siyasi ve felsefi görüşünden ötürü ve sadece iktidarı ele geçirenler bu farklılıkları “suç” saydığı için milyonlarca insanın canına kıyıldı.

Hal böyle olunca, işini, mesleğini, okulunu, gelirini, özgürlüğünü, çoluğunu çocuğunu, güvenliğini ve yaşamını kaybetmekten korkan, kaygılanan çoğunluk, bu ‘suç’ tanımına dahil olmamak için gerçekte savaşa, savaşçı karar ve uygulamalara karşı olsa da, ifade ettiği zaman başına gelecekleri bildiği için “durumdan vazife çıkararak” duygu ve düşüncelerini gizlemeye ve bu “yasak bölge”ye girmemeye azami gayret gösterdi.

İşte bu durum, Alman halkının, bütün bir toplumun, hak ve özgürlüklerin, yaşamsal taleplerin, halkın iradesinin rehin altına alınmasının yollarının nasıl “milli çıkarlar” gerekçesiyle üstünün örtülerek döşendiğini açıklıyor. Bilinen papaz hikayesi durumun özeti.

Ülkedeki duruma dönersek, iktidar, 16 Nisan Referandum sonuçlarını nasıl OHAL’in sağladığı anti-demokratik koşulları kullanarak elde ettiyse, sonrasında da bu sonuç sebebiyle sağladığı ‘meşruiyet’i göstererek, bir kişinin her söylediğinin yasa, emir ve talimat haline gelebildiği bir yönetme biçimini kalıcılaştırmaya çalışıyor.

Çok uzak bir geçmişe bile gitmeye gerek yok. Birkaç ay öncesinde Anayasa Mahkemesi’nin verdiği kararı uygulamayan bir yerel mahkemenin kararıyla insanların özgürlükleri engellendi.

Bu siyasi tabloya bir de halkın içinde yaşadığı sosyal ve ekonomik durum cephesinden baktığımızda aslında siyasi gelişmelerin hem ağırlaştırdığı, hem perdelediği gerçeği bu tablo üzerinden daha net görebiliyoruz.

İşsizlik artıyor, asgari ücrete yapılan zammın birkaç katını aşan temel tüketim maddelerine yapılan zamlar,   yoksulluk sınırı altında yaşayanları açlık sınırının altına doğru çekiyor.

ŞİDDET, YOKSULLUK, SAVAŞ KISKACINDA KADIN

CHP tarafından hazırlanan “AKP’nin 16 Yıllık Yıkım Tablosu”na göre 16 yıl önce kişi başına 2 bin 677 TL olan kamu borcu bugün 10 bin 981 TL’ye ulaştı. Yani bu süreçte doğan her birey 10.981-TL borçla başladı hayata. 5 gençten birinin işsiz olduğu Türkiye’de 5 milyon genç ne eğitim görebiliyor ne de çalışabiliyor. Halk yoksullaşırken son 6 yılda milyonerlerin sayısı 32 binden 127 bine çıktı. Bu arada yoksulluk sınırı 1155 TL iken, 5 bin 238 TL.ye açlık sınırı 380 TL iken 1608’ye ‘yükseldi’. 2018 Ocak ayında belirlenen asgari ücret, açlık sınırının 6 (altı) TL altında kaldı!

Sadece bu veriler bile yukarıdaki siyasi gelişmelerin üstünü örttüğü gerçekleri çok açık gösteriyor. Devamı da var. Aynı büyüyen ekonomi içinde 8 yılda 929 bin kişi “karşılıksız çek vermek”ten ceza aldı ve hapse düştü. Dost ve akrabalar vergi cenneti ada ülkelerinde şirket kurarak, milyon dolarları buralara transfer edebilirken, 16 yılda tüketicinin banka borcu 6.6 milyar TL’den 499.5 milyar TL’ye, çiftçilerin banka borcu ise 5.1 milyar TL’den, 17 kattan fazla artarak 85.5 milyar TL’ye yükseldi.

Devlet 16 yılda 757 milyar TL faiz öderken, vatandaş 368 milyar TL faiz ödedi. Kaynaklar yatırıma değil, faize gitti.

Vatandaşın bütün bu borç yüküne Afrin Harekâtı sırasında hava bombardımanına giden bir F-16 jetinin her bir seferinin 25 milyon dolar ek yük getirdiğini ve bu yükün de yine zam, eriyen ücret, artan borç olarak vatandaşa döndüğünü eklemek gerekiyor. Ama burada “milli çıkarlar” her türlü hakkı, bu arada yapılanları sorgulama ve tartışma hakkını ortadan kaldırdığı için, kimse kendi hayatı, emeği, özgürlüğü ve güvenlik hakkı üzerine çullanan bu büyük ekonomik ve sosyal faturalardan söz edemiyor, duruma karşı çıkamıyor. Çünkü daha ağzını açmadan velev ki, biri asılsız bir ihbarda bile bulunsa, bir daha ne zaman gökyüzünü görebileceği bilinemez hale geliyor.

“16 Yıllık Yıkım Tablosu”na göre boşanmalar yüzde 38, fuhuş yüzde 790, çocukların cinsel istismarı yüzde 700, kadına yönelik şiddet yüzde 1400, cinayet yüzde 261, cinsel taciz yüzde 449, tutuklu ve hükümlü sayısı yüzde 285, uyuşturucu bağımlılığı yüzde 678 arttı.

Rakamlara boğma pahasına bir başka sosyal yıkım tablosuna, sadece çocukların istismarına bakmak bile tek başına özgür demokratik bir toplumda asla geçit verilmeyecek bir durumu gösteriyor. AKP’nin iktidara geldiği 2002 yılından bu yana 18 yaşından küçük 440 bin kız çocuğunun doğum yaptığı tespit ediliyor. Tecavüz bebeklere kadar uzanmış bir sosyal çürümüşlüğün göstergesi olarak gün be gün haber konusu. Adli Tıp Kurumu’na bir yılda 40 bin çocuk için cinsel istismar suçuyla ilgili rapor için başvuru yapıldığı açıklandı.

Öte yandan tek ses basın ve medyaya bakarsanız Türkiye cihat için ayakta, fütuhat ruhu şaha kalkmış. Barışı savunanlara çok hızlı ve sıkı bir güvenlik – yargı kuşatması, gözaltı ve hapis uygulanırken, şiddet, taciz ve tecavüz sanıklarına cezasızlık veya ceza indirimi normalleşti. Bu kadar vahim düzeylerde seyreden çocuk ve kadınlara yönelik   cinsel suçlar ve şiddet karşısında aynı refleksi göstermek bir tarafa, iktidar sözcülerinin bu şiddetin nedenini   “dini değer ve inanç eksikliği” olarak açıklaması, bu hükümetin yönetimindeki bir geleceği görmek için başka açıklamaya ihtiyaç bırakmıyor.

Meselenin ayyuka çıkması üzerine sorunu çözer gibi yaparak, cinsel istismar faillerine yönelik idam ve hadım önlemlerini ileri sürmek kadar, çocuklara cinsel istismarı araştıracak bir komisyon oluşturmaya karar vermeleri de hiç iç rahatlatıcı değil. Böylesine çözümsüz ‘çözümleri’ bile gerici amaçları için paravan olarak kullanıyorlar. Zina meselesini çocukların cinsel istismarının araştırılmasına dahil ederek, aslında istismar sorununu çözeceklerini değil, toplumsal gidişatı daha da gericileştireceklerini gösteriyorlar. Böylece, çocuklara cinsel istismarı değil, zinayı kovuşturarak, kadınlara yönelik gerici cendereyi iyice daraltarak bu ahlaki çürümeden kimsenin şikayet etmesine imkan ve yol bırakmamaya çalışıyorlar.

Birikmiş bunca ekonomik ve sosyal sorunun, bunca yoksullaşma ve ahlaki çürümeye kaynaklık eden gerici politikaların, baskı cenderesine alınmış bir toplumsal yaşamın bizatihi yaratıcısı olanların, bu sorunları çözmeye yanaşmayacakları gün gibi ortada.

Kadınlar, çocuklar, yoksullar, her kesimden ezilenler için hukuk, adalet, yaşama hakkı, eşitlik, güvenlik hakkı, eziyet ve işkence görmeme hakkı, etkili başvuru hakkı vb. sözleşmelerde, yasalarda yazılı hakların mevcut koşullarda bir karşılığı olmadığı her gün gözler önünde cereyan eden gündelik hayatın pratik bilgisiyle sabit.

Hal böyle olunca, hakların yeniden tanımlanacağı, uğruna mücadele ederek yeniden elde edileceği ve yeniden güvenceye bağlanacağı bir mücadele alanı ve süreciyle karşı karşıya olduğumuz görülüyor.

Bu ağır tablodan en çok etkilenenlerin; gerek ekonomik gerekse sosyal sorunların birinci derecede mağdurlarının, bütün istismar ve şiddet biçimlerinin hem doğrudan hedefi, hem çocukları maruz kaldığında en çok canı yananların, şiddete ve istismara karşı hukuk mücadelesinde, cezasızlık veya indirim ile faillerin potansiyel bir istismar/şiddet tehlikesi halinde sokakta dolaşmaları karşısında çözümsüzlüğe düşenlerin kadınlar olduğu ortada.

İşsizlik ve derinleşen yoksulluk, eğitimden dışlanma, cehalete mahkûmiyet, eve hapsolma ve haklarından bihaber yaşamaya mecbur edilmek kadınlara kader gibi dayatılıyor. Ama bunlardan açıkça söz etmek yerine kadınların kıyafetiyle, doğuracağı çocuk sayısıyla, kahkahasıyla, dini nikâhıyla, 9 yaşında evlenebileceğiyle ilgileniyorlar. Böylece, toplumsal hayatı, sokağı, otobüsü, minibüsü, meydanı, kafeyi, okulu, işyerini kadınlara dar etmek, toplumsal hayatı zehirlemek daha kolay sonuç veriyor. Ucuz emek gücü olan, işyerinde tacizle, mobingle ağır çalışma koşullarına zorlanan, çocuklarını sokağa (veya sibyan okulları ve kuran kurslarında) bin bir türlü istismara açık koşullara terk etmek zorunda bırakılarak, çaresiz bir şekilde AKP politikalarına boyun eğmeye zorlanıyorlar.

İktidarın, baskı cenderesini kurarken ve siyasi, ekonomik ve sosyal hakları ortadan kaldıran uygulamalara hız verirken, en çok güç aldığı kaynağın dinsel motiflerle karşı çıkışların önünü kapatarak derinleştirdiği bu gerici politikalar olduğunu görüyoruz. Bu politikalar aynı zamanda toplumun dinsel kural ve geleneklere göre yeniden biçimlendirilmesine ve toplum dokusunun gerici temelde dönüştürülmesine basamak yapılıyor. 16 yıllık iktidarları boyunca bu yolda aşamalar halinde mevzi kazandıklarını izledik. Tepkilerin yoğunlaşması ve kadınların mücadelesinin yükselmesine paralel olarak geri adım atılsa da her fırsatta daha ileri bir gericileştirme hedefine yöneldiklerini görüyoruz. Çocukların istismarının, TCK’dan kaldırılmış olan zina suçunun yeniden kurumsallaştırılması girişimine paravan yapılması da aynı çizgide atılmak istenen bir adımdır.

Sosyal yıkımlar getiren boğucu OHAL koşullarının atmosferi, nerdeyse bundan etkilenen herkesi bir meşru müdafa sınırına getirmiş durumda. Özellikle kadınları.

Sadece yakın tarihte yaşananlar bile bize bu gelişmeler karşısında gidişatın sonuçlarını etinde, kemiğinde, sofrasında, sokağında, işyerinde, ücretinde, yaşam tarzında hisseden bütün kadınlarla daha yaygın ve daha sağlam bağlar kurmanın, daha kalıcı örgütlenmelere olanak yaratmanın ne kadar yaşamsal bir ihtiyaç ve önem taşıdığını gösteriyor.

Aydınlandığında, bilinçlendiğinde, donanım kazandığında, bütün bu koşulları tersine çevirme gücü ve becerisiyle, haklarını aramak için en öne atılanların kadınlar olduğunu pek çok işçi direnişinde, hak mücadelesinde, baskı ve gerici politikalara karşı direnişlerde gördük.

Bir başka kadına her zaman ulaşabilen, her eve girebilen aydınlatma sorumluluğunu üstlenen her kadının bu atmosferin dağıtılmasında yaşamsal bir rol oynayabildiğini hem ülkemizdeki hem uluslararası deneyimlerden biliyoruz. Bütün faşist diktatörlüklerin tarihe gömülmesinde hakları için mücadele eden kadın öncülerin ve kadın kitlelerinin rolleri ilk işaret fişeği olmuştur. Arjantin’de kadınların gözaltında kayıp çocukları için mücadeleleri on yıllardan beri sürmektedir ve askeri diktatörlüğün sona ermesinin kapısını onlar aralamıştır. Geçen birkaç yıl içinde kürtaj yasağına, eşitsizliğe, tacize karşı ABD’den Avrupa ülkelerine kadar pek çok yerde kitleler halinde sokağa çıkan kadınlar, mücadelenin yükseleceğini gösteriyor. İran’da kadınlar başörtü yasağına ve diğer dinci baskı ve cenderelere karşı inat ve ısrarla direniyor. 8 Mart Uluslararası Emekçi Kadınlar Gününe adını ve içeriğini kazandıran New York’lu 40 bin dokuma işçisi kadının mücadelesi en çok bilinen tarihsel deneyimlerden biridir ki, çalışma saatlerinin azaltılması ve iş koşullarının düzeltilmesi taleplerine dayanıyordu. Bugün de bu talepler yığınlarca işçi ve emekçi kadın için yaşamsal taleplerdir. Osmanlı Devleti’nde 1872-1908 yılları arasında yapılan 50 grevden 9’u kadınların çalıştığı dokuma fabrikalarında gerçekleşmiştir. Son dönemlerinde 1915-16 yıllarında çalışma yaşamına ilişkin ilk düzenlemelerin de kadın işçiler için yapıldığını hatırlarız. Cumhuriyet tarihi boyunca pek çok hak ve özgürlük mücadelesi kadınlarla birlikte kazanıma ulaşmıştır. Bu mücadele geleneği hem tarihsel bir süreklilik içinde hem de artan güncel saldırılara karşı sadece ülkemizde değil dünyanın pek çok ülkesinde de hak ve özgürlük talepleriyle yeniden bir atılım için güç biriktirmektedir. Bu karanlık tabloyu aydınlatacak umudun ateşleyicilerinin kadınlar olacağı inancı boşuna değil.

1920 yılında Bakü’de toplanan “Birinci Doğu Halkları Kongresi’nde Türkiye adına konuşan Naciye Hanım, “haklarda tam eşitlik, erkeklerle aynı genel ve mesleki eğitimi görmek, kadının tüm idari işlere tüm yasama işlevlerine çekincesiz kabulü, tüm şehir ve köylerde kadın haklarını koruma komitelerinin örgütlenmesini” istediğini hatırladığımızda, bugün de taleplerimizin özünde pek değişmediğini görüyoruz.

SADECE 8 MART’TA DEĞİL…

OHAL’in kaldırılması, savaş ekonomisine son verilmesi, ülke topraklarına karşı bir saldırı halinde savunulması dışında her türlü askeri harekatın durdurulması, dinci gerici yasa ve uygulamalara son verilmesi, din işlerinin, dini kural ve düzenlemelerin tamamen ve kesin bir şekilde devlet ve kamusal işleyişinin dışına çıkarılması, toplumsal yaşamın her alanında kadın-erkek eşitliğine aykırı uygulama ve düzenlemelere son verilmesi, kadınların artık her yerde karşılaştıkları ayrımcılık, cinsel saldırı, şiddet türlerinin kesin olarak yasaklanması ve fiili engellere, camdan tavanlara karşı yasal ve kurumsal önlemlerin alınması, kadın ve çocuklara yönelik her türlü şiddetin ortadan kaldırılması için ekonomik, sosyal, kurumsal düzenlemeler ile bütün kamu kurum ve kuruluşlarında toplumsal cinsiyet eğitimi, şiddete karşı eğitimin zorunlu hale getirilmesi, asgari ücretin açlık sınırının altından yoksulluk sınırının üstüne çekilmesi, profesyonel işi olmaksızın ev emekçisi olan kadınlara sosyal güvence ile ayrımsız sosyal yardımın temel bir hak olarak yasal ve kurumsal olarak düzenlenmesi, müftü ve imamlara nikah kıyma yetkisinin iptal edilmesi, şiddet riski altındaki kadın ve çocukların 6284 Sayılı yasa ve İstanbul Sözleşmesindeki bütün etkin ve pozitif yükümlülükler çerçevesinde iş, eğitim, nafaka gibi olanakların ve can güvenliklerinin sağlanarak korumanın güvence altına alınması; hem demokratik ve laik bir toplumsal ortama adım atmak hem kadın ve çocukların kendini güvencede hissetmesi için gerekli en asgari koşulları oluşturmaktadır.

Bu koşulların elde edilmesi için mücadele kadınların sadece 8 Mart sürecinde değil, her zaman günlük yaşamlarının bir parçası haline gelebilir. Bunun için kesintisiz, sabırlı ve hedefli bir aydınlatma çalışması, her eve girebilme, her kadına dokunabilme, sorununu, sevincini paylaşabilme, haksızlığa karşı mücadelesine omuz verme, hak arayışına destek verme, örgütlenmesine ve güçlenmesine yardım etme, hepimizin hayatını derinden ve köklü bir şekilde dönüştürecek olan keşfedilmiş en başarılı yoldur.

Baskı altına alınan hak ve özgürlüklerimizi yeniden kazanmak ve genişletmek, barışı ve eşitliği elde etmek için ihtiyacımız olan şey, çalışma ve mücadele alanlarımızda mermeri delen basit bir su damlasının yalınlığı, sürekliliği ve ısrarından vazgeçmemektir.