Yücel Özdemir

Geçmişi 800 yıl öncesinde kadar uzatılan Türk–Alman “dostluk ilişkileri” bir süredir ciddi bir krizle karşı karşıya. Cumhurbaşkanı Erdoğan ve AKP yöneticileri tarafından sürekli gerilen, Almanya’nın da karşılık verdiği gerilimin nedenleri bir süredir en çok merak edilenler arasında. Hem tarihsel hem de güncel boyutuyla bakıldığında birbiriyle sürekli yakın ilişki içinde olan iki ülkenin ilişkilerinin neden gerildiği, hangi ülkenin hangi planlar peşinde olduğu henüz bazı yönleriyle flu olmasına rağmen, özünde orta ve uzun döneme dair planlar üzerinde çıkar çatışmasının yattığı anlaşılıyor. Zira, tarih boyunca sürekli “silah arkadaşlığı”na göndermenin yapıldığı her iki ülke arasındaki ilişkilerin geçmişi aynı zamanda bugün yüklenmek istenen misyon hakkında da fikir veriyor.

Modern anlamda Alman-Türk ilişkilerinin geçmişi 256 yıl öncesine dayanıyor. 1761’de Kral II. Friedrich (Büyük Friedrich) tarafından İstanbul’a elçi olarak gönderilen Graf Karlo E. Rexin ile dönemin Osmanlı veziri Koca Ragıp Paşa tarafından ilk “Dostluk ve Ticaret Anlaşması”nın altına imza atılıyor. Böylece Prusya-Osmanlı arasında ilk resmi siyasi ve ticari ilişkiler başlıyor. 1763’te Ahmet Resmi Efendi, Osmanlı’nın ilk elçisi olarak Prusya’nın başkenti Berlin’e gönderiliyor.

Bu anlaşmanın imzalandığı 18. yüzyılda Osmanlıda başlayan batılılaşma eğilimi önce Fransa sonra Almanya ile ilişkilerin derinleştirilmesinin önünü açtı. Bunda Alman işbirlikçisi İttihat ve Terakki’nin payı büyüktü.

AKP Hükümeti de bu anlaşmayı ilişkilerin başlangıcı olarak kabul ettiği için, Ahmet Davutoğlu’nun dışişleri bakanlığı döneminde “Türkiye-Almanya Stratejik Diyalog Mekanizması” adıyla karşılıklı toplantılar yapılmıştı. Geçmişteki ilişkilere atıfta bulunularak gelecekte işbirliğinin derinleştirilmesini hedefleyen bu “mekanizma buluşmaları”nın devamı getirilmedi. Başbakanlığı döneminde Almanya ile yakın ilişki içinde olmaya önem veren Davutoğlu, AB ile Sığınmacı Anlaşması’nın imzalanması sürecinde rol oynamıştı.

Tarihsel gelişim, özellikle Almanya’nın çıkarlarının belirleyici olduğu dönemlerde Türk-Alman ilişkilerinin zirve yaptığını gösteriyor. Alman kapitalizminin gelişmesi, emperyalist bir güç olarak sahneye çıkmak istediği 1850’lerin ikinci yarısında, daha somut ifadeyle Otto von Bismark’ın başbakanlığı döneminde, ilişkiler hız ve derinlik kazandı. Alman sermayesinin Anadolu ve Ortadoğu’ya ulaşmak için Osmanlı ile her açıdan iyi ilişkiler kurduğu bu dönem aynı zamanda, bölgenin tıpkı bugünkü gibi, yeniden paylaşılmak istendiği tarihsel sürece denk geliyor. Rusya, Fransa ve İngiltere’nin bölgeyi paylaşım planları karşısında Sultan II. Abdülhamit, çareyi Almanya ile yakınlaşmakta buldu. Bu yakınlaşmanın sonucu olarak Kayzer II. Wilhelm, biri 1889’da diğeri 1898’de olmak üzere iki kez İstanbul’u ziyaret etti.

İkinci ziyaretin yapıldığı 1898’de Bağdat Demiryolu hattının tamamlanması için Osmanlı İmparatorluğu ile Deutsche Bank arasında önemli bir anlaşma imzalandı. Bu anlaşmayla kurulan “Anadolu Demiryolları Şirketi” bünyesindeki Türk-Alman ortaklığıyla Bağdat demiryolu hattı projesi hayata geçirildi.

Ermeni soykırımının 100. yılı dolayısıyla Sol Parti tarafından verilen önergede (18/4335) demiryolunun yapımında Alman sermayesinin Ermeni halkını kullandığı şu şekilde ifade ediyordu: “Bağdat demiryolunu yapan Philipp Holzmann AG on binlerce Ermeni’yi Osmanlı ordusundan ‘ödünç’ alarak parasız, köle gibi çalıştırdı, sonra da ölüme gönderdi. Deutsche Bank ve Victoria Sigorta, Ermeni halkının mal varlığından ve sigorta poliçelerinden çıkar sağladı.[1]

Bu dönemde ayrıca İstanbul’da Alman okulları ve hastaneleri açılmış, birçok Türk subayı ve öğrencisi Almanya’ya eğitim görmek üzere gönderilmişti.

Sultan II. Abdülhamit tarafından Almanya ile geliştirilen ilişkiler İkinci Meşrutiyet’ten sonra İttihat ve Terakki tarafından sürdürülmüş, İttihat ve Terakki’nin yayın organı olan Osmanlı Dergisi 1 Ocak 1900 tarihinden itibaren Almanca nüsha olarak çıkarılmaya başlanmıştı. 1908 yılında İngiltere ve Rusya’nın Osmanlı’nın durumunu görüşmek için yaptıkları toplantıya Almanya’nın katılmaması, Almanya’yı Osmanlı’nın vazgeçilmez müttefiki haline getirmiştir. Bu müttefiklik halen Türk tarihinde “silah arkadaşlığı” olarak sunulsa da, gerçekte Osmanlı, Alman İmparatorluğunun çıkarları doğrultusunda Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşı’na aynı cephede girmek zorunda kalmıştı.

Osmanlı İmparatorluğu ile Almanya’nın ittifak halinde bulunduğu I. Dünya Savaşı’nda Alman General Liman Von Sanders Osmanlı Ordusunu yeniden örgütlemekle görevlendirilmiş, bununla da kalmayarak Çanakkale, Filistin ve Suriye Cephelerinde Osmanlı ordusuna komuta etmişti. Bu yakın ilişkiler Osmanlı İmparatorluğunun yıkılışına kadar devam etti.

Osmanlı’nın yıkılışıyla kesilen ilişkiler, 16 Mayıs 1924 tarihinde imzalanan dostluk anlaşmasıyla yeniden başladı. 1929 yılında konsolosluk anlaşması,1930 yılında ise Türkiye-Almanya Ticaret Anlaşması imzalandı.

Türkiye-Almanya ilişkileri Hitler Almanya’sında da devam etti. 2. Dünya Savaşına kadar Almanya ile iyi ilişkiler geliştirildi. Savaştan sonra ise Almanya’dan kaçan Nazi muhalifi bilim insanlarına Ankara’nın kapıları açıldı. Çok sayıda bilim insanı Türkiye’ye sığındı.

Bu tarihsel ilişkiler nedeniyle, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra yeniden inşa sürecine giren Federal Almanya, ihtiyaç duyduğu en fazla işgücünü Türkiye’den adlı. 31 Ekim 1961’de Bonn’da imzalanan anlaşmadan sonra yüzbinlerce işçi Almanya’ya gelerek madenlerde, otomobil fabrikalarında, inşaatlarda ve değişik sektörlerde çalışmaya başladı. Böylece yeni dönem Türk-Alman ilişkilerine bir de “emek göçü” faktörü eklenmiş oldu.

TÜRK-ALMAN İLİŞKİLERİNDE GERİLİM SÜRECİ

Tarihsel gelişimi bu şekilde olan, zigzaglar halinde ilerleyen Türk-Alman ilişkilerinde ekonomik ve siyasi bağlantılar hep güçlü oldu. Bunlara bir de “emek göçü” eklenince Almanya, her Türkiyeli için özel bir ülke haline geldi.

Bu özelliğe rağmen Türk-Alman ilişkileri, Mart 2016’dan başlayarak, gerilimi sürekli artan bir sürece girdi. Almanya Başbakanı Angela Merkel’in AB adına İstanbul’a giderek bizzat Erdoğan’la görüşerek sığınmacıların Avrupa’ya geçişini engellemek için yaptığı pazarlığın ardından AB ile Türkiye arasında imzalanan Sığınmacı Anlaşması’nın 18 Mart 2016’da yürürlüğe girmesiyle birlikte, Erdoğan anlaşmadan öngörülen 3 milyar Euro’nun az olduğunu söyleyerek eleştiriler yöneltmeye başladı ve paranın artırılmasını istedi. NDR televizyon kanalında yayınlanan mizah programı “Extra 3”te otoriter rejimin kurulduğu bir ülke ile yapılan pazarlıkları eleştiren bir klibin yayınlanmasına Erdoğan’ın tepkisi sert oldu. Mizahi eleştiriye gösterilen bu tahammülsüzlük daha sonra mizahçı Jan Böhmermann’ın okuduğu hakaret içerikli şiire gösterilen tepkiyle devam etti. Hatta, Erdoğan Alman mahkemesine başvurarak Böhmermann hakkında dava da açarak işin peşini bırakma niyetinde olmadığını gösterdi. Alman tahammülleri açısından pek de alışık olmayan bu durum doğal olarak geniş yankı yarattı ve tepki topladı.

Ardından 2 Haziran 2016’da Ermeni Soykırımı Yasa Tasarının federal mecliste kabul edilmesi, Alman milletvekillerinin İncirlik üssünde bulunan Alman askerlerini ziyaretinin engellenmesi, 15 Temmuz darbe girişimine karıştığı ileri sürülen üst düzey ordu ve yargı yöneticilerinin Almanya’ya iltica etmesi, Erdoğan’ın 16 Nisan referandumu öncesinde bazı bakanların toplantılarının iptal edilmesi nedeniyle Almanya’yı Nazilikle suçlaması ve Alman askerlerinin bu kez Konya üssünde ziyaret edilmesinin engellenmesi gibi olaylar zinciri gerilimin sürekli yükselmesine neden oldu.

Erdoğan’ın darbe girişiminden sonra Köln’deki mitinge canlı bağlanmak istenmesinin mahkeme tarafından yasaklanması, çifte vatandaş Die Welt gazetesi Türkiye temsilcisi Deniz Yücel ve diğer Alman vatandaşlarının tutuklanması gibi daha uzatabileceğimiz olaylar yaşandı son bir buçuk yıl içinde.

Ve bu olaylar zinciri en son Erdoğan’ın Alman vatandaşı Türkiye kökenlilerden 24 Eylül’de yapılan seçimler öncesinde “Türkiye düşmanı” partilere oy vermeme çağrısını yapmaya kadar vardı. Bütün bu olup bitenlerin tek bir nedeni bulunmuyor, pek çok nedenleri var. Bunları şu şekilde sıralamak mümkün:

1- İç politika argümanı olarak ‘Alman düşmanlığı’

Türkiye’de uzun yıllardır dış düşmanlar üzerinden iç politika yapma adeta bir gelenek haline geldi. Yunanistan, Kıbrıs, İran, Irak, Ermenistan, Bulgaristan ve en son Suriye dış düşman ilan edildi. Bu düşman politikasında, 1974 Kıbrıs çıkarmasını saymasak, hiçbir komşu ülkeyle savaşa girilmedi. Ama geniş kitleler arasında milliyetçilik ve şovenizm her an savaşa girilecekmiş gibi diri tutuldu. Son yıllarda bu dış düşmanlara bir de PKK ve FETÖ gibi iç düşmanlar eklendi.

İç düşman”ların nasıl kullanıldığı yaygın olarak bilindiği için dış düşman üzerinden devam edecek olursak, Erdoğan ve AKP’nin Gezi direnişinden bu yana geniş kitleleri etkisinde tutmak için ülke içindeki bütün muhaliflerin arkasında bir “üst akıl”ın olduğu ileri sürüyor. Bu strateji çerçevesinde Almanya uzun zamandan beri “iç düşmanları besleyen üst akıl” olarak tanımlanmış ve buna göre bir söylem geliştirdi. Türkiye dışında en fazla Türkiye kökenlinin yaşadığı Almanya’yı bu şekilde “düşman” seçmesinin elbette değişik nedenler yatıyor.

Yandaş basına bakacak olursak, gerilimin arkasında asıl olarak Almanya’nın Türkiye’yi çekememesinden, yükselişini ve büyümesini engelleme isteğinden kaynaklanıyor. Star gazetesi durumu şu şekilde özetliyor:

Teröristlerin Türkiye aleyhindeki kampanyalarını polis koruması vererek yaptırtan Almanya, ‘evet’ kampanyası yapmak isteyen Türk siyasetçilere engel oluyor. FETÖ ve PKK ilişkili oldukları medya organlarıyla ve kurdukları derneklerle Alman siyasetçileri Türkiye aleyhinde kışkırtıyor. Dev projelerle gücüne güç katan Türkiye, Almanya’nın açık hedefi haline geldi. 2018’de ilk etabı hizmete girecek olan İstanbul 3. Havalimanı, dünya hava taşımacılığında Frankfurt Havalimanı’nı adeta devre dışı bırakacak. İstanbul’un finans merkezi haline gelmesiyle Körfez sermayesi Almanya yerine Türkiye’yi tercih etmeye başladı.

Son dönemde dünya ekonomisiyle ilgili ortaya çıkan veriler de Almanya’yı korkutan bir diğer etken. Türkiye birçok alanda yaptığı yatırımlarla önemli aktör oldu. Türkiye Almanya’yı da içinde bulunduran Avrupa’da, tarım ürünlerini üretimi ve ihracatında, beyaz eşya üretimi ve ihracatında, çimento ve ayakkabı üretimi ile ihracatında Avrupa birincisi. Plastik üretimi ve ihracatı ile demir-çelik üretim ve ihracatında da Avrupa ikincisi olan Türkiye otomotivde Avrupa altıncısı konumunda. Türkiye bu konumuyla Almanya’nın sanayide en büyük rakibi olma yolunda ilerliyor.

Almanya’nın Türkiye’ye yönelik düşmanlığının bir diğer nedeni de Türkiye’nin son yıllarda Afrika ülkelerinde yaptığı yatırımlar ile ekonomik, sosyal ve kültürel faaliyetler oluşturuyor. Almanya hükümetince kabul edilen ve Afrika’ya yönelik yeni açılım öngören strateji belgesinde, Afrika’da Çin, Hindistan ve Türkiye’nin rakip olarak görüldüğü belirtildi. Uzmanlar, Erdoğan liderliğinde Cumhurbaşkanlığı Sistemine geçilmesiyle Türkiye’nin daha da güçleneceğinden duyulan endişeye dikkat çekiyor.[2]

Bu cümleler Türkiye’nin bölgesinde emperyal bir güç olmaya başladığını, ancak Avrupa’nın en büyük ekonomisine sahip Almanya’nın bunu çekemediği için Türkiye’ye karşı çalıştığı, gerilimin asıl nedeninin de bu olduğu anlamına geliyor.

Kapitalist rekabette elbette ülkelerin birbirine karşı hamleleri vardır ve olmaya devam edecektir. Bu nedenle Almanya’nın pazar alanını daraltacak hamlelere karşı çıkması mümkündür. Sonuçta, her kapitalist ülkenin hedefi daha fazla pazar alanına sahip olmaktır.

Körfez sermayesi” olarak nitelendirilen sermaye ile asıl olarak Katar’ın yatırımları kast ediliyor. Ancak, veriler Katar’ın Türkiye’den çok Almanya’ya yatırımlar yaptığını ortaya koyuyor. Frankfurter Allgemeine Zeitung’da yer alan bir habere göre, Katar’ın dünya çapında 330 milyar dolar yatırımı bulunuyor.[3] Başta Volkswagen, Allianz, Deutsche Bank, BMW, Siemens, Thyssen Krupp ve Wintershall olmak üzere pek çok Alman tekelinde Katar’ın hissesi var. Alman Ticaret Odası verilerine göre Almanya’da faaliyet yürüten, ancak merkezi Katar’da bulunan 64 firma mevcut.

Üçüncü havaalanı efsanesi ise sürekli dillendiriliyor. Star’ın da yazdığı gibi Almanya Avrupa’nın en büyük havaalanı olacak İstanbul 3. Havaalanı, Avrupa’nın ikinci büyük havaalanı olan Frakfurt’a rakip olacak. Bunun elbette doğruluk payı bulunuyor. Ancak bir tek havaalanı nedeniyle Almanya’nın Türkiye ilişkilerini bu denli germesi pek inandırıcı değil. Eğer gerçekten Almanya havaalanın yapılmasına karşı ise şimdiden engellemesi gerekiyor. Halbuki Almanya engellemek yerine inşasına yardım ediyor. Havaalanını yapan IGA İstanbul New Airport’un Yönetim Kurulu Başkanı Yusuf Ayçaoğlu şunları anlatıyor: “Havaalanı inşaatındaki kamyonların yüzde 80’i Mercedes-Benz ve MAN tarafından üretilmiş. Vinçler ve kepçeler Liebherr’den. Yolcu köprüleri Thyssen-Krupp tarafından yapıldı. Almanya’ya bir çok teklif gönderdik. Bu özel bir ticaret” diyor.[4]

Görüldüğü gibi, içeriye “yüzde 100 Türk malı” olarak sunulan büyük projelerin önemli bir bölümü yine Almanya’nın yardımıyla inşaat ediliyor. Alman tekelleri de bu yolla daha fazla para kazanıyorlar.

TÜRK-ALMAN TİCARİ İLİŞKİLERİNDE DURUM

Bugün Almaya için önemli bir pazar ve Ortadoğu’ya açılma kapısı olarak görülen Türkiye, ekonomik gücüyle halen Almanya’yla rekabet edebilecek bir ülke değil. Ancak yandaş basın yaratmış olduğu tabloyla mevcut rejimi güçlendirmek için sıkça bunu ileri sürüyor.

Halbuki ekonomik ilişkilerdeki gerçekler hiç de öyle değil. Alman Parlamentosunun Aralık 2016’da AB-Türkiye Gümrük Birliği konusunda milletvekillerini bilgilendirmek için hazırlamış olduğu bir broşürde en güncel verileriyle ekonomik ilişkiler ortaya konuluyor.

Broşür şu tespitle başlıyor: “AB Türkiye’nin en önemli ticari partneri, Türkiye ise AB’nin altıncı büyük ticaret partneri. Türkiye, 2015’te Almanya’nın ithalat yaptığı ülkeler sıralamasında 17. (14.5 milyar avro), ihracat yaptığı ülkeler sıralamasında ise 14. (22.4 milyar avro).”[5]

Türkiye’nin dış ticaretinin yüzde 70’i (ocak-eylül 2016) AB ile yapılmış. 2002-2015 yılları arasında Türkiye’de yapılan doğrudan yatırımların yüzde 69’u AB ülkelerinden. 2014 ile 2015 arasında yapılan bir kıyaslamaya göre doğrudan yatırımlar bir yıl içinde yüzde 36 azalmış.

Türkiye-Almanya arasındaki ticarette en dikkat çekici olan ise alınan ve satılan mallar. Almanya’dan Türkiye’ye satılan ilk beş ürün söyle: Otomobil, otomobil parçaları, havacılık araçları (uçak, helikopter), benzinli ve dizel motorlar, motor parçaları (2015).

Görüldüğü gibi hepsi taşıma araçları ve motorla ilgili.

Türkiye’den Almanya’ya satılan ilk beş ürün ise şöyle: Motor parçaları, otomobil parçaları, tişört ve atlet, otomobil, hazır meyve ve fındık. Türkiye’den Almanya’ya en çok satılanlar arasında yer alan motor parçaları, araç parçaları ve otomobiller büyük oranda Alman tekelleri tarafından Türkiye’de ucuza mal edilip Almanya’ya getirilen ürünlerdir. Bu durumda Türkiye’nin en çok sattıkları tişört, atlet, hazır meyve ve fındıktan ibaret görülüyor.

Ekonomik ilişkiler ve veriler Almanya’nın derdinin Türkiye’yi kıskanmadan çok, pazar alanını elde tutma derdinde olduğunu, bu nedenle ilişkileri normal düzeyde sürdürmek istediğini gösteriyor. Zira, Türkiye’de yatırım yapan 6800 Alman firmasının çalışmalarına rahat bir şekilde devam etmesi de bunu gerektiriyor. Bu nedenle Almanya’nın sırf 3. havaalanı nedeniyle Türkiye ile ilişkileri bozduğunu ileri sürmek kendisini dev aynasında görmeye başlamaktan başka bir şey değildir. Ama bu söylem içeride rejimi güçlendirmek için bir efsane gibi anlatılmaya devam ediliyor ve azımsanmayacak derecede destekçi buluyor.

2- Güçlü ‘Türk diasporası’ argümanı olarak ‘Alman düşmanlığı’

Türk-Alman gerilimin diğer en önemli ayaklarından biri de bu ülkede yaşayan Türkiye kökenli göçmenler üzerinde kimin söz sahibi olacağıdır. 1961’de Almanya’ya başlayan emek göçü tarihi aynı zamanda Türk devletinin, gönderilen işçilerin çalıştıkları ve yaşadıkları ülkenin işçi sınıfıyla özellikle kültür ve yaşam anlayışı bakımından bütünleşmesini engelleme tarihidir. Resmi rakamlara göre Almanya’da yaklaşık 3 milyon Türkiye kökenli emekçi yaşıyor ve bunların ezici bir bölümü işçi sınıfının parçası. Ağır sanayi, madenler, inşaat, temizlik ve hizmet sektörü gibi pek çok sektörde çalışan Türkiye kökenli işçilerin Almanya’daki konumu çoktan “misafir işçilik”ten kalıcılığa dönüşmüş bulunuyor. İlk yıllarda Türkiye’nin “döviz ihtiyacını karşılayan gurbetçiler” olarak görülen Türkiye kökenli işçiler, kalıcılaşma ile birlikte bu ülkede gelecek planları yapmaya başladılar. Ama, Türk devleti, iktidarda hangi parti olduğundan bağımsız olarak, işçileri ekonomik ve siyası çıkarları için kontrol altında tutma politikasından hiç vazgeçmedi. Bunun için de ilk kuşak işçilerle sonraki kuşaklar arasında dini ve milli duyguları sürekli diri tutmak için yoğun bir çaba harcandı. Bu amaçla örgütler, daireler, inisiyatifler kuruldu, paralar aktarıldı.

Alman devleti ise, uzun yıllar uyguladığı ve halen de devam eden ayrımcı politikalarıyla, bu işçilerde Almanya’ya aitlik duygusunun gelişmesini engelledi. En temel demokratik haklardan mahrum bıraktı, çoğu kez açıktan devlet eliyle ayrımcı politikalar hayata geçirildi. Halen de bu politikalar önemli ölçüde devam ediyor.

Bütün bu ayrımcı politikalar azımsanmayacak bir kesim arasında Alman işçi sınıfının yaşamıyla bütünleşmeyi, yaşadıkları ülkenin sorunlarıyla ilgilenmeyi zayıflattı, politik olarak Türk devletinin etkisi altında kalmalarına yardımcı oldu.

Bu elbette bölgede ve dünyada olanlarla Türk ve Alman devletlerinin ilişkisiyle de yakından ilgili. Bu nedenle Türkiye kökenli göçmenlerin Türk ve Alman devletleriyle ilişkileri, dünyada ve bölgede yaşanan gelişmelerden bağımsız şekilde ilerlemediği için yaşanan ekonomik-siyasi gelişmelerin tümü bu ilişkileri belli ölçüde etkiliyor. Başka bir değişle göçün belirli bir tarihi ve kendine özgü işleyen bir saati var, ancak bu her şeyden yalıtılmış ortamda işlemiyor. Dünya ve bölgede yaşananlar, bu süreci emekçi sınıflar açısından ileri veya geri gitmesini bağlantılı oldukları devletlerinin etkileriyle birlikte, bazen de onlara rağmen belirliyor.

Bu açıdan bakıldığında Almanya’da yaşayan ve yaşayacak olan, Alman vatandaşlığına geçen yüzbinlerce insanın politik olarak başka bir ülkeden (Türkiye) yönlendirilmelerinin sakıncaları değişik dönemlerde yoğun şekilde tartışıldı ve bu durumun entegrasyon sürecine zarar verildiği üzerinde duruldu. Adeta “paralel dünyalar”ın oluşmasına neden olan bu siyasetin Almanya açısından sorun teşkil ettiği yeni olmadığı gibi, geçmişte olduğu gibi bugün de biliniyor.

Bunun önüne geçme, “uyum” sürecini hızlandırma adına aradan yıllar geçtikten sonra “Almanya’nın göç ülkesi” olduğu gerçeği kabul edildikten sonra Entegrasyon Zirvesi, İslam Konferansı adı altında kurulan yeni oluşumlar aynı zamanda göçmenlerin geldikleri ülkelerin (sadece Türkiye değil elbette) etkisini azaltmaya yönelik hamlelerdi. Ancak aradan 10 yıl gibi bir süre geçmesine rağmen bir mesafe kat edilemedi.

Türkiye devletinin Türkiye kökenli işçileri, gençleri ve kadınları etki alanında tutmak için kullandığı dini ve milli değerlerin önemli bir bölümü Diyanet İşleri Başkanlığı’nın Avrupa’daki kolu olan Diyanet İşleri Türk İslam Birliği (DİTİB) üzerinden sürdürdüğü biliniyor. Alman Dernekler Yasası’na göre kurulan bu örgütün Türkiye ile bağlantısının koparılması, kuruma bağlı 900’e yakın camide Türkiye’den getirilen yaklaşık 900 imamın görev yapması, aynı zamanda Türkiye devletinin emekçileri kontrol altında tutmaya önem verdiğini gösteriyor. 2016’nın yaz aylarında DİTİB’e bağlı imamların Almanya’da rejime muhalif olanlar hakkında bilgi topladığının ortaya çıkması, yeniden bu yönde tartışmalara vesile olmuştu. İmamların Türkiye’den getirilmesinin engellenmesi gerektiğini ifade eden Almanya bu konuda henüz somut bir adım atmış değil. Ancak taraflar arasındaki çatışmaların sertliğine bağlı olarak bu yönde adımların atılması şaşırtıcı olmayacaktır.

Almanya’daki Türkiye kökenli göçmen işçilere mevcut rejim için ekonomik ve siyasi güç açısından bir “diaspora[6] rolü biçen AKP hükümeti, bu gücü gerektiğinde Avrupa’daki Türkiye kökenli muhalif güçlere, gerektiğinde ise yaşadıkları ülkelerin yönetimlerine karşı etkili bir baskı gücü şekilde kullanmak istiyor.

Bugüne kadar sürdürülen “diaspora politikası” sonucunda Türkiye kökenli göçmenlerin siyasi bir güç olarak kullanılmak istendiği 24 Eylül’de Almanya’da yapılan genel seçimler öncesinde açık olarak görüldü. Erdoğan’ın Türkiye kökenli Alman vatandaşlara “Türkiye düşmanı” partilere oy vermeme yönündeki çağrısı tam da bu “diaspora stratejisi”nin gereği. Her iki ülke arasındaki gerilime böylece Almanya’da yaşayan emekçilerin de açıktan dolgu malzemesi olarak kullanması anlamına gelen çağrı, özünde Türkiye kökenlileri Alman partilerinden koparıp, AKP’nin uzantısı durumundaki küçük etnik partilere yönlendirmeyi amaçlıyor.

Denilebilir ki, Türk devleti tarafından uzun yıllardır Almanya’da sürdürülen Türkiye kökenli işçileri yedekte tutma politikası, AKP ile daha sistemli ve etkili hale gelmiştir. Geçmiş dönem hükümetleriyle kıyaslandığında AKP/Erdoğan döneminde yurtdışında yaşayan Türkiye kökenli emekçilerin devletlerin çıkarlarına göre örgütleme, harekete geçirme daha sistematik karakter kazandı.

Bütün diaspora politikasının bağlandığı ve devasa bütçeye sahip olan Yurtdışı Türkleri ve Akraba Toplulukları Dairesi bu açıdan büyük bir önem taşıyor. Türkiye’de yapılan seçimler için sandıkların yurtdışındaki temsilciliklerde kurulması, yıllardır biriken bir çok sorunun önceki hükümetlere göre hızlı bir şekilde çözülmesi de bu yeni diaspora stratejisinin önemli ayaklarından birisidir.

Şimdi, bu strateji etnik temelde kurulan siyasi partilerle bir üst aşamaya çıkarılıyor. Daha önce Ermeni Soykırımı Yasasının Hollanda meclisine geldiği sırada İşçi Partisi’nden ayrılan iki Türkiye kökenli milletvekilinin kurduğu DENK partisi, bu yeni stratejinin ilk meyvesi sayılabilir. Barajın olmadığı Hollanda’da AKP çizgisindeki bu parti meclise üç milletvekili gönderdi. Hollanda ile süren gerilim Türkiye kökenliler arasında seçimlere ilgiyi artırdı. Bugünden bakıldığında Hollanda ile gerilimin boşuna çıkarılmadığı daha iyi anlaşılıyor.

Benzer bir durum Almanya genel seçimleri öncesinde yaşandı. Erdoğan’ın Almanya’da oy vermeye çağırdığı Alman Demokratlar Birliği (ADD) partisi de tıpkı DENK gibi bu yeni diaspora stratejisinin parçası olarak kuruldu. Belçika’da da benzer bir parti kurma çalışmaları devam ediyor.

Bugüne kadar ideolojik olarak AKP ile bağlantılı ancak Alman vatandaşı olan Türkiye kökenliler, yaşadıkları ülkelerdeki çıkarları gereği çoğunlukla Erdoğan’ın “oy vermeyin” dediği partiler arasında yer alan Sosyal Demokrat Parti (SPD) ve Yeşiller’e oy veriyordu. Bu aynı zamanda Almanya’daki sorunlar ve talepler konusunda bu partilerin dikkate değer görülmesi anlamına geliyordu.

Ancak Erdoğan’ın son hamlesi aynı zamanda Türkiye kökenli göçmenlerle Alman partileri arasında bağı koparma, içe kapatma ve azınlık siyaseti yapma gibi tehlikeli bir yaklaşımı içeriyor. Zira diaspora stratejisinde emekçilerin yaşadıkları ülkeden kopuk, içe kapalı ve gelinen ülkenin egemen sınıflarının çıkarları temelinde hareket etmeyi gerektiriyor. Almanya’dan başlayarak yurtdışında yaşayan Türkiye kökenli emekçilere yüklenen misyon elbette Türk dış politikasının Avrupa ve bölge bağlamındaki yeni ihtiyaçlarından kaynaklanıyor. Neo-Osmanlıcı proaktif dış politika gereği Türk devletinin karşı karşıya kaldığı sorunlar ya da ulaşmak istediği hedefler için, emperyalist devletlerle (konumuz bağlamında Almanya ile) pazarlık gücünü artırmak için Türkiye kökenliler üzerinde politik etkiyi genişletme ve derinleştirme yoluyla onları harekete geçirmek gerekiyordu.

Yurtdışındaki göçmenleri “adeta ‘beşinci kol” gibi değerlendirme planları devreye konuldu. Eskiden de bu amaç vardı, ancak etkisi bu denli hissedilmiyordu. Bu yeni “strateji”de göçmenler Türk siyaseti ve ekonomisi için oy ve döviz devşirme önemini yitirmemekle birlikte, yaşadıkları ülkelerde siyasi bir güç haline gelme, adeta özerk politik bir parti gibi hareket etmesi gerekiyor.

Açıktır ki, Almanya’nın yasal olanaklarından, politik imkanlarından kendini yalıtan bir kitleyle “beşinci kol” faaliyeti yürütülemez. Bir yandan bu kitlenin önde gidenlerini her bakımdan (ticaret, siyaset, temsil gücü örgütler kurma vb.) gelişmesi teşvik edilirken, diğer yandan ana kitlenin her bakımdan “vatana kulak kabartması”, “her türlü kaygısının güvencesini asli devletinde araması”, dolayısıyla “güçlü Türkiye’nin oluşumuna” kendi çıkarı gereği destek vermesi istenmektedir. Eskiden sıkça kullanılan “Alman vatandaşı ol ama, Türk kal” söylemi, bugün “Alman vatandaşı ol ama, Türk olarak siyasi rol üstlen” anlamına gelmekte. Yani pasif güçten aktif güce doğru bir değişim söz konusu olan. Dini ve milli kimlikleri koruma, büyük Türkiye’nin ileri karakol temsilcisi olarak aktif olma, harekete geçme, Alman toplumu ve siyasetinin ortasında yeni Türkiye’nin Truva Atı olarak nüfuz etme hedefleniyor. Bu amaç doğrultusunda önemsiz olmayan adımlar attığı, özellikle de ayrımcılık nedeniyle “ikinci sınıf vatandaş” duygusuyla “İslamofobi”ye tepkiyi milli ve dini bir potada birleştirebildiği söylenebilir. Ancak AKP’nin nihai olarak bu amaca ulaşıp ulaşmaması pek çok faktöre bağlıdır.

Açıktır ki, kendi bağrında ayrı ve özerk bir parti gibi hareket eden, buradaki siyasal yaşama doğrudan müdahalelerde bulunan, bu müdahale olanaklarını pazarlık kozu olarak masaya getiren bir Türk devleti gerçeğini, Alman devleti kabullenmedi ve kabullenmeyecek de. Almanya’nın bu gelişmeler karşısında yeniden mevzilenmek üzere olduğu, DİTİB, ajanlar, Türkiye’den getirilen öğretmenler gibi konularda attığı ya da atmayı planladığı adımlarda görülüyor.

Gelinen aşamada Almanya’nın Türkiye kökenlileri “entegrasyon sorunu”, AKP iktidarının izlediği siyasetle birlikte, bir hegemonya sorunu ve mücadelesine dönüşmüştür. Türk devletinin Türkiye kökenliler üzerinde bu denli etkili olmasının aynı zamanda kendisinin vermiş olduğu büyük açıklardan kaynaklandığını fark ederek belli adımlar atması kuvvetle muhtemel görülüyor. Kısa bir süre önce Federal İçişleri Bakanı’nın Müslümanlar için dini bayram günü ilan edilmesi yönündeki önerisini de bu temelde ele almak gerekiyor. Böylece, Almanya’nın bölge siyaseti, iç siyasetin unsur ve çelişkileriyle harmanlanması nedeniyle yeniden şekillenmek durumunda.

Gelişmeler, Türk-Alman ilişkilerinde geçmişte olduğu gibi gelecekte de bu ülkede yaşayan milyonlarca Türkiye kökenli emekçinin hangi devlete bağlı olacağı tartışması devam edecek.

Bu konuda bir uzlaşma zor görünüyor. Zira, Türkiye kökenli emekçiler üzerine ekonomik, siyasi hesaplar yapan Türkiye egemenlerinin yakın döneminde geri adım atması ya da bu yöndeki politikalar son vermesi söz konusu değil.[7]

3- Almanya’nın bölge planları, çelişkiler ve beklentiler

Gerilimim Almanya tarafında ise Türkiye üzerinden Ortadoğu’ya açılma planlarının hayat bulmaması önemli bir yer tutuyor. Geçmişten bugüne, Müslüman bir ülke olarak Türkiye üzerinden İslam dünyasıyla bağ kurmaya önem veren Almanya, bu nedenle işbaşındaki hükümetlerle ilişkileri hep iyi tutmaya özen gösterdi. AKP Hükümeti ve Erdoğan ile de uzun yıllar oldukça uyumlu bir ilişki sürdürüldü. Özellikle de SPD-Yeşiller koalisyon hükümetinin işbaşında olduğu 2000’lerin ilk yarısında. Ama, Türkiye’nin AB üyeliğine sıcak bakmayan Angela Merkel döneminde de ilişkiler uzun süre sorunsuz şekilde devam etti. Denilebilir ki Türk-Alman ilişkilerinde ilk ciddi gerilim Gezi direnişi döneminde yaşandı. Erdoğan’ın protestoların arkasında “dış güçler”in olduğuna dair yaptığı göndermede, hedef haline getirilen ülkeler arasında Almanya da bulunuyordu. Göstericilere yönelik “orantısız şiddeti” eleştiren Almanya hükümeti, karşılıklı atışmaların yaşandığı dönemde AB müzakereleri kapsamında yeni başlıkların açılmasına karşı çıktı. Alman basınında da Erdoğan’a yönelik eleştiri yazıları bu dönem daha sık yayınlanmaya başlandı.

Ama, Suriye üzerinden bölgede yaşanan emperyalist paylaşım sürecinde var olmak isteyen Almanya, sonraki dönemde ilişkileri normalleştirme sürecine girdi. Bu konuda en önemli adım “terörle mücadele” adı altında İncirlik’te Almanya için ayrı bir askeri pistin açılması oldu. Ardından, AB-Türkiye arasında sığınmacıları anlaşması imzalandı.

Aralık 2015’te IŞİD terörüyle mücadele adı altında İncirlik Üssüne asker göndermeye karar veren Almanya, bunu yaparken elbette uzun vadeli bir plana sahipti. İncirlik’te olmak, Suriye’den başlayarak Ortadoğu’nun yeniden paylaşılmaya çalışıldığı, bunun için de yüz binlerce inansın öldürüldüğü, milyonlarcasının yerinden yurdundan edildiği bölgede askeri açıdan var olmak ya da dahil olmak anlamına geliyordu.

Bu nedenle İncirlik’te bulunmak Almanya için terörle mücadeleden öteye daha kapsamlı bir stratejiyi içeriyordu. Dolayısıyla hemen İncirlik’te kalıcı olma hesapları yapıldı. Federal Savunma Bakanlığı, Alman askerlerinin İncirlik’te kalması için 58 milyon Euro’yu kısa sürede serbest bıraktı.[8]

Söz konusu parayla İncirlik’te Alman Tornado keşif uçakları için ayrı bir uçuş pistin ve askerlerin konaklayacağı yerlerin yapılması öngörülüyordu. Bu adımlar Almanya’nın da İncirlik’te ABD gibi gerektiğinde diğer müttefiklerden ayrı hareket etme niyetinde olduğunu gösteriyordu.

Bu nedenle bütün tartışmalara ve gerilime rağmen Almanya İncirlik’te kalmanın bütün yollarını aradı. Önce Federal Parlamento’da Ermeni Soykırım Yasası’nın kabul edilmesi, sonra da Türkiye’den kaçan darbeci generallere iltica hakkının Almanya tarafından verilmesi, Alman milletvekillerinin İncirlik’i ziyaret etmesini engellemeye gerekçe yapıldı. Ne var ki, bütün temaslar ve pazarlıkların ardından Almanya, sonunda askerlerini İncirlik’ten Ürdün’e taşınmak zorunda kaldı.

Bundan sonra Almanya’nın politikası aşamalı olarak sertleşmeye başladı.

5 Ekim’de Federal Mecliste konuşan Merkel, açıkça “Türkiye ile ilişkilerin yeniden düzenleneceği”nden söz ederek, AB ile müzakerelerin durdurulabileceğinin mesajını verdi.

Dikkat edilirse, Almanya’nın Türkiye’ye faaliyet yürüten Alman firmalarına Hermes kredi güvencesine sınırlandırma getirmesi, AB tarafından verilen yardımların kesilmesini gündeme getirmesi, silah satışında bazı anlaşmaları devreye koymaması gibi adımlar, Alman askerlerinin İncirlik’i terk edeceğinin kesinleşmesinden sonra atılan adımlardır. Sıkça gündemde tutulan, hapisteki Alman vatandaşlarının serbest bırakılması, rejimin otoriterleşmesi gibi konularda sözlü açıklamalar yapılmakla birlikte yaptırım adına somut bir adım atılmamıştı.

Zira bu adımlardan önce Almanya, Türkiye’den yapılan açıklamalar ve atılan adımlar karşısında adeta seyirci konumundaydı. Ekonomi ve Politika Vakfı (SWP) Türkiye uzmanı Günther Seufert her iki ülke arasındaki ilişkileri değerlendirdiği “Almanya, Türkiye karşısında güçsüz” başlıklı yazısının sonunu şu şekilde bitiriyor: “Bütün bunlar Türk-Alman ilişkileri açısından ne anlama geliyor? İdamın hayata geçirilerek Avrupa ile ilişkileri kesen ve Irak’a yapacağı askeri hareketle ABD ile ilişkileri sertleştiren bir Türkiye Alman dış politikası için büyük bir yara anlamına geliyor. Berlin’in açıklamaları Türkiye üzerinde olumlu bir etki yaratmıyor. Kamuoyu üzerinden Erdoğan ve Ankara ile münakaşa edileceğine, Berlin Avrupalı ve transatlantik müttefikleriyle ortak hareket etmeyi önemsemeli. Ancak birleşen batı Türkiye üzerinde etkili olabilir.[9]

Seufert’in gözden kaçırdığı Almanya’nın henüz sadece kendi çıkarlarının merkezde olduğu böylesi bir baskıyı oluşturabilecek durumda olmadığıdır. Kuşkusuz bu gerçek, çeşitli faktörlerin bir araya gelmesi neticesinde, bazı emperyalist devletlerin Erdoğan rejimine karşı ortak bir tutum almalarını, bu bağlamda aralarında özel bir “kazan-kazan” durumunun ortaya çıkması olasılığının bulunmadığı anlamına gelmiyor.

Alman askerlerinin İncirlik’ten çıkarılması elbette AKP Hükümetinin derdinin Türkiye topraklarında yabancı ordu birliklerini bulundurmama gibi anti-emperyalist bir yaklaşım olmadığı biliniyor. Eğer böyle bir politika söz konusu olsaydı, başta ABD olmak üzere diğer emperyalist ülkelerin askerlerinin çekilmesi için de benzer bir karar verilirdi. Her ne kadar görünürdeki nedenlerin başında Almanya’nın darbecilere iltica hakkı vermesi, “terör örgütleri”ne kucak açması gösterilse de gerçek amacın Erdoğan rejimine Almanya’dan başlayarak Avrupa’da destek toplama, ekonomik-askeri desteği tazeleme ve bölgede Türkiye’nin yayılmacı çıkarlarıyla çelişecek bir politikanın izlenmemesini sağlama olduğu anlaşılıyor. Kürt sorunu konusunda da Türkiye olduğu gibi kendi tezlerinin desteklenmesini istiyor.

Almanya tarafı ise, belli tavizler vermeye çoktan hazırdı. Ancak bölgedeki çıkar ve hesapları gereği tavizlerin de bir sınırı söz konusuydu. Kimi tavizler vermek, Erdoğan’ın baskıcı rejiminin bazı uygulamalarını görmezden gelmek, Almanya açısından alışılmadık bir şey değil. Ancak bunun için bölgeye ilişkin beklentilerinin karşılanacağı, güven duyacağı ve iç politikada açıklayabileceği bir rejimin işbaşında olması gerekiyordu.

Açıkça görülen, Erdoğan, bilinçli ve belirlenmiş bir strateji çerçevesinde AB’nin lideri durumundaki Almanya ile tartışarak pazarlık yapıyor. Türkiye üzerinden bölge nüfuzunu artırmayı öngören Almanya için, elbette giderek otoriterleşen, hukuk devleti ve kuvvetler ayrılığını rafa kaldıran, ne zaman nasıl bir tutuma alacağı kestirilemeyen, büyük devletlerle ilişkilerini aktüel iç siyasi dengelerin ihtiyaçlarına göre sürekli yeniden düzenleyen, bölgeye ilişkin ayrı emperyal emelleri olan ve duruma göre bunu askeri olarak da elde etmeye hazır bir rejime dayanarak planlarını hayata geçirmesi pek mümkün görünmüyordu. Bölgede ABD ve Rusya gibi askeri oparatif gücü olmayan Alman emperyalizmi, bu bakımdan Erdoğan rejiminin kendine çeki düzen vermesini talep ediyordu. Uzun süre, AB ile ilişkiler de dikkate alınarak bu yönde bir değişimin olacağı umut edildi. Bunun boş bir umut olduğu, istenilen yönde bir değişimin olamayacağı geç de olsa anlaşıldı, daha doğrusu Merkel Hükümeti Erdoğan rejiminin bu kadarı ileri gideceğini öngöremedi. Bu nedenle geri adım attırmak için yaptırım planlarını geç devreye koydu. Kuşkusuz, bütün bunlara rağmen Almanya Türkiye’den kesin olarak vazgeçmiş değil, ancak mevcut rejim ve yönetime yaslanarak bölgede hareket edemeyeceğini de artık biliyor. Bunu açıktan Türk devletinde de söylüyor. Ancak, Erdoğan ve bakanlarının yaklaşımı ise, sorunun en kısa zamanda çözüleceği yönünde. En azından bu yönde mesajlar veriliyor. Denilebilir ki, şimdi de durumu doğru okumayan veya okuyamayan taraf Türkiye rejimi ve devletidir.

Belirtmek gerekiyor ki, pazarlıklar sadece Almanya ile Türkiye arasında cereyan etmekle kalmıyor, ABD ve Rusya ile de benzer pazarlıklar yapılıyor. Bu nedenle Türkiye’nin içinde girdiği çoklu pazarlık süreci gelinen aşamada pek çok soru işaretini de beraberinde getiriyor.

Bunların en önemlisi ise son iki yıldır Alman basınında da gündeme gelen “Türkiye eksen mi değiştiriyor?” sorusudur. Almanya ve ABD ile olan gerilime bakıldığında bu soruya verilecek düz yanıt, “evet, değiştiriyor” gibi görünüyor. Ancak, ilişkilerin karmaşıklığı ve olup bitenler bunun öyle kolay olmadığını gösteriyor.

Suriye savaşını bölgede yer kapmak için bir fırsat olarak gören Almanya, Eylül 2014’ten itibaren rejime karşı kurulan Uluslararası Koalisyonun içinde yer aldı. Bu süreçte Almanya’nın attığı en önemli adımlardan birisi de IŞİD terörüyle mücadele kapsamında Güney Kürdistan’da Peşmergelere silah ve eğitim vermeyi karar altına almasıydı. Yine aynı dönemde Fransız savaş gemisi “Charles de Gaulle”ü koruma adına Doğu Akdeniz’e “Augsburg” savaş gemisi gönderildi. Bunlar ve daha da sayabileceğimiz pek çok gelişme, Almanya’nın Türkiye üzerinden Ortadoğu’ya ayak basmak için süreci kullanabileceğinden hareket ettiğini gösteriyor. Ancak bütün bunların hiç birisi olmadı.

Türkiye’deki rejimle sorunlar yaşaması, Almanya’nın bölgeye ilişkin planlarından vazgeçtiği anlamına gelmiyor elbette. Bugün de bölgede olma adına yeni adımlar atılıyor.

Bunların bir kısmının Güney Kürdistan üzerinden olacağı sır değil. 25 Eylül’de yapılan bağımsızlık reformu konusunda “dostlar alışverişte görsün” bağlamında bir açıklama yapan Almanya, gelecekte Güney Kürdistan ile ilişkilerini daha da geliştirmeye önem verecek gibi görünüyor. Bu da Türk-Alman ilişkilerinin yeniden gerileceği anlamına geliyor.

Ayrıca, Türkiye’nin Rusya, İran, Çin ile yaklaşma hamleleri ve bu hamlelerin derinliği ve seyri de gelecekte Almanya ilişkilerin nasıl olacağı konusunda belirleyici olacak. Asıl kırılma ve çatışmanın bu süreçte yaşanacağı şimdiden anlaşılıyor. Junge Welt gazetesine dış politika yazıları yazan Jörg Kronauer, “Stratejik Seçim” başlıklı yazısında, Türkiye-Almanya arasındaki gerilimin arka planında asıl olarak Türkiye’nin Rusya-İran-Çin eksenine yakınlaşması olduğunu ileri sürerek şunları ifade ediyor: “Almanya ile Türkiye arasındaki çatışmanın arka planında açıktan tartışılan bir soru var: Bu, Türkiye Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın AB ve ABD’nin dışında başka bir ittifakın varlığından söz etmesidir. Uzun zamandan beri AB üyeliği için yapılan görüşmeler boşa çıktı. Berlin’de ona karşı önemli bir direnişin olduğu, en sonunda da söz konusu olan görüşmeler Almanya tarafından,   standartların aynılaştırılması adına Ankara sıkıca Brüksel’e bağlandı. Şimdi Erdoğan çatışmayı NATO üzerinden genişletiyor: Avusturya, (Türkiye’nin karşı çıkması üzerine) askeri anlaşmalar kapsamında yeni ortaklık programından çıkarıldı ve bu rahatsızlığa yol açtı.[10]

Kronauer aynı yazısında, Türk düşünce kuruluşlarının uzun zamandan beri NATO’dan çıkma konusunda tartışma yürütüldüğü ve bunu desteklediklerine dikkat çekerek şunları yazıyor: “Bu soru Alman ‘düşünce kuruluşları’nı da bir süredir ilgilendiriyor. Türkiye’nin Şanghay İşbirliği Örgütü’ne (ŞİÖ) üyeliğinin realist olup olmadığı üzerinde duruluyor. Bu konuda yanıt Türkiye ile ŞİÖ’nün ana güçleri Rusya ve Çin ile ilişkilerine bağlı. Eğer bu ilişkilerin kapasitesi uygunsa, Türkiye’nin ittifak değiştirmesi öngörülebilir, eğer değilse Erdoğan’ın gerçek tercihi yok demektir, ki bu da çetin pazarlıkların yapılacağı anlamına geliyor.[11]

Federal Güvenlik Politikası Akademisi (BAKS) de, Türkiye-Rusya ilişkilerini iki ayrı raporda masaya yatırmış. Çıkarılan sonuç: “[Rusya ile] Yakınlaşmaya rağmen çok fazla çatışma noktası var.[12]

Kısacası, Türkiye’nin Rusya ve Çin ile yakın ilişkiler içerisinde olması, bütün uyarılara rağmen bu ilişkileri askeri, siyasi ve ekonomik düzeyde ilerletmesi, AB ve NATO tarafından dikkatle izleniyor. İlişkilerin seyri elbette Türkiye’nin girmiş olduğu bu yolda ne kadar ilerleyeceği belirleyecektir. Yapılan analizler, Batı’nın Türkiye’nin bu hamleleri karşısında fazla seyirci kalma niyetinde olmadığı yönünde. Almanya’nın ekonomik ve siyasi düzeyde şimdilik sadece ucunu gösterdiği sertleşmeleri bunun bir parçası olarak görmek mümkün.

Peki o zaman Türk devletinin izlemiş olduğu politikalar ne anlama geliyor?

Belirtildiği gibi Türkiye ile Rusya ve İran ilişkileri düz, sorunsuz ve hemen kalıcı bir ittifaka dönüşebilecek düzeyde değil. Gelişmeler asıl olarak, Türkiye’nin İkinci Dünya Savaşından sonra parçası olduğu NATO/AB batı ittifakı içerisinde kendisine verilen küçük rolle yetinmek istemediği, kendi adına da bölgede büyük hesap peşinde olduğu anlamına geliyor. “Dünya beşten büyüktür”, “AB’ye muhtaç değiliz”, “İstediğimiz ülkeden silah alırız”… gibi yaklaşımlar asıl olarak batı karşısında seçeneksiz olmadığının blöfünü yaparak pazarlık gücünü artırmaya yönelik hamlelerdir. Rusya-İran-Çin ya da ŞİÖ seçenekleri pazarlık marjını yükseltmek için öne sürülüyor. Bunun bölgenin yeniden şekillendirilmek istendiği bir dönemde olması elbette tesadüf değildir. Çünkü, “Batı ittifakı” eski rol çerçevesinde kalmayı dayatırken, Türk devleti oluşan ya da oluşacak yeni durumun aleyhine olduğunu ileri sürerek kendisine tam destek verilmesini talep ediyor. “Batı ittifakı” ise Türkiye’nin taleplerinden çok kendi çıkarlarını önde tuttuğu için, bunların gerçekleşmesi için çaba harcıyor ve Türk devletinden buna göre kendisini “yenilemesi”ni, günün gerçeklerine göre hareket etmesini istiyor. Batı, başta Kürt sorunu olmak üzere bazı alanlarda eski pozisyonda ısrar edilmeye devam edilmesi durumunda öngördükleri doğrultuda bir yenilenmenin olmayacağının da farkında.

İşte, Türkiye’nin “Doğu ittifakı”yla girmiş olduğu ilişkilerin arka planında verilen eski rol ile yetinmemeye ve yeni roller aramayla ilgilidir.

Türkiye Cumhuriyeti’nin önceli olan Osmanlı İmparatorluğu da benzer şekilde yeni roller üstlenerek, emperyal iddia ve emellerini sürdürebileceğini düşünüyordu. Sanayi üretimi olmadan, at sırtında yayılmacılıkla emperyalist bir devlet olabileceğini sanıyordu. Ama sonu emperyalistler tarafından parçalanmak oldu. “Boğazın hasta adamı” yönetici sınıfları canını kurtarmaya çalıştığı yıllarda tamamen Almanya’ya teslim olmuştu.

1800’lü yılların sonları ve 1900’lü yılların başında itibaren İngiliz-Fransız ekseninden kopup Alman eksenine girmeyi ifade eden bu süreç yarım yüzyıl bile sürmemişti. İkinci Dünya Savaşı’nın sona ermesi ve oluşan yeni dünya dengesinde ise bu kez ABD eksenine dahil olmuş ve bu halen de devam ediyor. Bütün bunlar, emperyalist devletler arasında süren paylaşım mücadelesinde Türkiye’nin değişen koşullara bağlı olarak taraf değiştirmesinin ancak büyük savaşlarla mümkün olduğunu gösteriyor. Teorik olarak günümüz dünyasında bir ülkenin taraf değiştirmesi mümkün görünse de bunun sessiz sedasız olamayacağı ortadadır.

4- AB ile müzakereler, üyelik ve belirsizlikler

Türk-Alman ilişkilerinde hiç eksik olmayan bir gerilim de Türkiye-AB ilişkileri. Erdoğan ve hükümeti, AB müzakerelerinin ilerlememesinin sorumlusu olarak Almanya’yı görerek eleştirilerin dozajını sertleştirmekte ve bu ilişkinin bir an önce bitirilmesi için sık sık çağrılar yapmakta. Şu açıklama, bütün söylediklerini ve yaklaşımın özetliyor: “Neymiş… Türkiye’nin AB üyeliğine (Almanya) karşıymış, engelleyeceklermiş. AB’den de sesler gelmeye başladı, ‘Belirleyici olan Almanya değil’ deniyor… Hayırlı olsun, bir an önce alın şu kararı. Bu bir birlik kararıdır. Kendilerine şunu söylüyorum; ‘Türkiye’nin AB’yle mevcut ilişkisine tahammül edemiyorsanız çıkın bunu mertçe söyleyin ve gereğini yapın. Bu mertliği göstermek yerine AB’yi Türkiye’yle tam üyelik müzakerelerini bitirmeye zorlamak ikiyüzlülüktür; siyasi ahlaksızlıktır. Bizim AB’yle derdimiz olmadı ama zaman tünelinde geri gidersek, 59 fiili 63 resmi üyelik sürecimiz. Türkiye’yi kapıda bekleten siz oldunuz, verdiğiniz sözü tutmadınız, Fasılları aç-kapa anlayışını kaldırdınız. Vize meselesinde de verdikleri sözü yine tutmadılar. Hiç ilgisi alakası olmayan Latin Amerika’daki ülkeler Schengen’e dahil edildi, Türkiye dahil edilmedi. İşleri güçleri Türkiye. Ya (AB) sözlerini tutacak ya da biz ‘Türkiye’yle yola devam etmek istemiyoruz’ diyecek, bu işin başka çıkışı yok.[13]

Bu sözlerin bir anlamı AB’yi tam üyelik için hızlı karar vermeye zorlamak olurken, diğer anlamı ise Türkiye’nin önünde başka seçeneklerin olduğunun ucunu göstermektir. AB’nin müzakerelerde ilerlemeyi ağırdan almasını aynı zamanda “AB karşıtlığı” üzerinden iç politikada Erdoğan’ın elini güçlendiriyor.

Gelinen aşamada Erdoğan AB’yi, AB de Erdoğan’ı bir bakıma ilişkiyi bozmaya zorluyor gibi görünüyor. Çünkü 3 Ekim 2005’te filli olarak başlatılan resmi müzakerelerin bundan sonra daha fazla yol alacağı konusunda her iki taraf da pek umutlu değil.

Dolayısıyla, nereden bakılırsa bakılsın, Türkiye-AB müzakereleri bundan sonra tahmin edilen de daha yavaş bir hızla ilerleyecek, belki de hiç ilerlemeyecek.

Bunun birinci nedeni elbette AB’nin kendi iç sorunlarıyla ilgili. İngiltere’nin Brexit kararıyla birlikte AB’nin genişleme süreci durmuş, küçülme ve bölünme evreleri başlamıştır. İngiltere’den sonra başka ülkelerin de belli kriz dönemlerinde aynı yola başvurma olasılığı oldukça yüksek.

Geriye kalan AB’de ise özellikle Almanya’nın ağırlığı, özellikle de 2008 krizinden sonra hissedilir şekilde arttı. Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un AB’nin yeniden reformdan geçirilmesi yönündeki çağrısı aslında bu rahatsızlığın sonucu. Buna rağmen mevcut AB’nin üzerinde Alman-Fransız ittifakının belirlediği politikalar etkili. Bu duruma İtalya ve bazı Avrupa ülkeleri değişik biçimlerde bu rahatsızlıklarını ifade ediyorlar. Ancak bugünkü koşullarda fazla seçenekleri de bulunmuyor.

Bütün bunlara rağmen Almanya’nın belirleyici güç olarak bir adım önde olduğu söylenebilir. Türkiye yönetenleri de bunun farkında. Bu nedenle Berlin ile yürütülen tartışmaları, sadece Almanya ile yapılan tartışmalar olmak görmemek gerekiyor. Aynı zamanda Brüksel’de bir tartışmanın ve gerilim olduğu gerçeğinden hareket ediliyor.

Kısacası, AB’nin politikalarını belirleyen ülkeler, hem kendi içinde sorunlar hem de olağandışı bir süreç yaşayan Türkiye’nin durumundan kaynaklı olarak olarak müzakereleri üyelikle sonuçlandıramayacağı artık net olarak görülüyor. Otoriter bir rejimin kurulduğu Türkiye ile müzakereleri hızlandırmak, aynı zamanda AB içindeki çelişkileri daha da derinleştirmek anlamına gelecektir. Dolayısıyla, AB cephesinde şimdi Türkiye ile yakın gelecekte bir yakınlaşmanın olmanın mümkün olmadığını gerekçeleri sıralanıyor. AB Komisyonu Başkanı Jean Claude Junker’in şu sözleri durumu özetliyor: “Belli bir süredir, Türkiye Avrupa Birliği’nden uzaklaşıyor. Avrupa, olgun demokrasilerin olduğu bir kıtadır. Bazen Türkiye’de, birliğe katılımı durdurup ardından üyelik müzakerelerinin başarısızlığı için AB’yi suçlamak isteyenler olduğu izlenimine kapılıyorum. Öngörülebilir gelecekte Türkiye’nin birliğe üyeliğinin gerçekleşmeyeceğini düşünüyorum. (…) AB, Türk halkına her zaman elini uzatacak fakat Türkiye, üyelik müzakerelerinin başarısız olması için zemin hazırlıyor gibi görünüyor.[14]

Açıklamalar, aslında her iki tarafın da Türkiye’nin gelecekte AB üyesi olamayacağından emin olduğunu için suçu birbirine atıp, uygun bir zamanda fiili durumun resmiyet kazanmasının zeminini arıyor. Doğru zamanı ve halkayı yakalayan taraf politik olarak bir adım öne geçip, kendisini haklı, diğerini haksız ilan edecektir.

Dünyanın içinden geçtiği uluslararası ilişkiler, ittifak arayışları ve iç politikadaki çatışmalar, tarafların birbirinden umut kesmesinden de kaynaklanıyor. AB, Türkiye ile üye, aday üyelik, gümrük birliği… gibi bağlayıcı adımlarla Türkiye ve bölge üzerinde etkili bir güç olmayı hedefliyordu. AB’nin sınırlarının Ortadoğu’ya kadar genişlemesi aynı zamanda birliğin dünya siyasetindeki rekabet gücünün artacağından hareket ediliyordu. Ancak, AB ve bölgenin içinden geçtiği süreç, her ülkenin kendi çıkarlarını gözeten bir politikayı öne öne çıkarması, süreci bol çelişkili ve uzlaşmanın sınırlı olduğu bir aşamaya getirmiş bulunuyor. Bu nedenle Türkiye-AB ilişkileri yakın gelecekte çok daha büyük tartışmalara ve sarsılmalara sahne olması kaçınılmaz görünüyor.

Belirtmek gerekiyor ki; Türkiye sadece Almanya/AB ile gerilim içerisinde değil, aynı dönemde ABD ile, arka planında Ortadoğu’da izlenen politikaların olduğu, bir gerilim süreci yaşıyor. Rusya, Çin ve İran ile ise açıktan yakınlaşma mesajları veriliyor, NATO üyesi bir ülke olarak S-400 füze savunma sistemini satın alıyor.

Bugünden Türkiye’nin NATO şemsiyesi altındaki “Batı ittifakı”ndan kopup “Doğu ittifakı”yla birlikte hareket edilip edilmeyeceği konusunda net ve kesin bir tanımlamada bulunmak zor. Ancak, Erdoğan tarafından izlenen politikanın bölge ve Türkiye için büyük tehlikeler içerdiği ortada. Önümüzdeki fazla uzak olmayan dönemde Türkiye’yi bekleyen en önemli tehlikelerin başında her emperyalist devletin kendi çıkarlarını geliştirme ya da koruma temelinde, içerideki ve dışarıdaki bütün imkanlarını seferber edeceğidir. Bu da Türkiye ve bölge üzerinde nüfuz kurma mücadelesinin şiddetleneceği anlamına geliyor. Yakın dönemin en önemli tehlikelerinden biri olan emperyalist güçler arasındaki çatışmada paylaşım alanı haline gelme, en çok da Türkiye halkları ve emekçilerine zarar verecektir. Böyle bir çatışma Ukrayna’da halen devam ediyor. Türkiye’nin Ukraynalaşmamasının yolu, her iki emperyalist merkeze karşı bağımsızlığı savunmak olduğu açıktır.

SONUÇ: GERİLİM HALKLARIN, EMEKÇİLERİN ALEYHİNE İŞLİYOR

Gelişmeler, bir buçuk yılı aşkın bir süredir Almanya-Türkiye arasında süren söz dalaşının arkasında aslında farklı katmanları ve anlamları olan çıkarlar çatışması olduğunu gösteriyor. Ve tarafların kısa zamanda sert bir dönüş yapma niyetinde olmadıklarını gösterdiler. Zira konular, son bir yıl içinde değişse de taraflar tartışmanın dozunu sertleştirdiler. Almanya açısından bakıldığında, bölgesel planları konusunda önemli tavizler koparma imkanı bulduğunda, ilişkileri normalleşmekten kaçınmayacaktır. Çünkü, bir buçuk yıllık süreç içerisinde Türkiye’den yapılan pek çok provokasyon karşısında soğukkanlılık elden bırakılmadan hareket edildi. İncirlik’ten Alman askerlerinin çıkarılmasından sonra sözde sertlik, kısmen uygulamaya geçirildi. Buna rağmen Alman sermayesinin Türkiye’deki çıkarlarının zedelenmemesine özen gösterildi. Örneğin, Almanya Türkiye’ye halen silah satmaya devam ediyor. Almanya içinde bu yönde yapılan pek çok uyarıya rağmen hükümet adım atma niyetinde görünmüyor. Aynı şekilde Alman tekelleri Türkiye’deki faaliyetlerine olduğu gibi devam ediyorlar. Dahası, Siemens tekeli gerilimin tam ortasında Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı’nın Rüzgar Enerjisi Yenilenebilir Enerji Kaynak Alanları (YEKA) ihalesini kazanan tekel oldu. 8 firmanın katıldığı ihaleye 5 Alman firmasının katılması da ayrıca dikkate değer.

Gelişmeler henüz her iki ülke sermaye güçleri arasındaki ilişkileri sarsmamış görünse de politik alanda cereyan edenlerin etkide bulunması kaçınılmaz görünüyor. Almanya’nın Türkiye’ye doğrudan yatırımlarında ve giden turist sayısında önceki yıllara göre bir azalma söz konusu.

İlişkilerdeki gerilimin ekonomiye yansımasıyla Erdoğan ve bakanları gerilimin dozajını düşürme niyetinde olduklarının mesajını vermeye başladılar. Der Spiegel dergisine bir röportaj veren Dışişleri Bakanı Mevlut Çavuşoğlu şöyle diyordu: “Geçen yılki zorluklara rağmen Almanya ile Türkiye arasında bir sorun yok. İlişkileri normalleştirmek için elimden geleni yapacağım.[15] Gerilimin kaynağında Almanya’nın 16 Nisan referandumunda taraf olmasının yattığını ileri süren Çavuşoğlu, Erdoğan’ın ise yapılanlara tepki göstermekle yetindiğini ileri sürdü. İfade edilenlere bakılırsa, Almanya’ya hakaret dolu açıklamalar yapan ve herkesin bildiği aşağılamaları yapan sanki Erdoğan değilmiş…

Bu nedenle burjuva siyasetinde görülebilecek her türlü samimiyetsizliğin, ikiyüzlülüğün bundan sonra Almanya-Türkiye ilişkilerinde kendisini göstermesi şaşırtıcı olmayacaktır. Ancak her şeyin eskisi gibi olmayacağı da açık olarak görülebiliyor.

Peki, ya bu ilişkinin ortasında kalan Alman ve Türkiyeli işçi ve emekçiler? Süreçten en çok onların, özellikle de Almanya’da yaşayan Türkiye kökenli göçmen işçilerin etkilendiğini görmek gerekiyor.

Alman ve Türkiyeli emekçiler arasında önyargı ve düşmanlıkların alabildiğince körüklendiği bu süreçte, ırkçı Almanya için Alternatif (AfD) partisinin oylarını artırması tesadüf değildir. Denilebilir ki, AfD’nin bu denli yükselmesinde Erdoğan’ın Almanya’ya karşı izlemiş olduğu politikanın da rolü var. 2015’teki sığınmacı akını yaşanmadan önce ülke genelindeki oyu yüzde 4-5 arasında olan AfD, sığınmacılar kriziyle birlikte hızla oyunu artırdı. Alman halkı içindeki sosyal sorunlardan kaynaklı korku ve endişeler ırkçı parti tarafından göçmenlere yöneltilerek suiistimal edildi. Benzer bir süreç diğer Avrupa ülkelerinde de söz konusu.

Erdoğan’ın AB üzerindeki baskıyı oluşturmak, pazarlığı artırmak, daha fazla maddi destek almak için sınırları açarak yüzbinlerce insanın AB’ye geçmesini sağlaması bu gelişmeleri tetikledi. Sonunda da sığınmacıların sırtından AB ile pazarlık masası kurarak, 6 milyar Euro ve çeşitli politik tavizler kopararak kısmen de olsa hedefine ulaşmış oldu.

Bütün bunlar, Erdoğan’ın izlemiş olduğu AB politikasının siyasi-ekonomik hesap ve şantajlar üzerine kurulu olduğunu gösteriyor. Bu nedenle, çelişkilerin kısa sürede ortadan kalkması mümkün görünmüyor.

 

[1]         http://dip21.bundestag.de/dip21/btd/18/043/1804335.pdf

[2]           www.star.com.tr/politika/almanya-neden-hayir-diyor-haber-1194580/

[3]     Frankfurter Allgemeine Zeitung. 06.06.2017

[4]     www.faz.net. Holger Appel. 27.07.2017

[5]         https://www.bundestag.de/blob/488974/574038109bc0abaf00ec28fa2feff13f/wd-5-107-16-pdf-data.pdf

[6] Diaspora, bir ulus ya da inanç mensuplarının anayurtlarından kopmak ve yurtdışında yaşamak zorunda kalan kısmı anlamına geliyor. Sözcüğün Yunanca kökeni itibariyle kopma, dağılma eylemi sonucu anayurttan uzakta yaşayanları tanımlamak için kullanılıyor. Pek çok tarihçi ve sosyolog, yurtdışında yaşayan, farklı inanç ve uluslardan Türkiye kökenli göçmenler için bu kavramın kullanılmasının doğru olmadığını savunuyor. Çünkü dağılma nedenleri ve biçimleri farklı. AKP, yurtdışında yaşayan Türkiye kökenliler arasındaki sınıfsal, ulusal, inanç farklılıklarının üstünü kapatmak için ısrarla “ortak milli değerleri” öne çıkarmak için bu tanımlamayı kullanıyor. Daha önce “Ermeni diasporası” bağlamında olumsuz anlamlar yüklenen kavrama olumlu bir içerik kazandırmak suretiyle resmi söylem haline getirilen kavram, yurtdışında yaşayan Türkiye kökenli göçmenlere yüklenmek istenen misyonu da özetliyor.

[7] Her iki devletin egemenlerinin üzerinde hak iddia ettiği, yakasına yapıştığı Almanya’daki Türkiye kökenli göçmen emekçilerin Alman işçi sınıfıyla, önündeki engelleri aşarak nasıl birleşebileceği ise ayrı bir yazının konusu olarak ele alınması gerekiyor.

[8] http://www.spiegel.de/politik/ausland/incirlik-bundeswehr-investiert-millionen-in-tuerkei-stuetzpunkt-a-1110977.html

[9] https://www.swp-berlin.org/kurz-gesagt/die-ohnmacht-deutschlands-gegenueber-der-tuerkei/

[10] www.jungewelt.de/artikel/315895.strategische-wahl.html

[11] Aynı yazıdan

[12] baks.bund.de, Die russische Option: Kann die Türkei eine Allianz mit Russland schmieden? (“Rus Opsiyonu: Türkiye Rusya ile bir ittifak kurabilir mi?”), Kaan Şahin, NR: 17/2017

[13] diken.com.tr/erdogandan-abye-ekim-mesaji-bir-alin-su-karari/

[14]             https://tr.sputniknews.com/avrupa/201709131030117933-ab-komisyonu-baskani-juncker-turkiye/

[15] Der Spiegel, 41/2017