Kadir Yalçın

Her kötülüğün altında yattığı ve Aydınlanmacı “kalıp”tan kurtulamadıkları için Sovyetler Birliği kadar bilimsel sosyalizmi de çöküşe götürdüğü, dolayısıyla “yanlışların anası” olarak, Marx ve Marksizm’in temel hatası olduğu iddia edilen devlet öğretisinin hayata geçirilmesi olan proletarya diktatörlüğü sorununa geldik.

Bu kez tersten, Demokratik Modernite (DM) ve yazarlarının siyasal “toplumsal” amaçlarından, hedeflerinin ne olduğundan başlayalım. Bir DM yazarı şunları yazıyor:

Devletsiz bir toplum öze en yakın toplumdur. Öz değerlerin büyüdüğü-büyütüldüğü doğal toplum-komünalite devletsiz bir toplumla ancak geliştirilebilir. Öze yakınlık, demokrasiye ve özgürlüklere yakınlığı da beraberinde getirir. Demokratik konfederalizm toplumun her kesiminin içinde olduğu bir sistemdir. Kadın örgütlenmeleri, gençlik örgütlenmeleri, emek örgütlenmeleri, çevre örgütlenmeleri, sağlık ve eğitim kurumları için ayrı örgütlenme alanları oluşturarak, toplumun her kesimini bu şekilde sistemde ‘özne’ konumunda bir sistem yaratma hedefindedir. Ezen-ezilen olmadan, herhangi bir tahakküme dayanmadan, herkesin özgür ve eşit bir şekilde kendini ifade edebileceği bir sistemdir.[1]

Amaçlanan “demokratik konfederalizm, ezen-ezilen olmadan, herhangi bir tahakküme dayanmadan, herkesin özgür ve eşit bir şekilde kendini ifade edebileceği bir sistem.” Özgürlük ve eşitliğin –toplumsal koşullarıyla gerçekleşme yerine– herkesin “kendini ifade etme” hakkıyla sınırlanması türünden “ufak-tefek” hataları olsa da, ulvi bir amaç olarak görülüyor. Sömüren ve sömürülen var mı, olacak mı, söylenmiyor, ancak ezen ve ezilen yok, tahakküm yok –komünizm gibi duruyor.

Amaç buysa, başlıca sorun bu amaca nasıl ulaşılacağıdır. Hiç yaklaşım hatası olmasa bile, ezeni-ezileni olmayan, tahakküme dayanmayan “sistem” nasıl kurulacak? İyi niyetle mi? Ve kapitalizm dokunulmaz kalıp yerli yerinde dururken mi? Burjuvaziyle birlikte mi? Ya devlet? Devletle uzlaşılarak mı? Beğenmek beğenmemek ve lanet okumak ve “devletsiz toplum”dan söz açmak bir yana, somut olarak devlet karşısındaki tutum ve devlet ile ilişki nasıl olacak? “Birbirini tanıyarak”, anlaşarak mı?

Eksik ve hataları sınıflar ve sınıf bakış açısından hazzedilmediğine yorsak bile, önemli boşluklar kalıyor. “Herkes” kim örneğin? “Toplumun her kesiminin özne konumunda olacağı bir sistem” dendiğinde, sayılıyor gerçi; ama, “demokratik konfederalizm”e şüphesiz “tertemiz ve boş” bir sayfa açılarak başlanamayacağı, bugünkü toplumdan gelindiği biçimiyle, onun kiri-pası, çirkeflikleri ve toplumsal dayanak ve güçleriyle varılacağı tartışılmaz bir gerçek olduğuna göre, bu “her kesim” kimlerdir: Kadın var, gençlik var, emek var, çevre, sağlık, eğitim; peki, sermaye, burjuvazi? Biliniyor, sınıflardan da, ekonomiden de haz edilmiyor, ancak herhalde meta üretimi ve işgücünün de metalaşmasıyla onun üzerinde yükselen kapitalizm toplumsal olgular/örgütlenmelerdir ve örneğin kırla kentin küçük üreticileriyle büyük patronları, küçüklerin yanında büyük toprak sahipleri toplumsal kesimlerdir. Bunların hangileri bu “toplumun her kesimi”nin içinde, hangileri değildir?

Yoksa özgürlük ve eşitlik, hatta biçimsel siyasal nitelikleri ve ifade hakkıyla sınırlı olsa bile iyidir? Ama sorun oradadır ki, burjuvazi ve hele tekelci burjuvazi ve büyük toprak sahipleriyle kadın, genç ve çeşitli kesimlerin bir arada “toplumun her kesiminin özne konumunda” olacağı bir sistemde tahakküm ve ezen-ezilen olmaması isteğe bağlı değildir. Öncelik ekonomik zor ya da tahakküm (üç kuruşa işgücünü kiralamak zorunda bırakma) kaçınılmazdır ve ekonomik egemenliğin olduğu yerde siyasal egemenliğin de türemesi engellenemez.

Bu “her kesim”in biraradalığı ve öyleyse –geleneksel sosyal demokrasinin çözümü olan– tek çıkar yol olarak uzlaşmalarının dayatılması sorunu bir yana ezen-ezilen ve tahakküm yoksa, kuşkusuz ki devlete de ihtiyaç yok demektir. Ezenle ezilenin (ve baskı ve zorun kaynağı ve dayanağı olarak sömürünün) olmadığı yerde devlete ihtiyaç doğmaz; ancak ezen ve ezilenle devlet arasındaki ilişki öyle konmaktadır ki, sömürü ve ezenle ezilen ortadan kalktığında ihtiyaç kalmayacak olan devletin (ortadan kalkması değil, ama) sönmesi yerine, tepetaklak edilerek, ezilenin olmadığı toplumun devletsiz geliştirilebileceği bildirilmektedir!

Ezen ve ezilenin olmadığı topluma gidişin yolu olarak devletsizlik! Ve iddia edilmektedir ki, “Devletsiz bir toplum öze en yakın toplumdur… doğal toplum-komünalite devletsiz bir toplumla ancak geliştirilebilir. Öze yakınlık, demokrasiye ve özgürlüklere yakınlığı da beraberinde getirir.

Öz” nedir? Toplumsal “öz” değişmeden kalan bir “sabit” midir, nedir bu “öz”, nerededir? Toplumlar değişir, ama “büyütülecek öz değerler”le birlikte bu “öz” mü değişmez, yoksa aslında “özü” değişmediğinden toplumlar da mı değişmez? Ve toplumlar söz konusu olduğunda bu “öz”e “yakınlık”/uzaklık nasıl ve neyle ölçülecektir?

Görmüştük, biliniyor, “öz değerler” ilkel komünal klan değerleri, toplumsal “öz”se komünalitedir; ancak binlerce yıllık geçmişte gömülüdürler. Olanaklı olan geleceğindevletsiz toplumu”ysa, yadsımanın yadsınmasıyla, sömürünün de, sınıfların da, tüm baskı biçimleriyle birlikte devletin de tarih olacağı, sınıfsız, devletsiz, savaşsız toplumdur, komünist toplumdur. Ayrıntısına girmeden söylersek, insanın kendi kendisinin efendisi olduğu toplumdur. “Öz” bu, insan ve kendisinin efendisi oluşu olabilir mi? Ama, bu, en başta sömürünün ve dolayısıyla sınıfların kaldırılmasını gerektirir.

Biliniyor ki, sömürü ve sınıflarla ve hiçbir şekilde ortadan kaldırılmalarıyla uğraşılmamaktadır. Sömürüye ve sınıflara, genel olarak ekonomiye ilgi gösterilmemesi ve “sınıf bakış açısı”nın “dar” ve kabul edilmez bulunmasının nedeni, zaten sömürü ve sömürücü sınıflar ve (devlete yönelik tüm lanetlemelere karşın) egemenliklerinin ortadan kaldırılması eğilimine hiç sahip olunmaması, bu yönde bir istek taşınmamasıdır. Dolayısıyla peşinde olunan, sömürünün ve sınıfların kaldırılması, yani toplumsal devrim ve buradan ulaşılacak toplumsal özgürlük (ve sadece sınıf ayrıcalık ve farklılıklarının kalkmasına dayalı hak eşitliği değil, sınıfların kendilerinin kalkması anlamında ve gerçekleşme koşullarıyla birlikte, öyleyse herkesin ihtiyacı kadar alabileceği) gerçek eşitlik değildir. Amaç sınırlıdır, demokrasi ve özgürlüklerin elde edilmesinin hedeflenmesinden ibarettir: “Öze yakınlık demokrasiye ve özgürlüklere yakınlığı da beraberinde getir”ecektir!

Demokrasi sorununu, demokrasinin bir devlet biçimi olmadığı iddiasını çürütürken ele alacağız; burada Lenin’e başvurarak, şunu söylemekle yetinelim ki, dar burjuva bakışla aynı ya da benzer anlamlara sahip sayılıp biri diğerinin yerine kullanılarak ya da ardı sıra eklenerek tekerlenmeleri adetten olmuş demokrasi ile özgürlük kavramları, aynı olmadıkları gibi, birbirleriyle bağdaşmazlar: “Çoğunlukla ‘özgürlük’ ve ‘demokrasi’ kavramlarının aynı anlama geldikleri kabul edilir ve sık sık birinin yerine öteki kullanılır. Başlarında Kautsky, Plehanov ve (avanesi olmak üzere) vülger Marksistler de bu konuda aynen böyle düşünmektedirler. Gerçekte ise demokrasi özgürlükle bağdaşmaz. Gelişmenin diyalektiği (ileriye doğru seyri) şöyledir: mutlakiyetten burjuva demokrasisine; burjuva demokrasisinden proleter demokrasisine; proleter demokrasisinden demokrasisizliğe.[2]

Kötülüğün başlıca kaynağı saydıkları devletin lanetleyicilerine hatırlatmak gerekir ki, gelişmenin bu seyri içinde, ulaşılacak amaç saydıkları demokrasi sadece en sonda, proletarya diktatörlüğünün ardında, devlet sönüp gittiğinde olmayacak, özgürlük ise ancak o zaman olacaktır. O zamana kadar, hiçbir durumda “herkes için” olmayan, –eğer faşist ve sair otoriter diktatörlüklerine geçmemişse– kâh burjuvazi için kâh proletarya (ve emekçiler) için olan demokrasi koşullarında özgürlük mücadelesi sürecek ve özgürlükler ancak kısmen elde edilip kullanılabilecektir.

Amacı özetlerken bu amaca nasıl ulaşılacağı sorusuna yanıt vermesi bakımından da önem taşıyan, Öcalan’ın, artık bildiğimiz “devletle uzlaşma” önerisini de görelim:

Politik mücadele ancak kendi toplumunu sınıflaştırmayarak dolayısıyla kendini iktidar ve devlet aygıtlarının tek taraflı zoru altına sokmayarak başarısını kanıtlayabilir. Gırtlağına kadar iktidar ve devlet zorunu yaşayan toplumlarda başarılı bir politik mücadeleden bahsetmek ciddi bir yanılgıdır. Kendini ya hiç iktidar ve devlet zoru (iç veya dış, milli veya gayrı milli olması bu anlamda pek önemli değildir) altına sokmamak ya da sert geçen bir mücadelenin ardından devlet ve iktidarla karşılıklı rızaya dayanan bir uzlaşmaya varmak, bu temelde devlet ve iktidarı tanımak, politik toplum için idealdir. Anlaşılacağı üzere ‘demokratik modernite’ ile ne kapitalist ne sosyalist olarak yeni bir toplum tipi yaratılıyor. ‘Demokratik modernite’ bu kavramların toplumu nitelendirmekten uzak propaganda kavramları olduklarını belirtiyor. Şüphesiz bir toplum gerçekleştiriliyor, ama bu toplum, ahlaki ve politik ilkenin azami rol oynadığı, sınıflaşmanın pek gelişme imkanı bulamadığı, dolayısıyla iktidar ve devlet aygıtlarının ya zorlarını dayatamadıkları ya da karşılıklı uzlaşma ile birbirini tanımanın gerçekleştiği, farklılık içinde birlik, eşitlik ve özgürlüğün hem bireyselliğin (bireyciliğin değil) hem de toplumsallığın özelliği olarak yaşandığı bir ‘modern demokratik toplum’dur.[3]

DM yazarı Çetiner, amacı, “ezen-ezilen olmadan, herhangi bir tahakküme dayanmadan… demokratik konfederalizm” olarak tanımlamıştı. Öcalan, aynı amacı, “modern demokratik toplum” şeklinde tanımlıyor, ancak amacı bundan ibaret değil. Çetiner “komünalite devletsiz bir toplumla ancak geliştirilebilir” dediğinde, amaçla aracı bir miktar birbiri içine sokmuş olsa bile, Öcalan’da amaçlar çiftleşiyor. O, başka yerlerde proletarya diktatörlüğünün komünist topluma geçişin hizmetinde, geçiş dönemi devleti olarak kullanılmasını kapsayan devlet öğretisi dolayısıyla Marx ve Marksistleri aracın amaçsallaştırılmasıyla suçlarken, burada, ikili amaca sahip olmak üzere, araç olması gereken devletle –açıkça uzlaşma olarak tanımladığı– ilişkisini, amaç düzeyine yükseltiyor. “Ya hiç devlet zoru altına sokmamakya da devlet ve iktidarla karşılıklı rızaya dayanan bir uzlaşmaya varmak” şeklinde formüle etse de, ilki hem isteğe bağlı hem de olanaklı olmadığı ve insanlığın ancak proletarya diktatörlüğü altında ulaşabileceği gelişkin bir üretkenlik düzeyine varılmadan devletin varlığından kaçınılamayacağı için, ancak ikincisinin, yani “devletle rızaya dayalı uzlaşma”nın gerçekleşme şansı vardır ve Öcalan da onu amaçlamaktadır: “Modern demokratik toplum”a ancak böyle varılacaktır, ve o zaman amaç, bu uzlaşmayı sağlamak üzere –tabii ki burjuva– devletle anlaşmak olmaktadır. Paradigmayı formüle eden Öcalan olduğundan, bu durumda, amaca ilişkin olarak Çetiner’in “komünalite ancak devletsiz toplumla geliştirilebilir” şeklindeki yorumu şüphesiz güme gitmekte ve anlaşılmaktadır ki, konfederal komünalite burjuva devletle birlikte –ve öyleyse burjuvazi ile birlikteliği ön gerektirerek–, onunla uzlaşma halinde inşa edilecektir! Burjuvazi ve devleti ile el ele verilerek birlikte oluşturulacak –deve de kuş da olmayan: ne kapitalist ne sosyalist– konfederal modern demokratik toplum…

Marx ve Marksizmin devlet öğretisi aşağılanarak varılacak yer ancak burası olabilirdi ve varılmıştır.[4]

Yukarıdaki pasajda politik mücadele ile devlet zoru arasında kurulan ilişkiye gelince, tamamen zihniyet, niyet ve irade konusu olarak anlaşılan bu ilişki, olabilir ve başarısı elde edilebilir değildir. Toplumun sınıfsallaştırılmasının politika konusu olmayışını bir yana bıraksak da sorunun hantal konuluşu ve olmazlığı değişmiyor. “Politik mücadele kendini iktidar ve devlet aygıtlarının tek taraflı zoru altına sokmayarak başarısını kanıtlayabilir” –bu ne demektir, ne anlama gelir? Sınıflı toplumlarda ve son sınıflı toplum olan günümüz kapitalizminde devletin zoru altında politika yapmak ve bu zoru aşmaya çalışmaktan başka yol ve çare mi vardır? Yoksa cümle bozuk ya da düşüktür ve başka bir şey söylenmek istenmekte ama anlaşılmamakta mıdır? Ama peşinden gelen “gırtlağına kadar iktidar ve devlet zorunu yaşayan toplumlarda başarılı bir politik mücadeleden bahsetmek ciddi bir yanılgıdır” cümlesi bir öncekinin anlaşılabilecek tek biçimi ve anlamını pekiştirmektedir. Örneğin Türkiye toplumu “gırtlağına kadar iktidar ve devlet zorunu yaşamaktadır”, öyleyse Türkiye’de “başarılı bir politik mücadeleden [en azından olanağından] bahsetmek yanılgı” mıdır? Politika ve politik mücadeleye ilişkin bütün bu “imkansızlıklar”, üzerlerinde kurulan “ya… ya” formülasyonunun birinci bölümünün bütünüyle ihtimal dışı olup tutulabilecek tek yolun devletle uzlaşmak olduğunun altını çizmek için mi ileri sürülmektedir?

Öyle ya da böyle, anlaşılan, devletli koşullarda zor altında, veya tersinden, gelecekte işçi sınıfının egemen sınıf olarak örgütlenmesiyle burjuvaziyi baskı altında tutacak politik mücadele gözden düşürülmeye çalışılmaktadır. Söylenen, devlet zoru koşullarında –devletle uzlaşmanın dışında– politik mücadelenin anlamsız olduğu, bir politik mücadele sürdürülse bile başarı şansı olmadığıdır. Kanıtlanmak istenen, uzlaşma zorunluluğudur!

Öte yandan, bu, ters-yüz edilmiş bir totolojidir de; çünkü politik mücadele, ancak devletin varlığı koşullarında anlamlıdır, ancak bu koşullarda zemin bulabilir. Devlet ve zoru koşullarında “politik mücadeleden bahsedilemez” demek, onun tam da gerçekleşme koşullarını inkar etmektir. Tersine, politika ancak devletin varlığı koşullarında olanaklıdır; ve zaten politika, devlet işleriyle ilgilenmek, politik mücadele, devlet işlerini yürütmeye talip olmak ya da yeni bir tür devlet kurma mücadelesini vermek demektir. Devlet kendisi politik bir aygıttır. Günümüz koşullarında politika, başlıca; ya en başta devlet eliyle (veya devletin bekasına bağlanarak), burjuva politika olarak, sömürülen yığınları baskılamak ve ezilmeye razı etmek, olmuyorlarsa ezmek; ya da ancak devleti karşıya alarak, sosyalist politika olarak, işçi sınıfı ve sömürülen yığınları tarafından burjuvaziyi devirip iktidar olmak ve sömürüyü kaldırmak üzere (veya acil görev olarak siyasal demokrasiyi elde etmeye yönelse bile kesintisizliği içinde sosyalizme bağlanarak) yapılabilir ve politik mücadelenin, birbirinin tam karşıtı olan başlıca bu iki türü olabilir. Kapitalizmde siz karşısında politika yapmaktan gönüllü olarak feragat edebilirsiniz, bu devleti ilgilendirmez, o, politik aygıt olarak davranmaya, politika yapın ya da yapmayın, muhalifseniz sizi baskılamaya yöneliktir ve işlevini durmaksızın yerine getirir. Siz ona küstünüz ya da üstünlüğünü kabullendiniz ve uzlaşmaya çalışıyorsunuz diye işlevi sona ermez; ya devirmek için mücadele eder ya da ona ve burjuva dayanaklarına bağlanırsınız.

ANARŞİZME YAKINLIK VE ÖVGÜ

Bu politik mücadele karşıtlığı, tıpkı devletin kötülüklerinin başlıca kaynağı sayılması gibi, DM ile özellikle Bakuninci anarşizmin birlik noktasıdır. Ve DM yazarları zaten en çok bu iki nedenle, anarşizme, özellikle Bakunin’le Kropotkin’e övgü düzmekten geri durmaz, Marx ve Marksizm karşısında “haklılıkları”nı ortaya koymaktan kaçınmazlar.

Önce haklılık belirten iki övgü pasajını görelim.

İlki, sömürünün kaldırılması amacıyla burjuvaziye karşı mücadeleyi kolaylaştıracak olması nedeniyle, Marx’ın, her birinde para birimi dahil farklı ekonomik, siyasal vb. norm ve kuralın geçerli olduğu küçük prenslikler halinde bölünmüş aristokratik Almanya’da, federalizme karşı merkezi tek devletten yana olmasıyla ilgilidir: “Marx ve Engels,… Almanya’nın birlik sorununun… ulus devletle çözümünden yana tavır takınmışlardı. Bu çözümü özellikle anarşistlere karşı savunuyorlardı. Tarih bu konuda anarşistlerin haklı olduğunu kanıtlamıştır. Özellikle Bakunin ve Kropotkin’in görüşleri hem haklılığını hem de geçerliliğini korumaktadır. Bilimsel sosyalizmin ve reel sosyalist uygulamanın sonunu getiren, daha doğrusu içten çözülmesinin temel nedenlerinden başta geleni, aşırı merkezileştirilmiş, bürokrasiye dayanan güçlü ulus-devlet modelidir.[5]

Alman prenslikleri, ya siyasal parçalanmışlıklarıyla feodal aristokrasinin ağır etkisi altında kalmayı sürdürecek ya da bir türden birleşeceklerdi. Anarşistler bu parçalanmışlıktan gelen farklılıkların etkisini sürdüreceği gevşek bir birlik biçimi olarak federalizmden, Marx’la Engels ise birleşik cumhuriyetten yanaydılar. Anarşistler, ulusallık da içinde bütünsel ideolojik sistemleri bakımından sorunludurlar, ancak Marx ve Marksizm ulusal temelli ve ulusalcılığı esas alan bir teori ve pratik değil, tersine enternasyonalisttir. Tek ve büyük bir pazarın örgütlenmesinin zemini olarak ulusal devlet, sosyalizmin “modeli” değil kapitalizmin ihtiyacı; ilkesi –kuşkusuz tekçi– ulusallık olan burjuvazinin feodal parçalanmışlık karşısında yapmakta olduğuysa kapitalizmin gelişmesine uygun olan ulusal birliğin sağlanmasıydı. “Aşırı merkezileştirilmiş”i ve “güçlü”sü bir yana, ulusal ilke ve ulus devletle Marx ve Marksizmin olmayan ilgisini yaratı olarak kurmak, Öcalan’ın bir fantezisidir.

İşçi sınıfının mücadelesini kolaylaştırması bakımından, koşula bağlı olarak, ulusal sorunun “ulusal devletle çözümünden yana olmak” başkadır, ulusallığı ve ulusal birliği ilke, ulus devleti model olarak önermek başka.

Öcalan ve DM yazarları, tarihsel olmayan zaman-dışı ve buradan gelerek üstelik sınıfsızlaştırılmış (tersine kendisi “sınıflaştırma aygıtı” olan) zihinde yaratılmış bir devlet kavrayışına sahip olduklarından, devlet söz konusu olduğunda, siyasal toplumsal koşulları zerre kadar önemli saymıyorlar. “Toplum” dendiğinde anladıkları “ikinci doğa” ya da “doğal toplum”dur ki, devletle çatışan ve devletin tahrip etmeye yöneldiği odur! Başka toplum da yoktur, tıpkı sınıflar gibi toplumsal koşullar da dikkate alınmaya değmemektedir. Bir DM yazarı, Öcalan’ı tekrarlayarak, şöyle yazmıştır:

Siyasi ve mali iktidarın en yoğunlaşmış sömürü aygıtı olarak gelişen kapitalist ulus-devleti devrimci bir gelişme olarak görmek Marksizmin en büyük yanılgılarından biri olmuştur. Burjuvazinin yaptığı devrim değil, tam tersine 15. yüzyıldan itibaren Avrupa’da gelişen demokratik toplum arayışlarına ve mücadelelerine mali sermayenin, tüccarın dayattığı bir karşı-devrimdir.[6]

DM yazarları, burada da görüldüğü gibi, devletin ve bu kapsamda bir devlet olarak “ulus-devlet”in, “doğal toplum” karşısında, insanlığın demokratik değer ve geleneklerini dağıtıp ezen bir “karşı-devrim” olarak şekillendiği düşüncesindedirler. Ancak tartışmasızdır ki, “ulus” ve “uluslaşma” gibi, kapitalizm gelişmesi sürecinde bunların taçlanması olan burjuva niteliği tartışmasız “ulus devlet”ler, doğal komünal toplum karşısında ve onun kolektivizminin dağıtılmasıyla ortaya çıkmamıştır. Böyle olsaydı bile, bu bir “karşı-devrim” olarak nitelenemezdi; ancak böyle olmadığı kesindir. Ulus devletlerin ortaya çıktığı koşullarda ilkel komünal toplum çoktan tarihe karışmış, onun yerini alan kölecilik de –kalıntıları Amerika’nın güney eyaletleri ve dünyanın birçok yerinde bir süre daha varlığını sürdürse de– genel olarak yine ömrünü doldurmuştur. Uluslar kapitalizmin şafağında oluşmaya başlarken, ulus devlet, feodalizmin gelişen kapitalist ilişkilerce çözülüşü sürecinde, bu ilişkilerin gelişmesini engellediği için, feodalizme karşı, sömürülen ve ezilen bütün halkı peşine takarak savaşa girişen burjuvazinin yürüttüğü bu savaşın ürünü olarak sahneye çıkmıştır. Kapitalizmin şafağına kadar ulusları tanımayan tarih, köleci ve feodal nitelikli olanların ardından, ulus devlete de kapitalizmle birlikte tanıklık etmiştir. Bu tarihsel koşullarda gericiliği ve karşı-devrimi temsil eden “tüccar” ve “dayatmaları” değil, ama feodalizm ve mutlakçılığı, devrimci olansa ortalıkta olmayan “doğal toplum” ve “demokratik değerleri” değil, kapitalizm ve yükselen sınıf durumundaki burjuvazidir. Sözü edilen tarihsel koşullarda burjuva içerikli demokratik değerleri temsil eden de halkın geri kalan yığınlarını yedekleyen burjuvazi olmuştur.

Üstelik, emperyalizm ve proleter devrimleri çağı öncesinde, burjuvazi, henüz feodalizme ateş etmesine olanak sağlayan devrimci baruta sahipken, ulusal sorun, farklı ulusların burjuvazileri arasında pazar kavgası karakteri taşımaktadır ve feodalizme darbe vurup gerileten demokratik içerikli ulusal hareketlerin desteklenmesi suçlanacak bir şey olamaz.

Ancak tarihin akışı durmamış; kapitalizmin ilerleyişi sürdükçe, feodalizmle mücadele eden burjuvazi, tarih sahnesine çıkan işçi sınıfı ve hareketinden duyduğu korkuyla kendisini feodal gericiliğin kollarına atıp gericileşmiş ve bu niteliğiyle burjuvazi ve demokratik karakterini kaybeden ulusal hareket ve devletleri desteklenmeye layık olmaktan çıkarken, ancak hala demokratik niteliğe sahip olabilen –genellikle alt-tabaka– burjuva ulusal hareketler desteklenebilirliğini korumuştur. Varılan emperyalizm çağındaysa, burjuvazi artık emperyalisttir ve ulusal sorun, emperyalizmden kurtuluş sorununa dönüşmüş ve hele Ekim Devrimiyle birlikte dünya proleter devriminin bir parçası haline gelmiştir. Yine üstelik SSCB gerçeği ortadayken, onu ulus devlet varsayıp, ulus-devletçiliği kurmaca olarak Marksizme yamamaya yeltenmek gülünç olmakla eşdeğerdir. Proletarya diktatörlüğünün bir biçimi olan SSCB, ulus ve ulusallık ilkesinin aşılmasıyla, önce federasyon ve ardından, içlerinde, hemen her ulusal topluluğun kendi siyasal örgütlenmesine sahip olduğu çok sayıda özerk bölge bulunan cumhuriyetler birliği olarak örgütlenmişti, ulusal devlet olarak değil!

Proletarya diktatörlüğüne bağlayarak, ulusal sorun ve çözümü tartışmasından hareketle Öcalan’ın, SSCB’nin çözülmüş/çökmüş olmasını dayanak gösterip, devlet sorunu odaklı olarak, “tarihin anarşistlerin haklı olduğunu kanıtlamış” olduğunu ileri sürmesi anlaşılır bir şeydir. İşçi sınıfını sevmek bir yana “patronun uzantısı kölelik” sayıp nefret etmekte ve –ne denli ulusallık ve ulus devlet eleştirmeni görünse de– işçi sınıfı ve sınıf mücadelesini, dağıtıcı-bölücü potansiyel taşıdığı düşüncesiyle ulusal birlik ve ulusal mücadele açısından tehdit saymakta ve bu nedenle –sosyal kurtuluş ihtiyacının zorunlu kıldığı iktidar örgütü olarak– proletarya diktatörlüğü dahil, sınıfın her türlü örgütlenmesine karşı çıkmaktadır. Anarşistlerle anlaştığı yer, tam da Marksistlerle anarşistlerin ayrıldığı yerdir: Devlet. Proletarya diktatörlüğü. Öcalan ve DM yazarları anarşistlerle birlikte, devleti “kötülüklerin anası” sayarlar ve her türlüsüne karşıdırlar, Marksistlerse –eski sömürücü sınıf devletleri bir yana– burjuva diktatörlüğüne karşıdırlar, proletarya diktatörlüğünü savunurlar.

Anarşizmin ikinci övgüsü ve haklı bulunuşu benzer niteliktedir:

Marx ve Engels,… anarşistlerin, özellikle Bakunin ve Kropotkin’in kendilerine yönelik tarihsel eleştirilerini dikkate alsalardı, bilimsel sosyalizmin kaderi kesinlikle daha değişik ve başarılı olur; sosyalizmin özgürlükçü, toplumcu ve eşitlikçi değerleri kapitalist modernite karşısında başarılı ve kalıcı bir alternatif sistem haline gelirdi… Kropotkin’in bizzat Lenin’e Sovyetlerin demokratik model olarak kurumlaştırılmasını ve kalıcı kılınmasını önerdiği bilinmektedir. Ancak Lenin bu öneriye pek kulak asmamış…[7]

Marksizm karşısında haklı bulunan anarşistlerin hangi eleştirileri dikkate alınsaydı “bilimsel sosyalizmin kaderi değişik ve başarılı olurdu”?

Burada anarşistlerle Marksizm arasındaki tartışmalara, tartışılan başlıca sorunlardan olan devlet ile ilgili olarak anlaşma ve anlaşmazlık konularına geliyoruz.

DEVLET SORUNUNDA MARKSİZMİN ANARŞİZMLE ANLAŞMA NOKTASI

Devrim, onun temel sorunu olarak iktidar ve bir sınıf iktidarı/egemenliği olarak proletarya diktatörlüğü sorununun başlıca iki önemli yönü vardır. Birincisi, burjuva egemenliğine son verilmesi, öyleyse burjuvazinin iktidarının devrilmesidir. Burjuva iktidarın devrilmesi, kapitalizme gelinceye kadarki iktidar değişikliklerinden farklı olarak, iktidarın sömürücü sınıflar arasında bir el değiştirmesi ve iktidarı alan yeni sömürücü sınıfın, sömürülen ve ezilen yığınlar üzerinde baskı aracından başka bir şey olmayan devlet cihazını, “ele geçirerek”, bu işlevini sürdürüp yeni koşullarda da yerine getirebilmesi için daha ileri düzeyde mükemmelleştirmeye[8] girişmesi türünden bir değişiklik olamaz. İşçi sınıfı, burjuvaziden devralıp kendi ihtiyaçlarına uygun olarak donatmaya girişeceği eski devlet cihazıyla yoluna devam edemez. Önceki sömürücü sınıflardan miras alıp burjuvazinin yeni ihtiyaçlarını karşılamak üzere donatıp mükemmelleştirdiği, başlıca militarizm ve bürokrasiden oluşan burjuva devlet mekanizması kırılıp parçalanacaktır. Marksist devlet öğretisinin temel bir yönü budur.

İkinci yönüyse, yerine ne konacağıyla ilgilidir. Bu konuda, sosyalist olsun olmasın, kendi dışındaki burjuva, küçük burjuva bütün akımlardan ayrılan Marksizm, kapitalizmden komünizme geçişin ancak proletarya diktatörlüğü koşullarında gerçekleşebileceğini ve burjuva devletin yıkılmasının ardından artık “kelimenin gerçek anlamıyla bir devlet olmayan” bu “yarı-devlet”in bundan böyle –örneğin yeni bir devrimle– ihtiyaç duyulacak herhangi bir “darbe” vurularak ortadan kaldırılmayacağını, ama gereksiz hale gelerek, sönüp gideceğini savunur.

Devlete yaklaşımda ciddi ayrılıklara sahip olan Marksizm ile Proudhoncu ve Bakuninci anarşizm[9] arasında devletin (güncel devletin, burjuva devletin) ortadan kaldırılması konusunda bir ayrılık yoktur. Marksizm ve anarşizm devletin ortadan kaldırılması üzerine fikir birliği halindedir. İkisi de devlete karşıdır, ikisi de devletin ortadan kaldırılmasını savunmaktadır. Lenin, II. Enternasyonal oportünizminin toplumsal barış savunuculuğu olarak şekillenmiş sınıf işbirlikçiliği ve burjuva devlete el kaldırmayı reddeden düzen yandaşlığı ve uzlaşmacılığının devlet konusunda Marksizmle anarşizmin tutumlarının benzeşmesinin üstünü örttüklerini, çünkü devlet makinesinin kırılıp parçalanmasını akıllarına bile getirmediklerini söyler:

Marx, Proudhon ile şu anlamda uzlaşır ki, her ikisi de güncel devlet makinesinin ‘yıkılma’sından yanadırlar. Marksizmin anarşizm ile (Bakunin ile olduğu gibi Proudhon ile de) bu benzeşmesini ne oportünistler görmek isterler, ne de Kautskistler; çünkü onlar, bu nokta üzerinde, Marksizmden uzaklaşmışlardır.[10]

Marx’ın anarşizmle “uzlaşma”/anlaşma noktası üzerine ne söylediği bilinir, eski devlet makinesi olduğu gibi devralınmayacak, kırılıp parçalanacaktır: “Proletarya kaderini kendi ellerine almanın ve iktidarı fethederek geleceğinin zaferini sağlamanın kendi kaçınılmaz görevi olduğunu anladı. Ama işçi sınıfı devlet makinesini olduğu gibi almak ve onu kendi hesabına işletmekle yetinemez.[11]

Lenin, Marx ve Marksizmle anarşizmin amaçta uzlaştığını belirtir: “Proletaryanın, yalnızca bir zaman için devlete gereksinimi vardır. Erek olarak devletin ortadan kalkması konusunda anarşistlerle en küçük bir uzlaşmazlık içinde değiliz.[12]

Engels ise, anarşistlerle ayrılık noktalarını da ortaya koyarak açar: “… Eğer özerkçiler, gelecekteki toplumsal örgütlenmenin, otoriteyi, olsa olsa üretim koşullarının onu kaçınılmaz kılacağı sınırlar içerisine hapsedeceğini söylemekle yetinselerdi, birbirimizi anlayabilirdik; ama onlar otoriteyi zorunlu kılan bütün olgulara gözlerini kapamışlar ve hırsla sözcüğün kendisine saldırıyorlar.

Anti-otoriterciler niçin siyasal otoriteye, devlete karşı çıkmakla yetinmiyorlar? Siyasal devletin, ve onunla birlikte, siyasal otoritenin de önümüzdeki toplumsal devrimin sonucu olarak yok olacağı; yani kamu işlerinin siyasal niteliklerini yitirecekleri, ve toplum çıkarlarını gözetmek olan basit yönetsel işlevler haline gelecekleri düşüncesini bütün sosyalistler paylaşmaktadırlar. Ama anti-otoriterciler, otoriter siyasal devletin, bir çırpıda hatta onu yaratmış bulunan toplumsal koşullar yok olmazdan önce ortadan kaldırılmasını isterler. Bunlar, toplumsal devrimin ilk işinin, otoritenin ortadan kaldırılması olmasını istiyorlar. Bu baylar hiçbir devrim görmüşler midir? Devrim elbette ki en otoriter olan şeydir; bu, nüfusun bir bölümünün kendi iradesini, nüfusun öteki bölümüne, tüfeklerle, süngülerle ve toplarla akla gelebilecek en otoriter araçlarla dayattığı bir eylemdir; ve eğer muzaffer olan taraf, yok yere yenik düşmek istemiyorsa, bu egemenliğini, silahlarının gericiler üzerinde yarattığı terör ile sürdürmelidir. Paris Komünü, silahlı halkın otoritesini burjuvaziye karşı kullanmamış olsaydı, bir gün olsun dayanabilir miydi? Tersine, Paris Komününü bundan serbest biçimde yararlanmamış olmakla suçlamamız gerekmiyor mu?[13]

Devlete karşı çıkmakla yetinseler” sorun olmayacaktır, ancak anarşistler “bir çırpıda” ve kendisini zorunlu kılan “toplumsal koşullar yok olmazdan önce” devletin kalkmasını istemektedirler ki, bu ve bu noktaya getiren otorite karşıtlığı, bireycilik, örgütsüzlük fikri, toplumsal koşulları önemsememe ve sınıfları değil devleti kötülük kaynağı sayma gibi öncülleri konusunda Marksizmle anarşizm uzlaşmazlık içinde olagelmiştir.

Ancak buradan ilerlemeden, anarşizm övgücüsü DM yazarlarının Marksizmle anarşizmin fikir birliği halinde oldukları mevcut (burjuva) devlet makinesinin olduğu gibi ele geçirilmeyip kırılıp parçalanması konusunda ne düşündüklerini görelim. Madem anarşizmi övüyor ve “tarihsel haklılıkları”nı teslim ediyorlar, öyleyse onlar gibi düşünüyorlardır diye sanılabilir. Öyle değildir!

DM yazarlarının kitabında, yani geliştirdikleri “demokratik konfederalizm” paradigmasında devlet makinesinin kırılıp parçalanması konusunda tek bir sözcüğe rastlanmaz.

Yalnızca bir DM yazarı, birincisi burjuva devlet aygıtının değil “iktidar”ın “parçalanması”nı söz konusu ederek, ikincisi kendisinin ve DM’nin değil Sovyet Devrimi’nin amaçlarından söz ederken, üçüncüsütoplumsal doğanın özündeki demokrasi”ye ulaşılmasını asıl sorun edinerek ve en önemlisi olan dördüncüsüyseyeni bir iktidar kurmak” yerine daha da geriye gitmek amacıyla eskisini parçalamakla yetinmek üzere düşünüp davrandığına dair düşülecek dört şerhle, bir “parçalanma”dan bahsetmiştir: “Rus devriminin amacı ne idi? İktidarı parçalamakyeni bir iktidar kurmak mı? Toplumsal doğanın özünde olan demokrasiyi ne kadar işletebildi?… Sosyalizm, devlet ve iktidarın oluşmasıyla bozulan toplumsal doğayı eski işleyişine kavuşturmak ise, amacı da iktidarı ele geçirmek değil, onu parçalamak olmalı.[14]

Öncelikle söylenmelidir ki, sosyalizmin burada tanımlananla hiçbir ilgisi yoktur ve bu durumda devlet parçalansa da parçalanmasa da fark etmez, çünkü tanımlanan yere varılamaz! Yine de bu pasaj, Marksizm karşısında anarşizmi “haklı” gören DM’nin devlet cihazının parçalanması konusunda anarşizme en çok yakınlaştığı pasajdır. Yoksa Öcalan ve DM ve paradigmaları anarşizandır, anarşizmden özellikle etkilenmiştir, ancak anarşist bile değildir. Anarşizmden, örneğin eko-anarşist Murray Bookchin’den etkilendikleri kadar ve belki ondan da çok düzen-içi liberal akımlardan, örneğin I. Wallerstein’dan da etkilenmişlerdir; kaldı ki M. Bookchin de anarşist olduğu kadar özgürlükçü bir liberaldir. Ve yarı-anarşist liberal paradigmalarının odağında “devlet ve iktidarla bozulan toplumsal doğaya geri dönülmesi” bulunan DM yazarları, bilinmektedir, bu amaçlarının gereğini, burjuva devlet aygıtının parçalanmasında değil, ama “devlet ve iktidarla karşılıklı rızaya dayanan bir uzlaşmaya varma, bu temelde devlet ve iktidarı tanıma”da görmektedirler. Yine bilinir, düzen-içiliği, liberalizmi karakterize eden, burjuva devlet ve toplumsal dayanaklarıyla, en başta burjuvaziyle uzlaşmadır.

Bir DM yazarının yukarıda “iktidarı” “parçalama”ya ilişkin yazdıklarıysa zaten, düşülen şerhler göstermektedir ki, tamamen paradigmayla uyumludur ve sözcük olarak sehven kullanılmış gibidir; üstelik başka DM yazarlarınca geçersizleştirilmektedir de. Bir diğer DM yazarı örneğin, yine ’17 Ekim Devrimi’ni konu edindiğinde, rahatça “devletin ele geçirilmesi”nden söz edebilmektedir: “İşçilerin, köylülerin ve yoksulların mücadelesi sonucu sosyalizm, ilk kez bir ülkede iktidara geliyor, devleti ve kurumlarını ele geçiriyordu.[15]

Başta Öcalan olmak üzere DM ve yazarları, Ekim Devrimi ile ilgili olarak, bazen parçalama, bazen devletin ele geçirmesi türünden farklı değerlendirmelere gönderme yapan farklı sözcükler kullansalar bile, önemsizdir, çünkü Ekim Devrimi’ne önem verdikleri yoktur ve bir öyle bir böyle konuşup yazmaları bunun ürünü ve göstergesidir. Ancak paradigmalarının devrim ve devlet aygıtının kırılıp parçalanması üzerine kurulu olmadığı ve bu devrimci düşünceyi savunmadıkları tartışmasızdır.

Ve sorun, sadece bir sözcüğü kullanıp kullanmamaktan ibaret değildir; önemli olan, olduğu gibi devralınamayacak ve parçalanıp kırılacak olanın ne olduğudur. Devlet aygıtı nedir? Ve eğer özgürlük isteniyorsa neden parçalanmadan edilemez?

Mahkemeler ve hapishaneler türünden eklentileriyle birlikte devlet, görünüşte toplumun üzerinde yer alan ve ona yabancılaşan özel silahlı adam örgütleriyle kamu gücünü ve vergi ödetip toplama hakkını elinde tutan görevliler/memurlar toplamıdır. Modern burjuva devlet, giderek –gizli servisler ve özel kuvvetler vb.’nin katılmasıyla– mükemmelleştirilmiş silahlı (asker, polis) ve silahsız (maliye, adliye vb.) memurlar egemenliğinin örgütlenmesidir. Öyleyse temel devlet kurumları başlıca ikiye indirgenebilir: Sürekli ordu ya da askeri-sınai kompleksle iç içe geçmiş haliyle militarizm ve bürokrasi. Engels, daha ortaya çıkışını anlatırken özetler: “Devlet, eski gentilice örgütlenmeye göre, ilkin, uyruklarının toprağa göre dağılmasıyla belirlenir… İkinci olarak, bizzat silahlı güç halinde örgütlenen halkla artık doğrudan doğruya aynı şey olmayan bir kamu gücünün kuruluşu gelir. Bu özel kamu gücü zorunludur; çünkü sınıflara bölünmeden sonra, halkın özerk bir silahlı örgütlenmesi olanaksız duruma gelmiştir… Bu kamu gücü, her devlette vardır; yalnızca silahlı adamlardan değil, ama maddi eklentilerden de, gentilice toplumun bilmediği hapishaneler ve her türlü ceza kurumlarından da bileşir… Bu kamu gücünü yaşatmak için, devletin yurttaşlarının katkıda bulunması gerekir –vergiler. Bu vergiler, gentilice toplumda hiç bilinmeyen şeylerdi… Kamu gücünü ve vergileri ödetmek hakkını kullanan görevliler, toplumun organları olarak, toplumun üzerinde yer alırlar.[16]

Ele geçirerek olduğu gibi kullanma ya da daha kötüsü ele bile geçirmeden, hiç dokunmadan uzlaşmaya varıp anlaşarak mevcut devleti tanıma ve doğal ki işbirliği yapma mı, yoksa kırıp parçalama mı sorusu ve yanıtı soyut değil, fazlasıyla somuttur. Jandarma ve polis özel harekat birlikleriyle takviye edilmiş ve silah tekeline sahip silahlı örgütler olarak topluma dayatılmış, hiyerarşik yapısı, emir komuta ilişkisi ve özel ayrıcalıklarıyla kast durumundaki sürekli ordu ve son yıllarda aynı bastırıcı-ezici silahlı örgüt niteliğiyle yetkinleştirilerek neredeyse onun kadar güçlendirilmiş polis örgütlenmesi olduğu gibi kalmalı mıdır yoksa militarizme son verilerek silah tekeli kaldırılmalı ve silahlar yeniden –evet ilkel komünal dönemde olduğu gibi– ayrımsız bütün halkın elinde mi olmalıdır? Soruya, “karşılıklı rızaya dayalı uzlaşma ve birbirini tanıma” yanıtı veren DM yazarlarının, özel silah tekelini, sürekli ordu ve polis örgütlenmesinin devamını onaylamakta oldukları ortadadır.

Ve bürokrasi… Memur egemenliği. Mesleği devlet memurluğu/bürokratlık olan profesyonel yöneticilerden, halkın yerine söz söyleyip kararlar alarak yönetmek üzere “yüksek irade” tarafından atananlardan oluşan, militarizmin yanında toplumun en küçük hücresine kadar dal-budak salmış bürokratik aygıt olduğu gibi kalmalı ve özgürlüklere kavuşma adına ne yapılacaksa, onunla uzlaşma halinde birlikte mi yapılmalıdır yoksa bu mekanizmadan kurtulmak mı gerekir –hangisi?

Marksizmin yanıtı nettir: “Memurculuğu birdenbire, her yerde ve büsbütün ortadan kaldırmak söz konusu edilemez. Bu bir ütopyadır. Ama, giderek tüm memurculuğun ortadan kalkmasını sağlayacak yeni bir yönetim makinesinin vakit geçirmeksizin kurulmasına başlamak için, eski yönetim makinesini hemen parçalamak bir ütopya değil, Komün deneyinin ta kendisi, devrimci proletaryanın geciktirilmez, ivedi görevinin ta kendisidir.[17]

DM yazarlarının yanıtı da bellidir ve o da nettir. Öcalan’ın formülasyonuyla, amaç olarak konulan “karşılıklı uzlaşma ile birbirini tanımanın gerçekleştiği… eşitlik ve özgürlüğün… yaşandığı modern demokratik toplum”a, özgürlüklere yani, mevcut bürokratik makine ile, askeri bürokrasinin yanı sıra günümüzün müsteşarlarından başlayıp kaymakam ve valileriyle devam eden, maliye ve ekonomi bürokratlarını, yüksek ve olağan mahkemelerin başkan ve üyeleriyle cezaevi müdürlerini kapsayan… mekanizmayla ulaşılması tasarlanmaktadır! Bu durumda, vali, kaymakam ve hakim-savcıların vb. Ahmet ya da Mehmet olması önemseniyor, ve tıpkı “FETÖ”cüler yerine başkalarının atanmasıyla sorunun çözülmesi düzen-içi burjuva anlayışında olduğu gibi, mekanizma dokunulmadan kalırken, Ahmet’le Mehmet’in yerine Ali’nin getirilmesiyle sağlanacak uzlaşma kapsamında özgürlüklerin elde edilebileceği düşünülüyor olmalıdır. Ve bu, 5 nolu dipnot olarak verdiğimiz Öcalan’ın anarşizm övgüsünün yanı sıra yaptığı Marksizm yergisinin kanıtı olarak andığı “bilimsel sosyalizmin.. sonunu getiren[in] aşırı merkezileştirilmiş, bürokrasiye dayanan… devlet” olduğu şeklindeki SSCB deneyinden çıkarılan ders olmaktadır! SSCB ve çöküşe götüren –aralarındaki düşmanlık ilişkisi kavranamayarak bilimsel sosyalizm yerine kullanılan– modern revizyonizmin aşırı merkezileşme ve bürokrasiyi dayanak olarak almaları/yüceltmeleri suçlanmakta, ama sanki aşırı merkezileşmemiş ve bürokrasiye dayalı değilmiş gibi mevcut kapitalist mekanizmayla uzlaşma ve özgürlüklere birlikte yürüme savunulmaktadır!

Önerilen bu “uzlaşma”yı, adını “tarihsel uzlaşma” takarak, revizyonist İtalyan Komünist Partisi Genel Sekreteri Palmiro Togliatti ortaya atıp geliştirmiş, sonraki Genel Sekreterlerden DM’nin “ne sosyalist ne kapitalist demokratik toplum”una benzer şekilde “ne Sovyet sosyalist ne kapitalist Batı” ambalajlı –İngiliz Blair’inkinden çok önce– “üçüncü yol” olarak reklam edilen “Avrupa Komünizmi”nin öncülerinden olan Enrico Berlinguer, Hıristiyan Demokrat Parti ile koalisyon kurarak uygulamaya koymuştu. Ordu, polis, bürokrasi yerli yerinde dururken özgürlüklerin sözü edilmiş; ancak olan, bugün sıfırı tüketmiş olan İKP’ye olmuştur.

MARKSİZM KARŞITI YARI-ANARŞİST DM

Marksizme ve özellikle Marksist devlet öğretisine karşı paradigma geliştiren başta Öcalan olmak üzere DM yazarları, övdükleri anarşizmin tam da Marksizmle anlaşma halinde olduğu, devrimle aygıt olarak kırılıp parçalanacak devletin ortadan kaldırılmasını savunmamakta, bu konuda tam da sınıf işbirlikçisi II. Enternasyonal oportünistleri gibi tutum almaktadırlar, ancak birçok konudaysa anarşistlerle fikir birliği içindedirler.

Her şeyden önce devlet sorununa yaklaşımları, DM yazarlarının doğal toplum ya da ilkel komünün klan yaşamının “kolektivizmi ve demokratik değerleri”yle kurdukları bağlantı[18] bir yana, neredeyse tıpatıp aynıdır.

Zihni birincil ve devleti de zihnin ürünü sayan DM yazarlarıyla Marx karşısında haklı buldukları Bakunin’in hareket noktaları ortaktır: “Bakunin’in toplumsal devriminin temeli, iktisadi koşullar değil, iradedir.[19] Öcalan ve DM yazarlarınınki de öyledir. Engels, ayrıntıya girer ve Bakunin’le DM yazarlarının yakınlıklarını görmemizi kolaylaştırır:

Bakunin’in Prudonculukla komünizm karışımı, kendine özgü bir teorisi vardır. Birincisine ilişkin belli başlı nokta, kaldırılması gereken ana kötülük olarak sermayeyi, yani toplumsal gelişmeden doğmuş olan kapitalistlerle ücretli emekçiler arasındaki sınıf karşıtlığını değil, devleti görmesidir… Bakunin, sermayeyi yaratanın devlet olduğunu, kapitalistin kendi sermayesine ancak devletin bir lütfu olarak sahip olduğunu iddia ediyor. Dolayısıyla baş kötülük devlettir, ortadan kaldırılması gereken şey, her şeyden çok devlettir ve o zaman kapitalizm kendiliğinden cehennem olup gidecektir. Biz ise, tersine, şunu diyoruz: sermayeye, her türlü üretim araçlarının birkaç elde toplanmasına son verin, o zaman devlet kendiliğinden yok olacaktır. Aradaki fark özdedir: Önce bir toplumsal devrim olmadan devletin kaldırılması saçmadır; sermayenin kaldırılması işte bu toplumsal devrimdir ve tüm üretim tarzında bir değişikliği gerektirir. Madem ki Bakunin için ana kötülük devlettir, o zaman devleti –bu devlet ister bir cumhuriyet, ister bir monarşi ya da herhangi bir başka şey olsun– canlı tutacak hiçbir şey yapılmamalıdır. Dolayısıyla her türlü politikadan tamamen uzak durulmalıdır. Siyasal bir eylemde bulunmak, özellikle seçimlere katılmak, bu ilkenin çiğnenmesi olur. Yapılacak şey propaganda yapmak, devlete hakaretler yağdırmak, örgütlenmek, ve bütün işçiler, dolayısıyla çoğunluk kazanılınca da, bütün otoriteleri defetmek, devleti kaldırmak ve onun yerine Enternasyonal’in örgütünü koymaktır. Kıyametten önceki bin yıllık dönemi başlatacak olan bu büyük eylemin adı da toplumsal tasfiyedir.

İşçilere her türlü koşul altında siyasetten uzak durmaları gerektiğini vazetmek, onları papazların ya da burjuva cumhuriyetçilerin kucağına atmak demektir.[20]

Bakunin devlete tamamen karşıdır ve ortadan kaldırılmasını ister; “kötülüklerin anası” sayıp lanetlemelerine ve karşı olduklarını söylemelerine rağmen Öcalan ve DM yazarlarıysa, tersine, onunla uzlaşmaktan yanadırlar ve bu, aralarındaki başlıca farktır. Herhalde yetkinleştirilmesi aşırıya vardırılarak fazla güçlendirilmiş olması ve/veya ne denli “herkes”ten ve “toplumsal çokluk”tan oluştuğu iddia edilmiş olunursa olunsun, “özne”nin toplumsal değil ulusal oluşu ve nüfusun geneliyle ilgili kapsayıcılık sıkıntısı dolayısıyla devletin artık üstesinden gelinemeyeceğinin düşünülmesi, bu farkın nedeni olsa gerektir. Her ne hal ise, bu konjönktürel sayılabilecek farklılık bir yana konacak olursa, Bakunin’e yönelik söyledikleriyle Engels, Öcalan ve DM yazarlarını eleştirmiş gibidir. Bakunin’i kaldırıp yerine Öcalan’ı koyun, Engels’in pasajı aynıyla geçerli kalacaktır.

Ana kötülük” sermaye ve sınıf karşıtlıkları değil, ama devlettir ki, bu, maddi varlık koşullarının üretimi ve “bakış açısı” olarak “dar” buldukları sınıflar yerine zihniyeti ve devleti geçirmiş olan Öcalan ve DM yazarlarının dayanak edindikleri tarihsel felsefi temeldir. Tıpkı Bakunin gibi, Öcalan ve DM yazarları da, sermayeyi yaratanın ya da “sınıflaştırma aygıtının devlet olduğunu, kapitalistin kendi sermayesine ancak devletin bir lütfu olarak sahip olduğunu, hatta tüm artı-ürün ve artı-değere devletin el koyduğunu düşünmektedir.

Ve “ana kötülük” devlet olduğuna göre, devletten ve öyleyse politikadan uzak durulmalı ya da politikayı ilkel komünale özgü sayarak geçmişin işçisiz komünalitesine ve onun “demokratik değerleri”ne öykünür ve herkes, ama özellikle işçiler politikadan uzak dururken, ancak geçmişe dönüşün “politikası”nı yapmak onaylanmalıdır! Ne denli reddediliyor görünülse de, ulusal politikayı ve ulusun birliğini gözeterek politikayı işçisizleştirmek, dağıtıcı rol oynayacakları varsayılarak işçileri politikadan uzak tutmak yön verici başlıca kaygı olunca, Ortadoğu politikasında onca ustalaşılmasına ve örneğin politik kampanyalar düzenlenip seçimlere katılmakta bir yanlışlık görülmemesine karşın, Bakunin tarzında politik mücadeleye karşı çıkmak, –anarşizmden ayrılık konusu olan devletle uzlaşmanın bir devamı olarak– burjuva düzen-içi politikanın reddini de kapsamamakta, ama “işçilere her türlü koşul altında siyasetten uzak durmaları gerektiğini vazetmek”te belirmektedir.

Uzlaşma arayışıyla birlikte –yerine tam anlamıyla devlet olmayan başka bir devlet, bir yarı-devlet konmasının önünü kesmek üzere– “devlete hakaretler yağdırmak”tan geri durulmamakta, ama “bütün otoriteleri defetmek” ve “devleti kaldırmak” üzerine tek bir sözcük bile edilmemektedir. Bakunin, kendisininki dahil her türlü “otorite”ye ve merkezi-hiyerarşik, öyleyse “otoriter” her türlü örgüte karşıydı. Öcalan ve DM yazarları karşı mıdırlar –değillerdir. Ya otoriterliği tartışma götürmeyen, üstelik bütün “yanlışlık ve kötülüklerin anası” ilan edilen devlet kaldırılmalı mıdır yoksa uzlaşmak üzere görüşmeler mi yapılmalıdır –hem teori adına yazıya geçirilenler ve hem de pratik, uzlaşma ve görüşmeler yapılması/yapıldığı yönündedir. Kumanda edici, üstelik tekçi bir otoriteye ve otoriterliği tartışılmaz merkeziyetçi bir örgüte ihtiyaç olduğu bilinmekte; ve otoritelerin defedilmesinden bahsedilmediği gibi, Avrupa, Türkiye ve silme Ortadoğu açısından öngörülen ve herhalde tüm dünya açısından geçerli olması gereken “karşılıklı uzlaşma ve birbirini tanıma” önerilmişken, günümüzün kapitalist sömürünün bekçisi, tamamen gerici, zorba ve tekelci nitelikte bir otoriter şekillenme olan devletin kaldırılmasından söz açılmamaktadır. Bu farklılıklar, paradigmaları, övüp haklılığını belirttikleri anarşizmden beslenmekle birlikte, DM ve yazarlarının düzen-içi uzlaşmacı/liberal ve ancak yarı-anarşist karakterini vermektedir. Durum buyken, Öcalan’ın, “… Lenin ve Stalin’in devlet ve ulusal sorun konusundaki burjuva liberal yaklaşımları, bilimsel sosyalizm tarihindeki en büyük sapma ve yanlışlıkları teşkil etmiştir[21] diyebilmesiyse sadece ilginçtir!

Devam edecek…

 

[1] Ş. Çetiner, “Marksizmin Paris Komünü ve Diğer Komünal Hareketlere Yaklaşımı Üzerine”, DM, s. 18, sf. 132, abç

[2] Lenin, Marx-Engels Gotha ve Erfurt Programlarının Eleştirisi Sol Yayınları.pdf, Lenin notları, sf. 133-134, abç

[3] Öcalan, DM, s. 18, sf. 27, abç

[4] Varılan bu yer, varılacak yere dünya burjuvazisiyle birlikte varılacağını, her şeyi birbiri içine sokarak deli saçması gibi görünecek biçimiyle söyleyen I. Wallerstein’ın bulunduğu yerle fazlasıyla benziyor: “İlerleme kaçınılmaz değildir. İlerleme için mücadele veriyoruz. Mücadelenin almakta olduğu biçim, kapitalizme karşı sosyalizm biçimi değil, sınıf temeline dayalı (tarihsel kapitalizmden farklı olan ama ille de daha iyi olmayan) yeni bir üretim tarzına geçişe karşı göreli olarak sınıfsız bir topluma geçiş biçimidir. Dünya burjuvazisinin önündeki seçiş, tarihsel kapitalizmi ayakta tutmakla intihar arasında değildir. Bu seçiş, sistemdeki dağılmanın sürmesi ve bunun sonucunda belirsiz ama bir olasılık daha eşitlikçi bir dünya düzenine dönüşmesi sonucunu verecek ‘tutucu’ bir tavır ile, içerisinde bizzat burjuvazinin ‘sosyalist’ kılığa bürüneceği ve böylelikle dünya işçilerini bir azınlık yararına sömürme sürecine dokunulmamasını sağlayacak alternatif bir tarihsel sistem yaratmaya çalışacağı geçiş sürecinin denetimini eline geçirmek yönünde cesur bir girişim arasındadır.” (I. Wallerstein, “Tarihsel Kapitalizm”, sf. 91)

[5] Öcalan, DM, s. 19, sf. 17, abç

[6] Ahmed Cemal, “Marksizmin İktidar, Bilgi ve Sermaye Birikimine Yaklaşımı”, DM, s. 18, sf. 53, abç

[7] Öcalan, DM, s. 19, sf. 17-18, abç

[8] Marx, sosyal devrimlerin –burjuva– devlet karşısındaki tutumunun, siyasal devrimlerle sınırlı olan sömürücü sınıflar arasındaki iktidar değişikliklerinden farkını belirtmek üzere, bunun özellikle altını çizer: “Fransız Devrimi, zorunlu olarak mutlak krallık tarafından başlatılan işi, hükümet iktidarının merkezileşmesi, ama aynı zamanda genişliği, özel nitelikleri ve aygıtı işini zorunlu olarak geliştirecekti. Napoleon, bu devlet mekanizmasının yetkinleşmesi işini tamamladı… parlamenter cumhuriyet, kendini, devrime karşı savaşımında baskı önlemleri ile hükümet iktidarının eylem olanaklarını ve merkezleşmesini kuvvetlendirmek zorunda gördü. Bütün siyasal devrimler, bu makineyi kıracakları yerde, yetkinleştirmekten başka bir şey yapmadılar. Artarda iktidar uğruna savaşan partiler bu muazzam devlet yapısını ele geçirmeyi, kazananın en birinci ganimeti saydılar.” (Marx, Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i, Sol Sayınları.pdf, sf. 130, abç)

[9] Düzen-içi liberal anarşizme varıncaya kadar birçok anarşizm türü türediğinden bilinen anarşizmi belirtmek üzere Proudhoncu ve Bakuninci sıfatları kullanıldı.

[10] Lenin, Devlet ve İhtilal, Bilim ve Sosyalizm Yayınları.pdf, sf. 64, abç

[11] Marx, Fransa-da İç Savaş Sol Yayınları.pdf sf. 58, abç

[12] Lenin Devlet ve İhtilal Bilim ve Sosyalizm Yayınları.pdf, sf. 72, abç

[13] Engels, Marx-Engels Seçme Yapıtlar C II Sol Yayınları.pdf, sf. 451-452, abç

[14] Hasgar Kırmızıgül, “Ütopyayı Gerçekleştirmek, Onu Canlı Tutmakla Mümkündür”, DM, s. 19, sf. 23-24, abç

[15] Ferda Çetin, “Ekim Devriminde Devlet ve Devrim”, DM, s. 19, sf. 28, abç

[16] Engels, Ailenin Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni Sol Yayınları.pdf, sf. 175-176, abç

[17] Lenin, Devlet ve İhtilal Bilim ve Sosyalizm Yayınları.pdf, sf. 59-60, abç

[18] Aslında eski köy komün ve topluluklarının doğal toplumdan gelen kolektivizmini, “demokratik değerleri” ve hatta sosyalizmini paradigmalarının dayanağı ve toplumsal ilerlemenin dinamiği olarak tasarlamak Öcalan ve DM’nin özgünlüğü değildir. Bakunin’in yakını Herzen ve onunla bağlantılı bir Bakuninci-Blankist olan Tkaçov örneğin, Rus köy topluluklarını konu alan benzer düşünceler ortaya atmışlardır: “Bizim halkımız… büyük bir çoğunlukla… ortak mülkiyet ilkeleriyle doludur; deyim yerindeyse, içgüdüsel olarak, geleneksel olarak, komünisttir. Kolektif mülkiyet düşüncesi, bugün, Rus halkının tüm dünya görüşü ile öylesine iç içe geçmiştir ki… bilisizliğine karşın, halkımız, sosyalizme, daha eğitilmiş oldukları halde Batı Avrupa halklarından çok daha yakındır.” (Tkaçov, Marx-Engels Seçme Yapıtlar, C II Sol Yayınları.pdf, sf. 469-470, abç) Ve Herzen: “Köy topluluğunu muhafaza etmek ve kişiye özgürlük vermek, ulusal birliği koruyarak köyün özyönetimini kentlere ve tüm devlete kadar genişletmek [devletle karşılıklı rızaya dayalı olarak uzlaşma yaklaşımı hatırlansın- K.Y]– Rusya’nın geleceğini ilgilendiren sorun, yani çözümü Batılıların zihinlerini meşgul eden ve kurcalayan toplumsal çatışkı sorunu işte budur.” (“Linton’a Mektuplar”, Marx-Engels Seçme Yapıtlar C II Sol Yayınları.pdf, sf. 476, abç)

[19] Marx, Marx-Engels Seçme Yapıtlar, C II Sol Yayınları.pdf, sf. 492, abç

[20] Engels, Marx-Engels Seçme Yapıtlar C II Sol Yayınları.pdf, sf. 507-8, abç

[21] Öcalan, DM, s. 19, sf. 17, abç