Ahmet Cengiz

Türkiye’de “rejim kavgaları”, Osmanlı İmparatorluğu bir tarafa, Cumhuriyetin kuruluşundan beri, üst tabakalar arasında cereyan etmiştir. Bağımsızlık savaşı veren ve hedef olarak önüne “muasır medeniyetleri” koyan bir Cumhuriyette “rejim kavgaları”nın bu çerçeveyi aşmamış olmasının çok yönlü nedenleri bulunmaktaydı. Bunlar arasında en önemli olanı belirtmek gerekirse: Zamanıyla burjuva demokratik devrimin somut içeriğinin şekillenmesinde emekçi halkın politik örgütlülüğü ve mücadelesi belirleyici bir rol oynamadığından, devrim, üst tabakaların hem sınıfsal tabiatlarına hem de dönemsel çıkarlarına tekabül eden sınırlılıklar içinde hapsolup yarım kalmıştır. Buna karşın, yarım da olsa, “Cumhuriyet kazanımları” olarak özetlenen belirli kazanımlar elde edilmiştir yine de.

Bugün ise, bu kazanımların tümü, Erdoğan rejimi tarafından tesis edilmeye çalışılan faşist bir diktatörlükle tehdit edilmektedir. Başka bir ifadeyle, Türkiye toplumu o yarım Cumhuriyetin de gerisine düşmekle yüz yüzedir. Ancak, hiç de yabana atılır olmayan bu tür bir olasılığı içeren bu gelişmenin kendine münhasır yapısı dikkate alındığında, bunun, aslında çok daha kuvvetli nitelenebilir (toplumsal ilişkilerin tarihsel doğrultusuyla örtüşmesi itibarıyla daha kuvvetli) başka bir olasılığı daha içinde barındırdığı görülecektir.

Nitekim Türkiye toplumu, demokrasi ve Cumhuriyeti gerçek manada tesis etmenin bir gereklilik arz ettiği yeni bir seferin kalkış noktasında bulunmaktadır. Gelinen noktanın yeni bir kalkış noktası olması, hiç kimseye kendini avutma imkanını sunmaması, geri çekilme adacıkların peş peşe sular altında kalması, teorik ikilemin günlük yaşamın pratik bir ikilemi olarak kendini adeta zorla dayatmaya başlaması… bütün bunlar, geçen her bir günle ve giderek daha geniş toplumsal kesimleri kapsayarak hissedilir, görünür hale gelmektedirler.

Ne kadar garip görünürse görünsün, Türkiye işçilerini, emekçileri ve aydınlarını, ülke tarihinde hiç eksik olmayan “rejim kavgaları”nın aktif ve dolaysız bir politik öznesi olmaya zorlayan bizzat Erdoğan rejiminin gelişimi ve oluşumunun özgünlükleridir! Harun gibi gelenin Karunlaşması işin sadece bir boyutudur; burada asıl önemli olan, Harun gibi gelinmiş olunmasının, girişte sözü edilen özgün Türkiye gerçeğinin üzerindeki etkileri ve bu etkilerin kaçınılmaz politik sonuçlarıdır.

Kuşkusuz, Erdoğan rejiminin gelişiminin pek çok yönü bulunmaktadır, konumuz açısından ama altı çizilmesi gereken yönü, onun bugünkü haline gelişi boyunca adeta yırtılmadık perde (gerek Türk devletinin toplumla ilişkisinde kendini maskelenmesinde, gerekse toplumun kendi kendini bilmesi ve/veya avutmasında hizmet gören perdeler) bırakmamasıdır. Erdoğan ve AKP bunları birer aşılmış badireler olarak algılayıp takdim etse de, gerçekte yırtılmış olan “Türkiye düzeni”nin perdeleridir.

Ve işte bugünün Türkiye gerçeği çırılçıplak karşımızdadır: Kurumlar; Meclis’i, yargısı, ordusu, polisi, eğitimi, basını tarihi bir erozyona uğramış, hiçbirinin ciddi manada bir güvenilirlikleri kalmamıştır! Devlet, kurumsal formatını yitirmiştir! Başka bir deyişle, burjuva demokrasisine uygun bir kuvvetler ayrılığı zaten hiçbir zaman gerçek manada mevcut değildi, ancak en azından bunun kurumsal görüntüsü muhafaza edilmekteydi. Şimdi bu perde de yırtılmıştır. Peki, bu çıplak gerçeğin ne kadarı Erdoğan rejimine, ne kadarı Türk devletinin “doğası”na aittir?!

Her ne kadar yaygın bir şekilde AKP’nin devlet partisi haline geldiği söylense de, burada asıl tayin edici olan, devletle bütünleşmenin ne tür bir zemin üzerinde gerçekleştiğidir. Başka bir boyutuyla sorulacak olunursa, bu bütünleşmenin, devletin, bir burjuva devleti olarak, hem genel vasıflarını ve hem de kendine münhasır özelliklerini bozuşturup bozuşturmadığıdır.

Türk devletinin (bir bütün aygıt olarak) genetik kodları bellidir; en başta geleni ise, emekçi halk kitlelerinin siyasal yaşamda kendi adlarına tayin edici bir rol oynamalarını ne pahasına olursa olsun engellemektir! Şimdilerde, ama, bu kodlar ilginç bir tarzda devrededir: Kitleleri coşturan, arkasından sürükleyebilen bir liderin önderliğinde, başta işçi ve emekçilerinki olmak üzere, her türlü demokratik muhalefet boğulmak istenmektedir. Bununla birlikte, Türk devletinin tipolojisi bakımından, böylesi bir liderle bütünleşmek, yani özdeşleşmek, nevi şahsına münhasır bir aygıt olarak sahip olageldiği görece özerkliğini de yitirme tehlikesini barındırmaktadır. Tersinden ise: Erdoğan rejimi, devletle bütünleşmeden, rejiminin herhangi bir güvencesinin olamayacağını bilmektedir. Öte taraftan ama, asıl siyasal gücünü; ceberut Türk devletiyle kötü öz deneyimleri olan, henüz çok da uzak olmayan bir zamanda “adam yerine konulmayan”, “zenci muamelesi gören” bir kitlenin desteğinden almaktadır. Bu kitlenin, devletle bütünleşme olayıyla veya devlet olmayla bir sorunu yoktur; ancak özellikle başarısız darbe girişiminin ardından ilan edilen OHAL boyunca sergilenen devlet pratiğiyle, geçmişi hatırlatan, dahası geçmişin devlet pervasızlığını katlayan pratikle bir sorunu vardır ve bu daha da artma istidadındadır. Dahası, bu pratik, giderek, lidere olan güvenin de sarsılmasına neden olabilecek veriler üretmeye başlamaktadır!

Yani olağandan fersah fersah ötede bir durumla karşı karşıyayız: Asker-sivil bürokrasi özerkliğini yitirmek istemeyecektir, öte yandan, ama şimdi hizmetinde olduğu siyasi iradenin bugüne gelirken neden olduğu çözülmelerden sisteme dönük çok yönlü tehditlerin (Kürt ulusal hareketi; hukuk devleti talebinin artan bir şekilde gereksinim hale gelmesi; ekonomik açmazların büyümesi vb.) doğduğunu görerek, bu iradeyle işbirliği içerisinde, “terörle mücadele” adı altında, olası toplumsal isyanlarda maya görevini görebilecek dinamikleri tasfiye etmeye ya da alabildiğine zayıflatmaya çalışmaktadır. Kuşkusuz Türk devletinin devlet olarak henüz kendisi değil, ama, bilinegelen siyasi kodları, gelenekleri, teamülleri ve yapısı, genel bozuşmayla sınırlı olmayan bir tehdit altındadır ve bunun farkında olarak, bu aygıt kendini savunmak durumundadır.[1]

Erdoğan rejimi ve siyasi lideri ise; kendi kitlesini teyakkuz altında tutmaksızın devletleşemeyeceğini, devletleşmenin yalnızca bugünkü tasfiye ve kadrolaşmalarla hal olamayacağını, ve gerek asker-sivil bürokrasideki görece özerklik eğilimlerini kökünden kazımak ve gerekse yeni rejimin ruhuna uygun bir devlet aygıtı ve kültürünü inşa etmek için, zaman gerektiren bir “eğitim ve kültür devrimi”ne ihtiyaç bulunduğunu, ve halihazırda hem bu risk ve meydan okumalar açısından ve hem de yeni yetme sermaye grubu olarak görece kısa bir sürede kaydettiği olağanüstü kazanımlarını güvence altına almak bakımından, en uygun çerçevenin başkanlık rejiminin tesisi olduğunu görerek hareket etmektedir. Acilen yeni bir kurucu efsaneye (yırtılmış olanlardan farklı bir perdeye) gereksinim de buradan doğmaktadır – nafile olup olmamasından bağımsız olarak.

Gelgelelim, AKP ve Erdoğan figürünün, (esasında Türkiye’deki düzenin biriktirip çözemediği toplumsal sorunlardan devşirilen) politik dayanağı ve meşruiyeti ile izlenmekte olunan siyaset ve ekonomi politika arasındaki makas hızla büyümeye meyletmektedir. Aslında bu bir yerde kaçınılmaz bir gelişmeydi, zira kapitalizm koşullarında halk kitlelerinin –hele ki bu kitlenin ana gövdesini yoksullar ve işçiler/emekçiler oluşturuyorsa– çıkarlarını temsil ediyor görünümünü araçsallaştırmayı sınırlayan belirli sınıfsal karşıtlıklar mevcuttur. Bu karşıtlıklar ise, demagoji ve siyasi cambazlıkla bir yere kadar idare edilebilirdir. Gelinen yerde, ne bu görünüm ne de sınıfsal karşıtlığın kendisi eskisi gibi idare edilebilir haldedir.

Makasın büyümesinin en önemli politik sonucu, AKP ve esas olarak da Erdoğan figürünün kaderiyle, şimdiye kadar onun şahsında kendilerinin temsil edildiğini düşünen kitlelerin kaderinin örtüşmediğinin anlaşılması olacaktır. Ve bu örtüşmeme hissiyatının yayılmasına vesile olan hadiseler arasında politik gelişmelerin önemli bir yer tutması, ve tabii bu politik gelişmelerin sosyal ve ekonomik hayat üzerindeki kaçınılmaz etkileri önemsiz değildir. AKP ve Erdoğan’ın OHAL ve KHK siyaseti toplumun genel vicdanı ve beklentisiyle çakışmamakta, öte yandan ekonomik yaşam üzerindeki etkileri (başta da OHAL grev hakkına karşı kullanılıyor “itirafı” olmak üzere, genel ekonomik istikrarsızlık, artan işsizlik, gelecek endişesi vb.) geniş kitleler arasındaki hoşnutsuzlukları artıran bir işlev görmektedir.

Genel değil, somut olarak karşımızda duran ve içinde bulunduğumuz dönemin fizyonomisi hakkında bir ipucu veren olgu şudur: Türkiye klasiği denilebilecek “rejim kavgaları”, üst tabakalar arası dalaşmalar çerçevesini aşıp bir devlet ve toplum ilişkisi sorununa evrilmiştir (her şey bir yana, “adalet” talebinin geniş kesimlerce sahiplenmesi bunun en çarpıcı örneğidir; “adalet” Erdoğan’dan değil, devletten istenmektedir!). Görülmesi gereken olay şu ki; hiç de küçümsenmeyecek toplumsal kırılmaların yaşandığı yoğun bir sürecin (son 10-15 yıl) ardından, kendine münhasır bildiğimiz özellikleriyle Türk devleti ile Türkiye toplumu arasındaki ilişki derin bir güven bunalımına girmiştir. Bu arada ama, güç sahibi siyasi öznelerden hiçbiri ne yerleşik devlet yapısını isteyebilir ne de kitlelere bunu önerebilir haldedir! Ve devlet, son bir yılda olduğu gibi, bilindik yüzeyle daha açıktan halkın karşısına çıktıkça, bu pratiğinin meşruiyeti de bir o kadar aşınmakta, güven bunalımı daha da derinleşmektedir.

Olayın objektivitesinin bu olması, tüm sınıf, tabaka ve zümrelerin de aynı düzeyde bunun farkında oldukları anlamına gelmemektedir elbette. Bilinç faktörü ve yüz yüze gelinen hadisenin kendisinin ne olduğu bilgisi, halihazırda, üst sınıf ve zümrelerden alt sınıflara doğru gidildikçe bulanıklaşmaktadır. Ama bu, bu olay karşısındaki pozisyon almaların da üst ve alt sınıflar olarak şekillendiği anlamına da gelmemektedir (böyle olsaydı işimiz pek kolay olurdu!).

Erdoğan rejimi ile asker-sivil bürokrasisi çekirdeğinin konjonktürel (daha doğrusu tarafların şimdilik öyle öngördüğü) kader birliğine yukarda dikkat çekildi. TÜSİAD ve CHP ise, az çok hukuk devleti denilebilecek bir yapıyı, az çok burjuva demokrasisine karşılık gelebilecek bir yönetim tarzı ve rejimini amaçlamaktadır (bu hedeflerin, mevcut rejimle olan ideolojik farklılıktan ziyade, büyük sermayenin hem çapı, yani kendi sermaye birikiminin nesnel gerekleri ve hem de Batı sermayesi ile olan ontolojik bağından doğduğu tartışmasızdır). Ancak Erdoğan rejimi direndikçe, sermayenin sözü edilen kesimi açısından belirtileni elde etmenin pahası da büyümektedir! Bu paha büyüdükçe, hadisenin kendisinin, amaçlananın sınırlarını zorlayan boyutlara açık hale geleceği görülmektedir – üstelik iki yöne doğru: Örneğin sermayenin TÜSİAD’cı kesimi (daha ziyade onun çoğunluğu) açısından belirtilen amaca ulaşılamaması, elde olanın da risk altına girmesi, ya da amaca erişmenin bedelinin yükselmesi itibarıyla bu amaçla murat edilenin bu sefer yeni bir tehditle karşılaşması (örneğin bu sürede kendini dışa vuran ve belirli bir öz güven kazanan bir işçi ve halk hareketinin peydahlanması!) anlamına gelebilir.

Rejim kavgaları”nın devlet ve toplum ilişkisi sorununa genişlemesi, yani klasik biçimlerinin dışına taşması, birbirleriyle kapışan güçleri (hele ki bu güçlerden biri kitle dinamiğine yaslanarak yol alagelmişse), ister istemez, kitlelerin sokak hareketini de devreye sokmaya zorlamaktadır. Şüphesiz, bulunduğumuz aşamada, bu adımlar henüz birbirini baskılama aracı olarak kullanılmaya çalışılmaktadır. Başka bir ifadeyle, “rejim kavgası” veren hakim güçler, dozajı iyi ayarlamaya çalışmaktadırlar, ve oluşturulmak istenilen baskının sonuç verdiği düşünülen ilk fırsatta mevzuyu klasik anlamda, yani kendi aralarında çözmeye meyledeceklerdir (Osmanlı torunu Türkiye egemenlerinin, işleri “devlet katında” çözme konusunda engin bir külliyatı vardır, ve yol ve yöntem repertuvarları da epey zengindir!). Açıktır ki, bunlar, sadece niyetler ve mücadele eden güçlerin tabiatından kaynaklanan eğilimlerdir.

Kitle hareketleri ama, “kontrollü darbe”lere benzemez! Sokağa çıkılmış olması önemlidir, fakat bugün ve ilerisi için daha önemli olan, bu çıkışın nedenleridir. Bu nedenlere baktığımızda ise, iktidar kavgası veren sermaye fraksiyonlarının kitleleri yedekleme hamlelerinin tam da onların arzuladığı sınırlara hapsolması hiç de o kadar kesin değildir. Değildir, çünkü egemenler adeta bir barut fıçısının üzerinde ateşle oynamak zorunda kalmışlardır. Başka bir ifadeyle, yöntem klasiktir, ancak “Türkiye düzeni” kendi klasik koşullarında değildir!

Uzun lafın kısası, Türkiye’nin demokrasi güçleri tarihi bir dönem ve fırsat ile yüz yüzedir. Ülkenin umumi durumu ve gidişatı, işçi ve emekçiler arasında, halk olarak kendisinin bir şeyler yapması gerektiği duygusunu büyütmektedir. Bu duygu, tabiri caizse, halk kitlelerinin tarih sahnesine çıkışının hormonudur adeta. Vücut bu hormonu salmaya başlamıştır.

En geniş halk kesimlerinin birleşebilecekleri talepler üzerinden bu duyguyu birbirinden farklı inisiyatiflerle canlı tutmak, büyütmek, dahası ona politik bir yön ve kimlik kazandırmak anın görevidir. Unutulmasın ki, olanaklar, her daim, onları tuz buz edebilecek riskleriyle birlikte büyürler!

[1] Asker-sivil bürokrasinin bütünlüğü çoktan yitirilmiştir. Bununla birlikte siyasal-toplumsal gelişmedeki çözülme ve saflaşmalar, bu görece özerk aygıta düne göre daha fazla sıçramış, fraksiyonlaşmalar artmıştır. Bu durum, hakim siyasi partinin bu aygıtı hizmetine koşma, onu denetleme ve yönlendirme işini kolaylaştırmaktadır. Ama bu aşırı nüfuz etme, özerkliğini savunmak isteyen güçleri de gizli ittifaklarla esnek taktiklere zorlamaktadır. Yani bir yönüyle bilinen parti “devlet olmuş”, ama öte yandan bu, geri döndürülemez ve bitmiş bir süreç olarak da değerlendirilmemelidir.